Ruh ve Cesed (Pâdişâh ve Câriye)

2000 – Nisan, Sayı: 170, Sayfa: 028

Mükerrem ve mükemmel yaratılan insan, diğer mahlûkattan farklı olarak iki rûhtan ibarettir. Biri, bütün mahlûkatta mevcûd olan “cân”dır ki, cesedle beraber son bulur. Diğeri ise:

“Ona rûhumdan üfürdüğüm…” âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu vechile Cenâb-ı Hakk’dan gönderilen keyfiyetli rûhtur ki, cesede, ana karnındaki gelişmesinin belli bir safhasında dâhil edilir. Bu rûhun bir adı da “rûh-i sultânî”dir. Cesedin aslı ise topraktandır.

Her şeyin aslına rucû etme temâyülü fıtrî olduğundan beden, topraktan hâsıl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun toprağa kalbolmasıyla sükûnet bulur. Rûh ise ilâhî nefhadan vücûda geldiğinden onun meyli de ulvîlikleredir. Hayat da, her insanda rûh ve beden arasında ebedî bir cidâle sahnedir. Rûhun asliyetinden doğan temâyüllerle bedenin asliyetinden doğan temâyüller arasındaki mücâdelenin neticesi, bir insanın “aşağıların en aşağısı” ile “yücelerin en yücesi” arasındaki istikrar noktasını sağlar.

Aşağıdaki hikâyede Hazret-i Mevlânâ, insan bedenindeki rûh ve nefis olarak bu iki zıddıyetin birbirlerine tahakküm mücâdelesini, kavgasını ve yekdiğerini te’sîr altına alabilme gayretlerini temsîlî bir hikâye ile şöyle sergiler:

Her bakımdan saltanat sahibi bir pâdişâh vardı. Birgün saray erkânından yakınlarıyla birlikte ava çıkmıştı.

Yolda giderken güzel bir câriyeye rastladı. Câriye o kadar güzeldi ki, pâdişâhı can evinden yaraladı ve bir anda kendisine râm etti. Ava giderken avlanmış bulunan pâdişâh, içine düştüğü sevdâ ateşinden biraz olsun serinleyebilmek için büyük meblağlar vererek câriyeyi satın aldı. Zîrâ bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, pâdişâhın da canı beden kafesinde öylece çırpınmaya başlamıştı.

Şimdi ise, câriyeyi satın alıp arzusuna kavuştuğu için kendine göre seâdeti bulduğunu zannediyordu. Ancak onun bu sürûru uzun sürmedi. Câriye, müthiş bir hastalığa yakalandı ve gün geçtikçe mum misâli erimeye başladı. Kurumuş ve sararmış bir sonbahar yaprağına döndü. An geldi yataktan kalkamaz oldu. Çâresiz ve dertli pâdişâh, ne kadar mâhir ve meşhûr hekim varsa, hepsini topladı ve onlara:

“-Benim de, câriyemin de hayatı sizin elinizdedir.” diyerek bu derde devâ bulmaları için türlü diller döktü.

Makamının husûsiyetini dikkate almadan acziyyet içinde yalvardı.

Hekimler de, mağrûriyetle:

“-Sultânım! Her birimiz tabâbette zamanın Îsâ’sıyız! Bil ki elimizde devâsı olmayan bir dert yoktur!” dediler.

«İnşâallâh» demediler. Ancak bu benlikleri kendilerini rezil ve rüsvây eyledi. Zîrâ yaptıkları ilaçların faydası şöyle dursun, câriyenin hastalığını bir kat daha artırdı. Zavallı câriye kıl gibi zayıfladıkça zayıfladı, tamamen bîtâb düştü.

Bunu gören pâdişâh, üzüntüye boğuldu. Çöl gibi kavrulan bağrından çıkan feryâd ü figânları, boğazını düğüm düğüm eyledi.

Bütün dünyevî hekimlerin aczi üzerine nihâyet pâdişâhın aklı başına geldi ve mescide koşarak mihrabda secdelere kapandı. Gözyaşlarıyla yeri sırılsıklam ederek Rabbine ilticâ etti:

“Allâh’ım! Sen kalblerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakîkî derman olan! Beni kapından çevirme!” diye yalvardı, yalvardı, yalvardı..

Pâdişâhın bu deryâlar gibi coşkun yalvarışı karşısında Allâh’ın lutuf ve merhamet deryâsı da coşmaya başladı. Zîrâ samîmî gözyaşı, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi cezbeden bir müessirdi. Öyle ki, bîçâre pâdişâhın duâsının kabul buyurulmasına da müessir oldu ve Cenâb-ı Hakk, ona sâlih ve has kullarından birini, yâni ilâhî bir rehberi tedâvî için göndereceğini ilhâm etti.

