“Servet Bir Emanettir”

Yıl: 1994 – Şubat – Sayı: 96

– Efendim zekât konusunda doğrudan irtibatı olması dolayısıyla mülk kavramının mahiyeti, nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmak ve sorularımıza buradan başlamak istiyoruz.

– Mülk gerçek mânâda ne fertlerin ne de toplumundur. Mülk ancak Allah -celle celâlühû-ındır. Kula ancak bir zaman dilimi çerçevesi içersinde tasarruf verilmiştir. Onu da istediği gibi kullanamaz. Mülkün sahibinin gösterdiği doğrultuda sarf edebilir, istifade ettiği dünya nimetlerinden muhtaçları ve muzdaripleri de istifade ettirmek mecburiyetindedir. Liberallerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” prensibi toplumun mânevi enkazını hazırlar. Gaye, Hadis-i Şerifte buyrulan “Elinden dilinden insanların istifade ettiği mü’min” olabilmektir.

Bu yüzden serveti Allah -celle celâlühû-ın kuluna verdiği bir emanet olarak anlamak lazımdır. Aksi istikamette kullanılırsa hıyanet olur. Bu gün toplumun müştekî olduğu enflasyon felaketi ortaya çıkar.

– O halde ne yapmak gerekir?

– Servetteki kırkta bir hak muhtacındır. Muhtacın hakkını hak sahibine en güzel bir şekilde takdim etmek lazımdır. Zekât, fukaranın servete 1/40 ortak edilmesidir. Kuvvetli ortak zayıf ortağın hakkını vermez ise zalim ve gâsıp olur. Rahmet ve bereket kalkar. Servetteki kirlenme ve lekeler temizlenmez.

Bu çok ehemmiyetli olduğu için Ebû Bekir -radıyallâhu anh- zekâtını vermeyenlere harp açmıştır.

Zekât muhtaca verilecek verginin asgarisidir. Servetin, sadaka, infak ve îsar ile tezyin olması lazımdır.

Allahu Teâlâ -celle celâlühû- Tevbe sûresinin 34. ayetinde şöyle buyuruyor: “Altın ve gümüşü biriktirip infak etmeyenleri acıklı bir azap ile müjdele”.

Yani muhtacın hakkı gasbedildiği zaman cehennem gösteriliyor. Bu ilahî tehdit karşısında düşünmeli ve sadakalarla intaklarla kırkta bir’i çok aşmaya gayret etmelidir. Bosna-Hersek’teki, Azerbaycan’daki kardeşlerimiz üşüdüğü, muzdarip olduğu zaman biz de sıcak yuvamızda üşümeli ve muzdarip olmalıyız ki hakiki mü’min olabilmeğe yaklaşalım.

– Efendim zekât verilecek kesimler arasında bazılarına öncelik verilmeli midir? verilecekse bunlar kimler olabilir?

– Kur’ânı Kerim’de zekât verilecek yerler gösterilmiştir. Mezhepler bu gösterilen yerler hakkında muhtelif açıklamalar getirmişlerdir. Şafiî mezhebi bu gösterilen yerere muntazam bir şekilde tevzi edilmesini ister. Hanefi’de ise o günkü zarurete göre tevzide bulunulur. Bugün bütün İslâm dünyası büyük bir zaruretin altındadır. Gizli, ilân edilmemiş bir Haçlı Seferi vardır. Daha evvelki Haçlı Seferleri sıcak bir harp biçimindeydi. Bu gün bu Haçlı Seferleri bazı mıntıkalarda sıcak, bazı mıntıkalarda gizli bir şekilde yürütülmektedir. Bosna’da, Karabağ’da, Filistin’de, Somali’de, Keşmir’de sıcak olarak devam etmektedir. Bir çok yerlerde de yine soğuk olarak bu savaş devam etmektedir. Bazı İslâm ülkelerini bazı İslâm ülkelerine boykot ettiriyorlar. Mesela bugün Sudan’a maâlesef diğer İslâm ülkelerinden yardım gitmemektedir. Bu nedenle bu gün fisebilillah kısmı çok önemlidir. Yani Allah için çarpışanlara Bosna-Hersek’te, Karabağ’da, Filistin’de, Keşmir’de Allah için canlarını mallarını veren bu kardeşlerimize zekâtın çok büyük bir bölümünü göndersek çok iyi olur.

