Şeytan, Allah’ın Affına Güvenerek Sizi Kandırmasın

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ŞEYTAN, ALLÂH’IN AFFINA GÜVENDİREREK SİZİ KANDIRMASIN.

Candan misal; işte o da mâlum, Allah Rasûlü’nün her arzusuna; “Canım, malım Sana feda olsun.” diyordu. Yani şehîd olmak bile bir nîmetti ashâb-ı kirâm için.

Tabi bu, ecdatta da öyleydi. Çanakkale’ye giden dedelerimiz de öyleydi. İstanbul surlarına tırmanan Ulubatlı Hasan’la arkadaşları da öyleydi. “Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.

Hep bunlar nedir? Cennet’i satın almanın telâşesi.

Cenâb-ı Hak bizim de ashâb-ı kirâm gibi olmamızı istiyor. Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde:

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler…”

Her türlü cefaya katlandılar kalplerini koruma için. Malları gitti, şeyleri gitti, aç kaldılar, her türlü zulme katlandılar. Sırf kalplerimizi koruyalım. Îmandan bir fire vermeyelim, îmandan bir tâviz vermeyelim.

Ondan sonra “Ensâr”. Onlar da canlarını, mallarını Allah yolunda bezlettiler.

“…Onlara güzellikle tâbî olan ihsan sahipleri…” buyruluyor.

Cenâb-ı Hak oradan da ondan sonra gelen nesillere bir hitap; onlara benzememizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor.

“…Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük bir kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

O cemaat, “asr-ı saâdet toplumu” nasıldı?

Onlar kendilerini toplumdan ve dünyanın gidişinden mes’ûl gören kimselerdi. Hem toplumdan kendilerini mes’ûl görüyorlardı, hem de dünyanın gidişinden mes’ûl görüyorlardı. Dünyanın gidişinden mes’ûl gördü, tâ Çin’e kadar gitti, Semerkand’a kadar gittiler, Afrika’nın içine kadar girdiler, Atlas Okyanusu’na kadar girdiler. Dünyanın akışından kendilerini onlar mes’ûl görüyorlardı. Toplumlarından mes’ûl görüyorlardı.

İşte Cenâb-ı Hak bizden de onlar gibi olmamızı arzu ediyor.

Hep bunlar, Cennet’e giriş vizeleri. Cenâb-ı Hak’la dostluk vizeleri.

Her inen âyete; “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik) diyorlardı. (Bkz. el-Bakara, 285) Hemen tatbikâta geçiriyorlardı.

Âl-i İmrân Sûresi’nin 172. âyetinde güzel bir misal var:

Uhud bitti; düşman, müşrikler, geriye doğru, Mekke’ye doğru gitmeye başladılar. Efendimiz;

“–Onları Hamrâu’l-Esed’e kadar kovalayın.” dedi. Yani gücümüzü görsünler, tekrar bir dönme niyetinde, müslümanlar üzerine saldırma niyetinde bulunmasınlar diye. “Onları Hamrâu’l-Esed’e kadar geçirin.” dedi ashâb-ı kirâma.

İki kardeş -bir az yaralı diğeri çok yaralı- birbirine dediler ki:

“–Bizim oraya kadar, Hamrâu’l-Esed’e kadar yürüyecek hâlimiz yok. Fakat Allah Rasûlü’nden uzakta kalmak, ne büyük bir hicrandır. Ne zor bir ayrılıktır!”

Hafif yaralı dedi ki çok yaralıya:

“–Eğileyim de sırtıma bin (dedi), biz de Hamrâu’l-Esed’e kadar ashâb-ı kirâmın arkasından (dedi) onları takip edelim.” dedi.

Âyet-i kerîme:

“Yara aldıktan sonra yine de Allâh’ın ve Peygamber’in dâvetine uyanlar, bunların içlerinden amel-i sâlih işleyen takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)

Efendimiz, Uhud’da yine Rebî’yi sordu. Bir sahâbî seslendi. Hiç cevap gelmedi.

“–Seni Allah Rasûlü soruyor.” deyince, kısık bir ses geldi:

“–Ben buradayım.” diye.

