Sözle Eğitim Olmaz!

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2010 Ay: Eylül Sayı: 48

Efendim; “Sözle eğitim olmaz!” ifâdenizi açıklayabilir misiniz?

Yaşanmayan ve örnek davranışlarla misallendirilmeyen hakîkatler, kuvveden fiile, teoriden pratiğe çıkma imkânı bulamaz. Yani hayata geçirilmeyen fikirler, ebediyyen kitap satırları arasında kalmaya mahkûm olur.

Bu sebepledir ki ahlâk ve fazîlette kulluğun zirvesi ve beşeriyete en büyük mürebbî (terbiyeci, eğitimci) olarak ihsân edilen Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, İslâm’ın yüce prensiplerini sadece ifâde etmekle kalmamış, onları bizzat kendi hayatında tatbik ederek insanlığa takdîm etmiştir. Bu, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bütün insanlığa telkin ettiği en mühim ve en büyük eğitim metodu olmuştur.

Böylece Hazret-i Peygamber’in ifâde ve davranışları, en mükemmel örnekler manzûmesi hâline gelmiştir.

Buna mukâbil, akılları vahiy ile terbiye edilmemiş filozofların ise, ictimâî sulh ve sükûn ile ahlâk nâmına ortaya koydukları -müsbet veya menfî- fikirler, çoğunlukla kütüphânelerin tozlu raflarındaki kitaplarda kalmış, hayâta intikâl edenlerinin de ömürleri gâyet kısa sürmüştür. Zaten bu filozoflar, söylediklerini kendi hayatlarında da başka insanlar üzerinde de örneklendirmekten âciz kalmışlardır.

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kurallarının temelini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayâtına tatbîk ederek saâdete kavuşmuş, tek bir kişi bile görmek mümkün değildir. Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı “fazîletler şehri ve ideal toplum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden en mühim eserinin bile, tatbik imkânı olamamış, o fikirler de, kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış ve söylenmiş gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilen özelliklere sahip olamamıştır. Oysa Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, risâlet vazifesine başlamadan önce kendisini herkese sevdirmiş, halkın kendisine “Sen el-Emîn ve es-Sâdık’sın!” demelerini gerektiren mükemmel bir şahsiyet sergilemiş ve O, tebliğine böyle bir kimlik ve şahsiyet tescîlinden sonra başlamıştır.

Bu sebeple bir eğitimcinin sözleri ile hâl ve hareketleri arasında bir zıtlık olmamalıdır. Nitekim Allah Teâlâ; kişinin sözü ile özünün, konuştuklarıyla yaptıklarının birbiriyle tezat teşkil etmemesini emretmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)

Hiç şüphesiz insanlar karakter ve şahsiyete hayran olur, sağlam karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük hâl ve davranış, bazen en hikmetli sözlerden bile daha tesirlidir.

Nitekim Bedir Savaşı’nda esir alınan ve Medîneli çocuklara okuma-yazma öğretmelerine hükmedilen Kureyşliler, bir mekâna toplanıp ders verdirilmek yerine, ashâbın evlerine gönderilmiş, böylece o kişilerin, müslümanların hayatını yakından görmeleri sağlanmıştır. Bunun neticesinde de onların mühim bir kısmı İslâm ile şereflenmiştir.

Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Aziz şu ibretli hâdiseyi anlatmaktadır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensarʼdan bir topluluğa teslim edilmiştim. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

«Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu. Yanlarında bulunduğum âile, Allah Rasûlüʼnün bu emrini yerine getirmek için, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iâde eder; «Allah Rasûlü böyle buyurdu.» derdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Bu kişi, şâhid olduğu bu fazîletler karşısında kısa zamanda İslâm ile şereflenmiştir.