Bir misal vereyim: 1913’te Osmanlı’lar Balkanları kaybederken Hindistan’da Cevheri kardeşler, İslâm Teşkilatının başkanları devamlı mitingler yaptılar. Ve bütün müslümanları Osmanlı’ya yardıma davet ettiler. Zekâtların infakların Osmanlıya verilmesini teşvik ettiler. Hatta meydanlara sergiler serdiler. Burada câlibi dikkat bir manzara da oldu. Bir genç geldi, üzerindeki gömleği ve fanilasını açılan serginin üzerine attı. Bir kadın da elinde bir çocukla geldi. Ey cemaat!, dedi, “benim bu çocuktan başka infak edeceğim hiç bir şey yok. Bu çocuğu ben satıyorum. Bunu satın alan bunun parasını Osmanlı’ya göndersin” diyerek infakın büyük bir âbidesini meydana getirdi. Tabii biz bugün bu heyecana çok muhtacız. Dolayısıyla bugün zekât mahallerinin her yerine ulaşmakla birlikte fisebilillah kısmına verilmesi daha yerinde olur gibi geliyor. Bir de öşür mevzu vardır. Ondan da kısaca bahsetmek istiyorum. Öşür mevzuu da İslâm dünyasının aldığı önemli bir yaradır. Osmanlı’da arazi şekli mîrî idi. Bugün ise toprağın şekli değişmiş mülkî arazi olmuştur. Arazi satılabilmektedir. Onun sahibi her türlü tasarrufta bulunabilmektedir. İster eker, ister ekmez, isterse satar.Bunun için sularla, bir emek mahsulü olan mahsulden yüzde 5, emek gösterilmeden yağmur suyu ile yetişen mahsulden ise yüzde 10 zekât verilmesi lazımdır. Bu öşrü vermeyenler de aynı zekât vermeyenler gibi gasıp durumundadırlar. Fukaranın, muhtacın, fısebilillah uğruna harbedenlerin haklarını gasbetmiş olurlar.

Bir de şu vardır. Zekât kamerî seneye göre yani 355 güne göre yüzde 2.5 verilir. Fakat bu gün ticari müesseseler şemsî yıla göre hesap yapmaktadırlar. Şemsi (Güneş) takvimine göre bir yıl 365 gündür. Bunun için bu on günlük farkı zekâta ilave etmek lazımdır. Yani Zekât yüzde 2,5 ise yüzde 2,6’a yaklaşmaktadır.

Bu gün büyük bir infak seferberliğine ihtiyaç vardır. Muzdarip, muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Aynı zamanda bu, Rabbimize karşı bir ihsan borcudur. Aziz Mahmud Hüdai hazretleri halkla beraber padişahları da infak seferberliğine sokmuştur. III Murad’a yazdığı bir mektupta “Deden Kanuni Sultan Süleyman nasıl Istırancalardan su getirip İstanbul halkını suya kavuşturdu ise sen de Bolu ormanlarından odun getirip bu kış İstanbul halkına tevzi et” buyurmuştur.

Çocuklarımızı nasıl küçük yaşta namaza alıştırıyorsak infak heyecanı vermeğe ve bir muzdaribi sevindirmeğe de alıştırmalıyız. Bu işin antrenmanını küçük yaşlarda başlatmazsak ilerde netice alamayız. Mülkün sahibinin Allah olduğunun idraki içinde büyümeliler. Kendilerini veznedar olarak bilmeliler.

Bir de zekât ibadetinde nezaket çok önemlidir.

Allah -celle celâlühû- ayette “namazı huşu île kılanlar felah buldu” buyuruyor Zekâtta da aynı huşu ve nezakete erebilmek tavsiye edilir.