Pâdişâh neş’e ve sürûr içinde saraya koştu ve öteler âleminden gönderilen misâfirin gelmiş olduğunu gördü. Nûrundan gözleri kamaştı. Zîrâ onun nûru karşısında güneşin aydınlığı bile sönük bir duman gibi kalıyordu. Pâdişâh, büyük bir hayret ve hayranlıkla âdetâ başsız ve ayaksız bir hâle gelmişti. Gönlünde apayrı hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o şerefli misâfire:

“-Benim asıl sevdiğim, o câriye değil, sensin. Fakat dünyâda iş işten çıkar. Allâh’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” dedi.

O nûr yüzlü kudsî misâfiri muhabbetle kucakladı. Canının içine soktu. Bir yandan o zâtın elini, alnını öpüyor, bir yandan da: «Acabâ halkın gözünde perde mi var ki, bu hakîkate âmâdırlar? Nasıl oluyor da bu kadar parlak bir mehtabı görmüyorlar?» diye düşünüyordu. Böylece târifsiz bir sürûra garkolarak: «Düştüğüm iptilâya sabır ve tahammül ile ne büyük bir mânevî hazîne buldum.» dedi. Sonra ona derdini açtı:

“-Ey bana Rabbimin hediyesi! Ey «Sabır, sürûrun anahtarıdır.» hadîsinin canlı mânâsı! Hoş geldin! Anladım ki, sensiz başımıza ne kazâlar ve belâlar yağar. Şu geniş olan semâlar bile daralır da bizi sıkmaya başlar. İşte düştüğüm dert!..” diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanına götürdü.

Bu hekim, bir mâneviyat sultanıydı. İnce düşünüş ve firâset sahibiydi. Hakk’ın nûruyla hastaya daha ilk bakışta teşhîsini yaptı:

Câriye bir gönül hastasıydı. Çünkü onun vücûdunda gerçekte hiçbir hastalık yoktu. Ancak gönlü yaralı, gamlı ve perîşândı.

Durumu sultana kısaca hulâsa eden mânevî hekim, câriyeyi konuşturabilmek için oradaki herkesi dışarı çıkardı. Sonra onun nabzını tutarak çeşitli suâller sormaya başladı. Memleketini, başına gelen cevr u cefâları, belâları v.s. her şeyi sordu. Zîrâ ancak böylelikle câriyenin kimseye açmadığı mahrem sırlarını çözecekti. Nitekim “Semerkand” adı geçtiğinde câriyenin nabız atışı hızlandı. Yüzü kızardı ve sarardı. “Kuyumcu” sözü geçtiğinde de kendini kaybedecek kadar sırrını ele verdi.

Arzu ettiği malumatı edinen mânevî hekim, sultandan derhal o kuyumcuyu getirtip câriyeyi ona vermesini istedi.

Pâdişâh, çâresiz bu talebi yerine getirdi.

Böylece sevdiğine kavuşan câriye, gün geçtikçe iyileşmeye başladı ve bir bahar dalı gibi eski güzellik ve letâfetine kavuştu.

Asıl maksadı pâdişâhın derdine devâ bulmak olan mânevî hekim, mânevî vazîfesinin diğer kısmına geçti.

Kuyumcu için gâyet te’sîrli bir şerbet yaptı. Kuyumcu, şerbeti içti ve bir anda kızın gözü önünde yavaş yavaş erimeye başladı. Zayıflayıp çirkinleşti. Baştan aşağı çirkinlik timsâli oldu. İzâfî güzellikleri kayboldu, abesleri ortaya çıktı.

Gün geçtikçe tükenen kuyumcu, nihâyet câriyenin gözünden düştü ve bir müddet sonra da ölerek toprak altına girdi. Böylece bîçâre câriye de, düştüğü dünyevî iptilâlardan arındı, tertemiz oldu.

Mesnevî’de anlatılan bu hikâye, haddi zâtında iki ayrı cins arasında geçen bir aşk değildir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-‘un, hikâyeye başlamadan evvel beyân buyurduğu gibi bu hâl, aslında bizim hâlimizin hikâyesidir.

Yâni bu hikâye, rûhun Allâh’dan bu ten kafesine üflendikten sonra insan için başlayan imtihanlarla dolu binbir hikmetli mâcerâyı ihtivâ eder. Diğer bir ifâdeyle içimizdeki Mûsâ ile Firavun’un hikâyesidir.

Rûhun rûhânî bir âlemden ayrılıp bu âleme gönderilmesi ve beden elbisesine büründürülerek bir nefis ıslâhı ile tekrar vahdet âlemine döndürülmesi, bu hikâyenin vak’aları dolayısıyla ârifâne bir şekilde ortaya konulmaktadır.