Ecdâdımız Osmanlı’nın ince bir siyaset olarak, yeni fethedilen yerlere evvelâ, gönül ehli, sâlih ve velî zâtlar iskân etmesi de büyük hidâyetlere vesîle olmuştur. Nitekim bugün Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcûdiyeti, ilk Osmanlı fetihleri ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

I. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde Anadoluʼnun fazîletli insanlarını oraya yerleştirmiş, onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman olmuştur. Yine Fâtih Sultan Mehmed Han da İstanbulʼun fethinden sonra Bosna’yı fethetmiş, o mıntıkaya gönül ehli, temiz Anadolu halkını iskân etmiş ve Boşnakların tamamı, İslâmʼın güzelliğini şahsiyetlerinde sergileyen bu insanlara meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.

Ayrıca Osmanlıʼnın gittiği her yerde hak ve adâleti hâkim kılması da maddî-mânevî fetihlerinin önünü açan bir unsur olmuştur. Balkanlarda prenslerin zulmünden bıkan halklar, Osmanlı hâkimiyetine girmeyi gönüllü olarak arzulayacak noktaya gelmiştir. Öyle ki Lehistanʼda:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!..” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Çığırından çıkmış olan hristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyân ederek protestanlık mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther de:

“Yâ Rabbî! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Senʼin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idârecilerini de şu sözlerle îkâz etmiştir:

“–Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idâresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idâresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha şefkatlidir.”

Velhâsıl, İslâmʼın en güzel tebliğ ve tâlimi, müʼminlerin, onu hâl ve tavırlarıyla, fiilen temsil etmeleridir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”

Mânevî fetih ordusu olan velîler, gönül âlemlerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin her karış toprağına olduğu kadar, insanların kalplerine de nakşetmişlerdir. Böylece yeni fethedilen topraklarda yaşayan gayr-i müslimler, Osmanlı halkının ahlâkına, bilhassa da merhamet ve şefkat duygularına hayran kalmış ve bu keyfiyet de, onların İslâmʼla şereflenmelerini kolaylaştırmıştır.

Enes -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Muhâcirlerin ve Ensârʼın, (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44)

Bu sebeple sık sık şöyle buyurmuşlardır:

“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18)

Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- da şöyle anlatmaktadır:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp arkasında namaza durdu… Namazı bitirince insanlara döndü ve:

“Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu. (Buhârî, Salât, 18; Müslim, Mesâcid, 44)

Geçen as­rı­n ön­de ge­len İs­lâm âlim­le­rin­den Mu­ham­med Ha­mi­dul­lâh’ın şöyle bir ifâdesi vardır:

“Ba­tı top­lu­mun­da hris­ti­yan­la­rı İs­lâmʼı kabule sevk eden, fı­kıh ve ke­lâm âlim­le­ri­nin gö­rüş­le­ri de­ğil, daha ziyade İbn-i Ara­bî ve Mev­lâ­nâ gi­bi tasavvuf ehlin­in hâlleridir.

Bu­gün de Orta Asya, Av­ru­pa ve Af­ri­ka’da İs­lâm’a hiz­met ede­cek olan, ne kı­lıç ne de akıl­dır; yalnız kalp, yani ta­sav­vuf­tur.

Çünkü hem Haz­ret-i Pey­gam­ber Efendimiz ve ashâbının, hem de mutasavvıf İslâm büyüklerinin yo­lu, ne ke­li­me­ler üze­rin­de uğ­raş­mak ne de mâ­nâ­sız şey­ler­le meş­gûl ol­mak­tır. Bilâkis in­san ile Al­lah ara­sın­da­ki en kı­sa yol­da yü­rü­mek­, yani şah­si­ye­tin ge­liş­ti­ril­me­si yo­lu­nu ara­mak­tır.”[1]

Velhâsıl, insana öğretilen hususların, nazariyatta, satırlarda ve sözlerde kalmaması ve hayata intikâl edebilmesi için dâimâ örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Bugün eğitim sahasında en çok eksikliğini hissettiğimiz usûl de budur.


Dipnot:

[1] M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972.