Yine ayette “Allah -celle celâlühû- sadakalarınızı alır ve tevbelerinizi kabul eder’ buyurulur.

Hadis-i Şerifte ise, “Sadaka başdan Allah’ın -celle celâlühû- eline geçer oradan fakire intikal eder” buyuruluyor. Demek ki sadakayı Allah’a takdim etmek lazımdır. Nasıl bir hediye yahutta bir emaneti takdim ederken ambalajına ve veriliş nezaketine dikkat ediyorsak, zekât ve sadakayı da o nezaket içerisinde takdim etmek lazımdır. Kendimize, nefsimize bir eşya alırken nasıl itina gösteriyor isek zamanımızı ve enerjimizi verip emaneti aynı hassasiyetle hah sahibine ulaştırmalıyız.Bir tebessümü, bir nezaketi esirgememek icap eder.Üstad Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri otomobili durdurur, kapıyı açar, muhtaca birkaç adım yürür, tebessüm ve nezaketle sadakayı teslim ederdi.Mahlûkata karşı diğergâm, nezaketli ve merhametli olmak biz müslümanların fârik vasfı olmalıdır. Sadaka ve infakı veren kimse, alan kimseye karşı teşekkür ve minnet duyguları içinde olmalıdır. Çünkü alan verene farz bir ibadeti îfâ ettiriyor, onu günahlarından temizliyor. Nafile sadakalar fazileti artırıyor, ibtilâ ve musibetlerden korunmasına vesile oluyor.

Hak Teâlâ nezaketsizlik ve kabalıkla verilen sadakalara karşı kullarını ikaz eder.

“Sadakalarınızı imha etmeyin” (Bakara 264)

Sadaka ve infakta edep öğütleniyor. Başa kakmak hiç verilmemiş gibi oluyor. Yine Bakara 267′ de “Ey iman edenler kazandıklarınız ve yerden çıkan ürünlerinizin iyisinden Allah -celle celâlühû- yolunda harcayın”.

Yine Tevbe 103. ayette “Ey Peygamber onların mallarından sadaka al ki kirlerden temizlenmiş ve dereceleri yücelmiş olsun. Onlar için dua et, çünkü senin duan onlar için huzur kaynağıdır” buyurmaktadır.

Kula düşen bu içtimai ibadeti aşk, şevk, vecd dolu bir gönülle, nezaketle yapabilmektir. Mü’min karanlık bir gecenin mehtabı gibi derin, hassas, cömert, cesur, ince ruhlu, müşfik ve munsif olmalıdır. Mevlanâ “gönül Kibriyanın nazargâhıdır” buyurur. İman bir gönül işidir. Merhamet bir gönül meyvesidir. Yeryüzündekilere merhamet edelim ki, gök yüzündekiler de bize merhamet etsin. Hadisi Şerif, Allah -celle celâlühû-in içi yanan bir köpeğe su veren günahkar bir kadını af ettiğini, kalp katılığından aç bırakıp ölümüne sebep olan ibadetli bir kadını ise cehenneme sevk ettiğini” bildirir.

– Efendim vakıfların da tarih boyunca büyük hayırlara vesile olduklarını görüyoruz. Bir bayır müessesesi olarak vakıf konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

– İnfakta müesseseleşme vakfı meydana getirir. Vakıf, mecazi mülkiyetin de Allah -celle celâlühû-‘a takdim edilmesi, temlik ve temellükden men edilmesi, Allah için ebedileştirilmesidir. Gaye yaratılan her şeye Allah -celle celâlühû- için şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilmektir. Canını ve malını Allah için hibe edebilme, cenneti satın alabilme gayretidir.