Râvî:

“Gittim, baktım diyor, yüzü diyor, darbelerden kalbura dönmüştü, kanlar içindeydi.” diyor.

“Ona dedim ki:

«–Seni Rasûlullah soruyor.»

Bana zorla gözünü açtı:

«–Gözünüzü kıpırdatıncaya kadar (gücünüz olduğu hâlde) Allah Rasûlü’nü koruyamazsanız, bunun kıyâmette hesabını veremezsiniz.» buyurdu.” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)

Şimdi biz nasıl evlâtlarımızı yetiştiriyoruz? Nasıl toplumun derdindeyiz? Nasıl bir îman derdindeyiz? Nasıl bir emr bi’l-mârûf derdindeyiz?

Velhâsıl dünyada âhiret için varız. Âhiret için dünyaya gönderildik. Dünya, geçici bir imtihan dershânesi.

Yine diğer bir âyette:

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi? (Cenâb-ı Hak buyuruyor.) Allah ve Rasûlü’ne inanır, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O sizin günahlarınızı bağışlar, zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” (es-Saff, 10-12)

Velhâsıl dünyada kaybedilecek bir zaman yok.

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])

Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak bir kolaylık ihsan eder. Dünya da bir zorluktur. Nefsî arzularına mukâvemet etmektir.

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])

Bir hayırlı işi, bir işi bitirince diğer işe dön. Cenâb-ı Hakk’a yönel, buyruluyor. Yani bir boş zamanın olmayacak. Boş zamanın olursa onu yanlış şeyler kaplar, helâk eder götürür.

Ondan sonra gelen âyet, bu, Cennet’i satın alan şeyler kimler?

“اَلتَّائِبُونَ” buyruluyor. “Tevbe edenler…” (et-Tevbe, 112)

Cenâb-ı Hak bir nefs engeli verdiği için, onun karşısında bir de tevbe kapılarını açıyor. Tabi bu tevbe kapılarını açıyor, fakat; “Ben tevbe ederim, Allah da kabul eder.” Cenâb-ı Hak öyle buyurmuyor.

Lokman Sûresi’nde:

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâhʼın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın bir “Kahhar” sıfatını da unutmamak lâzım.

Demek ki Kur’ân ve Sünnet hayatın her safhasında olacak. Seherler ihyâ edilecek, sâlihler ve sâdıklarla beraber olunacak.

Cenâb-ı Hak bizden nasıl “تَوْبَةً نَصُوحًا” istiyor. “Samimî tevbe” istiyor. (Bkz. et-Tahrîm, 8)

Yine Fâtır Sûresi’nde benzer âyet:

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) da Allâh’ın hakkında sizi kandırmasın.” (Fâtır, 5)

Ondan sonra gelen Zümer Sûresi’ndeki âyet de:

“De ki ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin…” (ez-Zümer, 53)

Ümit kesmeyeceğiz ama alttaki âyet, onun istikâmetini veriyor:

“…Çünkü Allah bütün günahları bağışlar, şüphesiz o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün (tevbeye dönün). O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 53-54)

Tevbe için de samimiyet lâzım. Tevbe için de günahlara vedâ etmek lâzım. Samimiyetle veda etmek lâzım. “E, ben hem işleyecem, Allah beni korusun, Allah beni uzaklaştırır.” O olmuyor. Ciddiyet istiyor tevbe.

“Kıyamet günü şu sorulara cevap vermeden insan yerinden kıpırdatılmaz:

  1. Ömrünü nerede tükettin?..”

Allah sana bu ömrü niye verdi, sen bu ömrü nerede tükettin?

“…İlminle ne gibi işler yaptın?..”

Sana Kur’ân-ı Kerîm, sünnet-i seniyye ne gibi mesajlar verdi?

Cenâb-ı Hak 90’a yakın yerde “Ey îmân edenler!” buyuruyor. Ne kadar onun hudutları içindeyiz?

“…Malını nereden kazandın ve nerede sarf ettin? Bu vücudunu nerede yıprattın?” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 1)

Bunlara cevap verilmeden, kıpırdatılmaz buyruluyor.

