Siz, İnsanlık İçin Hayırlı Bir Ümmetsiniz

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

SİZ, İNSANLIK İÇİN HAYIRLI BİR ÜMMETSİNİZ

Elhamdü Lillâhi Rabbiʼl-Âlemîn. Veʼl-âkıbetü liʼl-müttakîn. Veʼs-salâtü veʼs-selâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Sübhâne Rabbiyeʼl-Aliyyiʼl-A‘leʼl-Vehhâb…

Muhterem kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak bu toplantımızı mübârek eylesin -inşâallah-. Elimizden, dilimizden, yüreğimizden ümmet-i Muhammed müstefîd olur -inşâallah-. Bütün insanlık hidâyetine vesîle olur -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak, okunan âyet-i kerîmelerin muhtevâsı içinde cümlemize hisseler nasîb eylesin.

Ben, okunan âyetlerden başlamak istiyorum.

Cenâb-ı Hak seksen küsur yerde “ey îmân edenler” diye hitâbı var. Yani “ey îmân edenler” (buyurarak) Cenâb-ı Hak tâlimat veriyor. Bunların en mühimlerinden biri;

“Ey îmân edenler! Allahʼtan, Oʼna yakışır şekilde (Oʼna yaraşır şekilde) korkun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Yani şu hayat; son nefese hazırlık… Nasıl şu bardağı dolduran damlalar, son damlaya gelince bu bardak taşar, biter; bütün nefesler de bu bardağı dolduran damlalar gibi. Son nefes gelince her şey bitmiş oluyor. Ve bunu kabirde de telâfi etme imkânı yok. Kıyâmette de telâfi etme imkânı yok.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun…” (Âl-i İmrân, 102)

Takvâ da, nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, îmânın kalpte bir şuur ve idrâk hâline gelebilmesi…

Rabbimiz:

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Rasûlullah Efendimiz de;

“Nasıl yaşarsanız öyle vefat edersiniz, öyle haşrolursunuz.” buyuruyor. (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, V, 663)

Ondan sonra okunan âyet, Âl-i İmran Sûresiʼnin 103. âyeti:

“Hep birlikte Allâhʼın ipine sarılın (yani İslâmʼa sımsıkı sarılın) parçalanmayın. Allâhʼın size verdiği nîmeti hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz…”

Yani Cenâb-ı Hak… O câhiliye devrinde ırkî asabiyetler, aşiret asabiyetleri öndeydi. İnsanlar, bu ırkî asabiyet dolayısıyla birbirlerini yiyorlardı.

Fakat -elhamdülillâh- Kur’ân istikâmetinde bir hayatla bir insanlık teşekkül etti. Bir rahmet teşekkül etti. Cenâb-ı Hak bu düşmanlıkları kaldırdı. Cenâb-ı Hak; “Kim üstün insan?”:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

(“…Allah indinde en kıymetliniz, en çok takvâ sahibi olanınızdır…” [el-Hucurât, 13])

En keremliniz, Allah katında en makbul olan, Allâhʼa en yakın olan kuldur, buyruluyor.

Diğer okunan, ondan sonraki âyet-i kerîmede:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun…” (Âl-i İmrân, 104) buyruluyor.

Tabi hayra çağırmak için, gönül âlemimizin rûhâniyetle tezyin etmek durumundayız. Çünkü bir numûne olacağız. Sözde bir müslüman olmayacağız, özde bir müslüman olacağız. Bu şekilde hayra çağıracağız. İyilikleri emredip kötülüklerden nehyedeceğiz. Cenâb-ı Hak böyle içimizde bir toplum olmamızı arzu ediyor; bir toplum bulunmasını arzu ediyor.

Yine ondan sonra devam eden âyette, 109. âyette:

“Göklerde ve yerde ne varsa Allâhʼındır. (Allâhʼın mülkü içindeyiz.) İşler dönüp dolaşıp Allâhʼa varır.” (Âl-i İmrân, 109) buyruluyor.

Ondan sonra gelen âyette:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ

“Siz, insanlar içinden çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) buyruluyor.

Yani Cenâb-ı Hak bizim hayırlı bir ümmet olmamızı…

Ondan sonra gelen âyette, Cenâb-ı Hak nasıl bir gönül yapısı istiyor? Bu gönül yapısıyla bizi Cennetʼe davet ediyor. Hayırlı ümmet olmamızı, aziz ümmet olmamızı arzu ediyor. Kalp âlemi merhaleler katedecek, mârifetullâhʼa nâil olacak, Cenâb-ı Hakʼla bir dostluk peydâ olacak ve bu dostluk neticesinde Cenâb-ı Hakkʼın ikramına nâil olacak. Dâruʼs-Selâmʼa/Cennetʼe nâil olacak.