Vakıflar, vakıf insanların ömrü kadardır. Vakıf insanların nesli tükenince vakıfların da ömrü biter. Osmanlı’da 27000’e yakın vakıf vardı. Diğergâm insanlarla devam etti. Onların bitmesi ile ömrü tamamlandı. Dev bir imparatorlukta toplum bu vakıflarla içtimâi dengesini buldu. Aynı zamanda vakıflar toplumun merhamet abideleridir. İnfakların en güzel tevzi yerleridir. Bu gün buna ne kadar muhtacız Bu günkü toplumumuzda bu müesseselerin yeniden dirilmesi muhtaçlara, muzdariplere merhamet ve şefkat kucağı olması lazımdır. Acaba lüks yerlerde oturan bir vatandaş gecekonduda oturan bir insanın ızdırabını hissedebiliyor mu? Varlığından yaşantısından haberi var mı?

İnsan emanettir, eşya emanettir. Dünyaya ait her şey emanettir. Emanetin yerine teslimi rahmettir. İnfak yalnız maddi değildir. Rabbin ihsan ettiği her şey infak edilecektir. Yaşanarak tebliğ edilen İslâm en güzel bir infaktır. Ashab dünyanın en ücra köşelerine kadar iman sedasını duyurarak kendilerini İslâm’a infak etmişlerdir. Bu gün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ı bir hayat tarzı olarak dünyaya sunmak yine en güzel bir infaktır. Bu gün Türkiye’nin en önemli iktisadi buhranlarından biri olan enflasyonun nedeni maddi değil manevidir, insana verilen emanet teslim mahallini bulmayıp nefsâni arzular ve israfta ifna edildiği için Allah -celle celâlühû- bereketi alıyor. Mazlumun âhı geliyor. Huzursuzluklar birbirini takip ediyor. Zekât’ın, infakın toplumları nasıl yeşerttiği bizzat kendi tarihimizde isbat edilmiştir.

– Efendim bizim tarihimizde, cedlerimiz kendi kazançlarını ihmal etmedikleri gibi belki kendi kazançlarından ziyade komşularını düşündüklerini görmekteyiz. O insanların torunları olan bu günkü nesillere bireycilik ve çıkarcılığı ön plana çıkaran kapitalizm empoze edildi. Bunun neticesinde zengin ile fakir arasında da büyük bir kopukluk baş gösterdi. Bu gün için zenginlerimiz zekâtlarını tam olarak verecek olursa bunun toplum hayatımıza getireceği sonuç ne olur?

– Bütün müslümanlar zekâtlarını tam olarak verecek olurlarsa bir müddet sonra zekât verecek insan kalmayacaktır. Çünkü Allah Müslümanların bulunduğu bölgelere çok büyük nimetler vermiştir. En başta da petrol nimeti. Diğer yandan dünyanın en zengin bir-iki kişisi müslümanların arasındadır. Diğer müslümanlar da zengin durumdadır. Bugün öşür verilse, zekât verilse, hayvanlardan alınan zekât verilse toplumumuzda fakir ve muzdarip insan kalmaz diye tahmin ediyorum.

Ecdadımız bunun çok güzel örneklerini vermiştir. Büyük bir infak yarışında bulunmuşlar, hatta îsâra kadar gitmişlerdir. Her toplumun isâr beklenmez. Peygamberlerde, evliyaullahda ve bir de yücelmiş toplumlarda îsâr hareketleri vardır. Meselâ Hz. Ali ile Hz. Fatıma üç gün üst üste bir şey yemeden sadece su ile oruç tutmuşlar, tam iftar saati, kapılarına gelen miskin ve kölelere çöreklerini vermişlerdir.

Yine Yermuk seferinde şehid olmak üzere olan üç mücahide su götürülmüş, her biri diğer kardeşine götürülmesini istemiş, sonuçta hepsi de su içemeden şehid olmuşlardır.

Ömer radıyallâhu anh’ın Şam’a girerken kölesini bütün ısrarlara rağmen devesine bindirmesi dünyadaki büyük îsâr tablolarından biridir. İsâr dediğimiz “kendinden koparıp verme” yahutta “kendi hakkını kardeşine devretme” hadisesi, bu gün toplumumuzda yok gibidir. Ancak biraz daha zekâtın ötesine geçmek, infaka daha fazla yer vermek teşvik edilmelidir. Dini müesseselerin kurulması, İslâm’a hizmet edecek gayretli insanların yetiştirilmesi ümmet-i Muhammed’in istifade edeceği hastanelerin, şifâhânelerin, muzdariplerin kalacağı huzur evlerinin yapılması bu günkü toplum üzerine farzdır.