İstiğfar da çok mühim kardeşler!

Hasan Basrî Hazretleri’ne 4 kişi geldi. Birincisi kuraklıktan, ikincisi fakirlikten, üçüncüsü tarlasının verimsizliğinden, öbürü de çocuğunun olmamasından… Dört tane şey için dua istediler.

Hasan Basrî Hazretleri dördüne de istiğfar tavsiye etti.

Dediler ki:

“–Sizden dört kişi geldi, ayrı ayrı şey talep etti. Siz dördüne de istiğfar telkin ettiniz.”

O da şu âyet-i kerîmeyi okudu, Nûh Sûresi’nin 10-12. âyetleri:

“…Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin…” (Nûh, 10-11)

Kuraklık(tan kurtulmak için duâ) istemişti. İstiğfar karşısında yağmur indirsin.

Fakirlikten şikâyetçiydi:

“Mallarınızı, oğullarınızı çoğaltsın. Size bahçeler ihsan etsin. Sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nûh, 12) buyurdu.

Velhâsıl istiğfar çok mühim. İstiğfârın en kıvam ânı seherlerde. Duânın şartları:

“(Günahtan) vazgeçme, bir; pişmanlık, iki; amel-i sâlihlerle te’yid etme, üç.” En mühimleri.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak “اَلْعَابِدُونَ” buyuruyor. (et-Tevbe, 112) İbadetleri bir, beden ve (kalp) âhengi içinde yapabilmek.

Namazın getirdiği istifade ayrı, orucun istifâdesi, zekâtın ayrı, umrenin ayrı, haccın ayrı vs… Bunların hepsi rûha verilen vitaminler. Bunların hepsinden kıvam derecede istifâde etmek. Cılız kalmaması lâzım. Geometrik bir alanda kalmaması lâzım. Bir vecd hâlinde olabilmesi.

Onun için Cenâb-ı Hak “اَلْعَابِدُونَ” yani “tâzîm li-emrillâh” yani Allâh’ın emirlerini büyük bir tâzimle îfâ edenler.

Ondan sonra “اَلْحَامِدُونَ” geliyor, “hamd edenler”. (et-Tevbe, 112)

Hamd nedir? Övgüdür. Fâtiha’nın ilk âyeti, her rekâtta:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (el-Fâtiha, 2)

Her gördüğün şeyde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametini düşünme.

Kendimize bakalım: Bir yok kadar bir sudan nasıl olduk?

Evlâdımıza bakalım: Ona rengini, biçimini, şeklini biz mi verdik?

O çiçek niye açıyor, kimin için açıyor?

Bu dünya âlemi kimin için?..

Velhâsıl kalp devamlı ilâhî vitrinleri seyredecek. İlâhî vitrinleri tefekkür edecek. İlâhî nakışları seyredecek. Her an orada değişik manzaralar seyredecek. Ve her şey bir tefekküre davetiye kâinatta, mikrodan makroya kadar. Bu tefekkür neticesinde kul, hamd hâlinde yaşayacak.

Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Allah’tan gereği gibi ancak (mârifet ve irfan sahibi) âlimler korkar.” (Fâtır, 28)

Çünkü kalp ilerledikçe devamlı ilâhî müşâhedenin altında olduğunun bir şuuru içinde olacak, idrâki içinde olacak.

“اَلسَّائِحُونَ” buyuruyor. “Oruç tutanlar.” “Allah için seyahat edenler.” (et-Tevbe, 112)

Niye Cenâb-ı Hak oruç tutturuyor bize? Niye bizi aç bıraktırıyor? Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetleri ne kadar takdir etmeye muhtacız? Yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe, yarım günde muhtaç kalıyoruz. Bu Hâlık’a ne kadar bir teşekkür hâlindeyiz?

“Cenâb-ı Hak bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetlidir…” Bunun bir şuurunda bulunabilmek.

Yusuf -aleyhisselâm- ganimetleri, şeyleri dağıtırken hazineden erzakları, aç olarak dağıtırdı ki, gelen açın ben farkında olayım diye. Açlığı yaşayayım ki, açın hâlinden anlayayım, yoksulun hâlinden anlayayım…