Cenâb-ı Hak bizden, şu aşağıda tasvir edilen bir gönül yapısı istiyor:

“Müʼminler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen / «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ»…” (el-Enfâl, 2)

Yani kul… Cenâb-ı Hak, kulun kendisiyle beraberliğini arzu ediyor. Ve o şekilde kul bir huzur bulacak:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Dünyada en büyük saâdet, kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraber olması.

Âyet-i kerîmenin devamında:

“…Allâhʼın âyetleri okunduğunda îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

Tabi bu, kalbin inkişâfı neticesindedir.

Ondan sonra değişen şartlar… Gaybı Allah bilir. Cenâb-ı Hak kendisine tevekkül ve teslîmiyet istiyor.

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

“Cenâb-ı Hakkʼa koşun…” (Bkz. ez-Zâriyât, 50) buyruluyor.

Ondan sonra devam eden âyette:

“Onlar namazlarını (bir huzur içinde, huşû içinde) kılarlar…” (el-Enfâl, 3) Kalp ve beden âhengi içinde kılarlar.

Cenâb-ı Hak;

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

İnsan anatomisini, insan iskelet yapısını Cenâb-ı Hak en güzel secde edecek şekilde halketti. Bu şekilde Cenâb-ı Hak kendisiyle bir beraberlik arzu ediyor.

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Diğer taraftan bir ictimâî durum, devam ediyor:

“…Kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar.” (el-Enfâl, 3)

Ondan sonra okunan, Şems Sûresi okundu. Orada Cenâb-ı Hak, Güneşʼle azamet-i ilâhiyyesine dikkat çekiyor:

“(Güneşʼe ve) kuşluk vakti aydınlığına (andolsun).” (eş-Şems, 1)

Yani her gün ömür takviminden bir yaprak kopuyor. Her gün dünyadan bir gün uzaklaşıyoruz. Cenâb-ı Hak. Âhiret âlemine bir gün daha yaklaşıyoruz. Cenâb-ı Hak, bir azamet-i ilâhiyyeyi düşünme… Yani bir Güneşʼi… Cenâb-ı Hakkʼın bir azamet-i ilâhiyyesi, ilâhî azamet tecellîsi…

Nasıl bir, ilâhî bir güç? 150 milyon km uzakta Dünyaʼdan, 8 dakikada ışığı geliyor. Karanlıkta geliyor, atmosfere gelince bütün aydınlığını veriyor. Ârızası yok. Tamirhaneye çekilmesi yok. Biraz artsa her şey yanar. Biraz azalsa her şey donar.

Cenâb-ı Hak:

“Güneş batınca takip eden Ayʼa.” (eş-Şems, 2)

Nasıl Ay, nasıl bir kil parçası. Ondan ışığı alıyor, bir aydınlık, bir mehtap meydana geliyor. Med-cezirler ona bağlı.

“Onu açığa çıkardığı zaman gündüze.” (eş-Şems, 3)

Nasıl bir devr-i dâim gündüz ve gece… Yine;

“Onu örttüğü zaman geceye.” (eş-Şems, 4)

“O göğü binâ edene.” (eş-Şems, 5)

Nasıl bir gök, semâ, sonsuz bir âlem. Matematiğin rakamları kâfî gelmiyor. Işık yılı, ışık senesi deniyor, ışık hızı deniyor. Zihnin, muhayyilenin kavraması mümkün değil. İlâhî azamet tecellîsi…

“Yere ve onu döşeyene.” (eş-Şems, 6)

Nasıl şu toprak, nasıl bir bereket? Nasıl o toprak terkibinden bütün mahlûkâta sofralar kuruluyor?

Yani Cenâb-ı Hak ince, zarif bir gönül istiyor. Hassas bir gönül istiyor.

Cenâb-ı Hak hepsine ayrı ayrı güzellik…            Bir bahar dalına baktığın zaman bir tebessüm. Topraktan çıkanda ayrı ayrı güzellik. Renk, koku ayrı çeşit, rengârenk. Cenâb-ı Hak hassas bir kalp istiyor müʼminden.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak kişinin gönül âlemine dönüyor:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

(“İyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” [eş-Şems, 8])

İmtihan olarak fücur, yani günahlara karşı bir meyil verildi. Fakat kul, bu günahlara karşı meyli bertaraf edecek, takvâ sahibi olacak, Cenâb-ı Hakkʼa yakın hâle gelecek.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Muhakkak ki nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])

İç âlem temizlenecek. Duygular temizlenecek. Hissiyat temizlenecek. Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak. Yani “lâ ilâhe” : Allahʼtan uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşacak. Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak.