– Peki efendim zekât nasıl verilmelidir? Nelere dikkat etmek gerekmektedir?

– Zekât ve sadaka verilirken hakikaten şefkatle, merhametle, sanki kendinize veriyormuşsunuz gibi, “bu bir kader tablosudur ben de böyle olabilirdim” duyguları içinde olmalıdır. Yani kalbinizin durumuna göre zekât alanın da durumu değişiyor. Kalbinizdeki o hal ona in’ikas ediyor. Verirken kalbiniz ne kadar samimi olursa karşınızda da aynı samimiyeti hissedersiniz. Çok acele bir şekilde hemen verip döneyim derseniz alacağınız feyiz de ona göre olur. Takdim ediş tarzı da çok önemli. Allah’a takdim ediyor gibi, bir teşekkür edasıyla, bunun da Allah’ın kendisine verdiği bir lütuf olduğunun şuuru içerisinde verecek olursa manen alınacak hazz daha büyük oluyor. En güzel infak da fukaranın ayağına giderek kendisine verilmesidir. Farz bir ibadetten kurtardığı için hürmet ederek, teşekkür ederek verilirse tabii onun feyzi çok daha ayrı oluyor.

Bir de şu var, bizim de içinde bulunduğumuz Hüdai Vakfına pek çok zekât parası gelmektedir. Bazı kimselerin zekât parasını verirken çok daha huzurlu olunuyor. Demek ki paranın bir helâliyetinin sonucu. Bu da çok mühim bir nokta. Kimi insanın parası zamk gibi gelip en mühim, en zaruri yerlere yapışıyor. Yani kazanç tamamen tıyb, temiz bir kazanç ise alırken de verirken de hissediyorsunuz. Alan fukara da bin bir dualar ediyor. Bu işin mânevi tarafı.

Diğer bir husus sâil ve mahrumun, kişinin serveti üzerinde hakkı olduğunu Kur’ânı Kerim bize bildirir. Bu mahrumlar iffeti dolayısıyla isteyemeyen nezih insanlar, belli bir terbiye görmüş kimselerdir. Bu mahrumları ihmal etmemek lâzımdır. Onların dış görünüşlerine bakıp bunların ihtiyaçları yoktur deyip geri dönmemek lâzım.

-Yani ciddi bir araştırma gerekiyor?

– Gerekir elbette. Çünkü zekâtta taharrî şarttır. Zaten araştırma yapılmazsa, zekât yerine gitmezse o zekâtı yeniden vermek lazımdır iki şartı vardır zekâtın. Biri taharrîdir, araştırmadır. Diğeri ise temliktir. Yani mülk olarak edinilmesi lazımdır. Bu taharrî yapılmadan verilen zekâtların iadesi icap eder. Tabii yerine ulaşmamışsa.

– Peki efendim vakfa verilen zekâtlarda taharrî yükü kişiden düşer mi? Yani taharrî tamamen vakfa mı ait olur?