Dolayısıyla hikâyede geçen pâhişâh, Allâh tarafından insana nefhedilmiş olan rûh-i sultânîyi temsîl eyler.

Câriye, nefsin sembolü; kuyumcu da, nefsin bir ömür peşinde sürüklendiği hevâ-hevesler, dünyevî rağbetler, eskiyen, zevâl bulan geçici câzibelerdir.

  Hekim ise, Rabbanî tabîb, yâni mürşid-i kâmildir.

  Buna göre insanın hikâyesi şöyledir:

  Vuslat sarayından ayrılan pâdişâh, yâni rûh-i sultânî, çıktığı mârifet avında önüne çıkan câriyeyi, yâni nefsi görünce kendi mevkî ve şerefini unutarak onun câzibesine kapılır. O anda yaratılış gâyesi olan kulluk ve mârifeti unutur. Âdetâ kendisi avlanır ve nefsinin esiri olur. Onun isteklerini yerine getirip nefsini memnûn etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya başlar.

Ancak nefs, tabîatı îcâbı olarak gözü dâimâ aşağılardadır. Esfel-i sâfilîne doğrudur. Orayı seâdet zanneder. Onun kuyumcuya olan aşkı, dünyevî istekleri, altın ve gümüşü fazla sevmesi, onlara kul köle olmasını ifâde eder. Nefis, bu yönüyle rûha bir tek nazar bile etmemektedir. Yâni rûh ne kadar onun arkasından koşarsa, nefs ondan o kadar uzaklaşmaktadır.

Bundan muzdarip olan rûh da, onu birçok hekimlere gösterir. Hepsi de âciz kalır ki, bunlar mâneviyata ehil olmayan kimseleri temsîl eyler. Zîrâ onlar, derûnî dâvâlara çâre bulamazlar. Oysa hâzık bir hekime, yâni Rabbanî rehbere ihtiyaç vardır. Nitekim gerçek bir şeyh-i kâmili bulduğunda rûh, onda Allâh’ın nûrunu seyreder: «Benim gerçek mahbûbum sensin!» der ve daha evvel gönül verdiği nefsin pençesinden kurtulmak için onun verdiği talimatları harfiyyen yerine getirir. Böylece perestiş ettiği dünyâ nîmetleri onun gözünde aşağılanır, kalbini tatmîne medâr olacak muhabbetullâha tevcîh gerçekleşir. Hikâyemizdeki kuyumcunun hâzık tabîb, yâni mürşid-i kâmil tarafından çirkinleştirilmesi, bu hikmete mebnîdir. Mürşid, müridin terbiyesinde kalbi dünyevî iştihâlardan temizleyebilmek için o kalbde böylesine yer eden fânî sevgilileri Cenâb-ı Hakk’ın “er-Rakîb” ism-i şerîfinin tecellîsi ile aşağılatıp gözden düşürür. Bu bakımdan Rabbanî hekimin kuyumcuya verdiği şerbet, onun ilk bakışta gözlere gizli kalan asıl çehresini göstermek içindir ki, bununla Rabbanî hekim âdetâ şöyle demek ister:

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”

“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Her fânî bu mâcerâyı yaşar. Her şeyin kemâl ve cemâli zevâle mahkûmdur.”

“Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmağa başlamış bir halde görürsün!”

“Ey yağlı ballı yemekler ve nefis gıdâlar görüp imrenen! Kalk helâya git de onların âkıbetini gör!”

“Bir ömür boyu peşinden koştuğun fânî alâka ve rağbetlerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını seyret; ibret al!..”

“Bu fânî âlem, sana tuzağını kurmuş ve o vâsıta ile nice ham ervâhı aldatıp perîşân etmiştir.”

“Aklını başına alıp sen ona tuzağını kur ve hüsrânın elinden kurtulmaya çalış!”

“Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!”

Mânevî hekimin bu nasîhatlerini işiten nefis de, nihâyet bütün istediklerinin fânî ve gel-geç boş arzular olduğunu kuyumcunun eriyip ölmesi, yâni gönülden kaybolması neticesinde dünyevî bütün ihtiraslarından sıyrılarak temizlenir, rûha lâyık bir mahbûb olur. Anlar ki, ehl-i irfânın verdiği zehir bile canlara safâ, rûhlara gıdâ bahşetmektedir. Yâni onların sunduğu iksîrler, gönlün ve nefsin içinde çöreklenen ve zaman zaman şâha kalkan nice sinsi yılanları ve zehirli akrepleri bertaraf eyler ve kul Hakk’ın gönül sarayındaki yerini bulur.