Cenâb-ı Hak böyle bir kul olmamızı (arzu ediyor) ve bu kullukla bizi Cennetʼine Cenâb-ı Hak davet ediyor.

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun! Rabbimiz bizi yüz yirmi dört bin küsur peygamber geldi, en yüce peygambere, “Rahmeten liʼl-âlemîn” olan bir peygambere ümmet kıldı.

Nisâ Sûresiʼnin 80. âyetinde:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse, Allâhʼa itaat etmiş olur.” buyruluyor. Demek ki Cenâb-ı Hak, -kendine olan itaat, Allah Rasûlüʼne olan itaat- iki itaati birleştiriyor.

Yine Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakkʼın insanda tecellî eden bir mûcizesi. Her mesleğe numûne. En alt kademeden en üst kademeye kadar misal. Asırlara misal. Üsve-i hasene; örnek karakter ve örnek şahsiyet. Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfu.

Yine Cenâb-ı Hakkʼın ebedî mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîmʼe muhâtap olduk. Kur’ân-ı Kerîm dünyada saâdet haritası. Ebediyyet kılavuzu. Kelâmda mûcize.

“Bütün ins ve cin topluluğu birleşin, gücünüz varsa bir benzerini meydana getirin.” (Bkz. el-Bakara, 23) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4]) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfu. Büyük bir ihsân-ı ilâhî, ikrâm-ı ilâhî…

Cenâb-ı Hak bizden, âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi “hayırlı ümmet” olmamızı, “aziz ümmet” olmamızı, yeryüzünde hakkın temsilcisi olmamızı, gönlümüzden rahmet taşırmamızı, öyle bir ümmet olmamızı Rabbimiz arzu ediyor bizden.

Tabi burada nefsânî ihtiraslara mukâvemet gösterilecek, direniş gösterilecek, başa gelen meşakkat ve sıkıntılara sabırla mukâbele edilecek. Allah rızâsı aranacak.

Bunun için Cenâb-ı Hak bizden; aşk ile yaşanan bir îman istiyor. Kur’ân-ı Kerîmʼde misallerini veriyor bu aşk ile yaşanan îmânın. Sarsılmaz bir îman, tâviz vermeyen bir îman.

İkinci olarak; kalp ve beden âhengi içinde ibadetler isteniyor. Hepsi ayrı ayrı bir rûhâniyet, ayrı ayrı bir güzellik. Kulun, rûhânî açlığını doyurması. Nasıl bir beden acıkıyor, rûhumuzun açlığını duymak. İbadetlerle bu açlığımızı doyurabilmek. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek…

Hayranlık tevzî eden bir güzel ahlâkla müzeyyen olmamızı arzu ediyor.

Âdâb-ı muâşeret isteniyor. Yani hayatımızın her safhası, her nefeste İslâmʼın emrettiği şekilde bir hayat tarzı olacak.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalplerimiz Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin edecek ve bir huzur âlemi yaşanacak; hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette.

Yine Cenâb-ı Hak:

“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız (yani dîni temsil etmeniz), Rasûlʼün de size şahit olması için mûtedil bir (millet, hayırhah bir) ümmet yaptık…” (el-Bakara, 143) buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Peygamberler, ümmetlere Allâhʼın şâhididir (örnektir, üsve-i hasenedir. Allâhʼın dîninin temsilcisidir.) Benim ümmetim de diğer ümmetlere Allâhʼın temsilcisidir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530)

“…Peygamber de şahit olsun…” (el-Bakara, 143)

Demek ki Cenâb-ı Hak bizden İslâmʼı yaşamamızı arzu ediyor.

Hakîkî müslümanlık, İslâmʼı şahsiyet ve karakteriyle temsil edebilmektir. İslâm, dâimâ bir şahsiyet ister müʼminden. Dîni temsil edebilmek, ancak güzel bir şahsiyetle olur.

Cenâb-ı Hak da bizden, hayranlık veren bir sahâbî şahsiyeti arzu ediyor, bizlere sahâbe-i kirâmı misal gösteriyor. Mekkeli müslümanları misal gösteriyor, Tevbe Sûresi 100. âyette… Onlar nasıl îmânını korudu? En ağır zulümlere karşı bir tâviz vermedi.

Medîneli müslümanları Cenâb-ı Hak misal veriyor. Onlar da emirlerini yerine getirdiler, aşk ve vecd içinde bir îman yaşandı. Bir tarafta münâfıklar, müşrikler, diğer kavimler. Kıskaçların arasında güzel bir İslâm yaşandı. Her inen âyet “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” (“…İşittik ve itaat ettik…” [el-Bakara, 285]) denilerek hemen tatbikâta geçti…