– Vakfa verilen zekâtlarda taharrî tamamen vakfa aittir. Hüdai Vakfının ekibi vardır. Ekip gidip mahallinde araştırma yapar. Evine bakar. Mahalledeki camiin imamından, muhtardan fakirin durumunu tedkik ederler. Zaten ondan sonrasında bir mesuliyet yoktur. Yani araştırma yapılıp, verilen paralarda bunların zekâta muhtaç olmadıkları sonradan ortaya çıkarsa, zekâtı tekrar iade etmek icab etmez. Tabii zekât yalnızca şahsa verilir, temlik şarttır. Hükmî şahıslara zekât verilmez. Bütün camiler, mektepler, Kur’ân Kursları, hastaneler zekâtla değil, infakla yapılır. Bunun için infakın İslâm’da çok önemli bir yeri vardır. Mesela Osmanlı’da kurulan 27 bin vakıf tamamen infaka dayalı vakıflardı. Ve pek çok hizmetin görülmesi bu vakıflar kanalıyla olmuştur. Su… Hastane… Yetimleri öksüzleri evlendirme vakıflarından tutun da, hamallara, kuşlara hizmet vakıflarına kadar akla hayale gelmeyecek vakıflar bunlar arasındadır. Meselâ Bezmialem Valide Sultan’ın bir vakfında Medine-i Münevvere’ye ve Mekke-i Mükerreme’ye Şam’ın tatlı suları develerle taşınacak ve susuz olan hacılara dağıtılacaktı. Bu gün buna hayalimiz bile varamaz. Bunlar büyük ruhların mahsulleridir. Osmanlı’da cami yapılırken yanına şifahâne, sebil ve medrese de yapılmıştır. Ve bütün bir toplumun ihtiyaçları cami kanalıyla tevzi edilmiştir. Halk hem mülkün Allah’ın olduğunu hissetmiş, hem de içtimâi denge hasıl olmuştur. Fakir ile zengin aynı mahallede oturmuşlar ve zengin evleri fakirlerin kucağı olmuştur. Fukara rahatlıkla derdini orada anlatabilmiş, yetim orada himaye edilmiştir. Zaten hendese olarak ta zengin ile fakir evi arasında pek fark yoktur. Zengin ile fakirin gönlü aynı atar ve birbirlerine karşı kardeşlikle bağlanırlardı. Zenginler, kendilerini farz ibadet lerden kurtardıkları, ayrıca sadaka ile belalardan ibtîlalardan kurtardıkları için fakirlere nezaketle, teşekkürle verirlerdi. Fukara da Allah’ın verdiği bu hediyelere zenginler vasıtasıyla geldiği için onlara teşekkür hissi içinde olurlardı.

– Efendim şüphesiz tarihimiz sayısız infak ve îsâr örnekleriyle doludur. Çok olmasa da günümüzde de ibretâmiz hadiselerle karşılaşıyoruz. Sizi çok etkileyen bir kaç hadiseyi anlatabilir misiniz?

– Öncelikle babam ve amcam hatırıma geliyor. Fukaraya bir şey takdim edecekleri zaman bunu en güzel bir şekilde ambalajını yaparlar, gayet güzel bir nezaketle, incitmeden gönül alarak takdim ederler. Alan da mesrur olur veren de. Biri Allah’dan geldiğini kabul ederek alıyor, diğeri de Allah’ın verdiği bu emaneti yerine vermiş oluyor.

Bir de Bosna-Hersek hadiselerinden sonra Ankara’dan bir kız öğrenci yemek kartlarını getirerek Bosna müslümanlarına bağışladı. İstanbul’da bir caminin önünde kış günü Bosna’ya yardım toplanıyordu. Ceketsiz gelen bir kaç talebe ceplerindeki son on bin liralarını torbaya attılar. Bunlar îsardır ve çok az görülür.

Hüdai Vakfından bir örnek vermek istiyorum. Vakıf olarak bir anne bir oğula yardım ediyorduk. Oğlu felçliydi, üniversiteyi bitirmişti. Bir gün anne geldi, vakfa teşekkür etti. Bundan sonra artık yardım almayacağım, benden daha muhtacına verirsiniz, dedi.Çünkü, dedi, benim oğlum vefat etti. Son aldığım parayla da çocuğumun cenazesini kaldırdım. Şimdi benim tek kuru başım kaldı. Onu nasıl olsa kendi başıma idare ederim. Bana vereceğiniz parayı bizim eski durumumuz gibi muhtaç olan bir aileye verirsiniz” dedi. Bu da bir îsârdır. Yani kendi imkanını koparıp başka bir aileye takdim etmesidir.

– Bu güzel sohbet için çok teşekkürler ediyorum, efendim.