Rızâ

1998 – Nisan, Sayı: 146, Sayfa: 021

Mâsivâ, yâni Allâh’dan gayrı bütün varlıklar, en basitinden mükemmeline doğru bir hiyerarşiye tâbî olarak yaratılmıştır. Bu hiyerarşinin zirve noktası insandır. Çünkü o, Rabbin bütün celâl ve cemal sıfatlarından nasîb almış bir varlıktır. Bundan dolayı hayır ve şer, iki kutup, iki ayrı ve zıd temâyül ile techîz olunmuştur. Allâh’da zât-ı ulûhiyyetine mahsus bir vasıfta ve sükûnet hâlinde bulunan celâl ve cemal tezahürleri, insanda ebedî bir çatışma hâlindedir.

Eğer âdemoğlu, irâdesini müsbet temâyülleri geliştirmek istikâmetinde kullanabilir ve kalbin tasfiyesi ile şahsiyetinde hayrın galebesini sağlarsa, bundaki başarısı nisbetinde Rabbine yaklaşır. Gönüller, yolun sonuna gelen bir gurbet yolcusu gibi, âdetâ Rabbine kavuşmanın seâdet ve heyecânını yaşar.

Böylece kul ile Allâh arasındaki mesâfe kısalarak hayâtın gurbet olma vasfı zaafa uğrar. İdrâkte, en derin ve en köklü ızdırâbın kaynağı olan Allâh’dan uzak olmanın doğurduğu elemler, aslında hep aynı kalsa bile azalmaya başlar. Hattâ bu temel ızdırâbın üstüne ilâve edilen beşerî ızdırâbın doğurduğu kederler dahî, Rabb ile beraber olmanın sürûru içinde âdetâ hissedilmez hâle gelir. Dünyevî elem ve ızdıraplar, sanki narkoze edilmiş olur.

Hazret-i Alî -radıyallâhu anh-‘ın, baldırına saplanmış olan bir oku, Rabbe en yakın olduğu namaz ânında çıkarttırmasındaki incelik, bunun pek bâriz bir misâlidir.

İdrâk, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye neticesinde seviye kazanınca, kul, kalb-i selîm sâhibi olur. O zaman büyük bir neş’e ve istiğrâk ile:

“Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül, yâhud diken!” beytindeki inceliğe erer.

Bu hâle gelen kimselerin kalb gözleri açıldığından sebebe ve vâsıtaya ehemmiyet vermezler. Hakîkî ve nihâî müsebbib ve san’atkârda, yâni Hâlık Teâlâ’da fânî olmaya gayret ederler. Bu kemâle ulaşamayanlar ise, ara sebeblerden birine takılır kalır. O sebebler ki, gönle bir olta olan Leylâ mesâbesindedir, Mevlâ’ya ulaşmaya mânî olur.

Nefsânî ve dünyevî temâyülleri aşan dertli Yûnus, gönlün merhalelerini ve kendisinin Hakk’da fânî oluşunu ne güzel ifâde eder:

Sûfîlere sohbet gerek,
Ahîlere ahret gerek,
Mecnûnlara Leylâ gerek,
Bana seni gerek seni!..

Bu kemâle ulaşmanın en feyizli vâsıtası, birer ızdırap kaynağı olan iptilâlardır. Bundan dolayıdır ki hadîs-i şerîfde de ifâde buyurulduğu gibi insanların iptilâlara en çok muhâtab olanları, peygamberlerdir. Çünkü onlar, ümmetlerine nümûnedir. Vazîfeleri îcâbı Rabbe en yakın bir mevkîde bulunmak durumundadırlar ki, bu yakınlık mevkîinin zemîni de, dosta bağlılık derecesini ölçen iptilâlardır. Nitekim aşırı sürûr ve aşırı ızdırap gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip rızâ ve bunun neticesi olan sabır ve tevekkül sâhibi olunması sâyesindedir ki, peygamberlerde hayâl edilmez bir tahammül müşâhede olunur.

Bunun içindir ki, gönle gelen sürûra râzı olup da gam ve kederden hoşnudsuzluk aslında doğru değildir. Fakat insan, kemâlâtın zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaafdan kolay kolay kurtulamaz. Hazret-i Ya’kûb, oğlu Hazret-i Yûsuf’un hasret ve ızdırâbını sînesine gömebildi: “Bana sabr-ı cemîl düşer!” diyebildi ise, O, bunu peygamberlik sûretinde tecellî eden kemâlâtın zirvesinde bulunmaya borçlu idi. Gerçekten O, hâlini Rabbinden başka kimseye açmadı. Böylece hasreti, vuslata inkılâb etti.

Hadîs-i şerîfde nakledilmiştir ki, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Cebrâîl’e sordu:

“-Ya’kûb’un Yûsuf’a hicrânı ne dereceye varmıştı?”

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“-Evlâdını kaybeden yetmiş ananın toplam hicrânına!.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-O hâlde onun sevâbı ne kadardır?” deyince, o da:

“-Yüz şehîd sevâbıdır. Çünkü o, Allâh’a bir an bile sû-i zan etmedi…” dedi. (Hak Dîni Kur’ân Dili, V, 83)

Yâni gamlar ve çileler, hayâtta şâd olmaya mânî gibi görünürse de, öyle değildir. Sabretmesini, Allâh’dan gelenlere rızâ göstermesini bilenler için belki daha büyük bir sürûra ulaşmak içindir.

*

Gam, çile ve ızdırâb, nefsânî temâyülleri zaafa uğratan ve neticede insan rûhunu yücelten en büyük müessirdir. Bundan dolayıdır ki, insanlara yol göstermeye me’mûr olan hakîkat ve gönül erleri, mutlakâ şiddetli bir ızdırâbın haddesinden geçerler. Izdırâbın en kazandırıcı vâsıtası ise, aşktır. Bu sebepledir ki şâir:

“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,

Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni!..” demiştir.

Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-‘ın asâsının karşısında acze düşen sihirbazlar:

“-Biz Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine secde ediyoruz!” dediler.

Firavun, onları tattıracağı ızdırap ile tehdîd etti:

“-Sizlerin kollarınızı ve ayaklarınızı çapraz kestirerek hurma dallarına asarım! Ölümün en acı şeklini sizlere tattırırım!” dedi.

Sihirbazlar cevâben:

“-Senin fiilin (çektireceğin ızdırab), bize bir zarar vermez! Nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz!”

deyip dünyevî ızdırapların gel-geç ve fânî olduğunu ahmak Firavun’a âdetâ telkîn ederek, onun tehditlerine meydan okudular. Çünkü büyük bir hakîkate ulaşmanın rûhî sürûru, -evvelce temas edildiği gibi- ulvî ızdırapları idrâkte küçültür, ehemmiyetsiz kılar.

Önce ülû’l-azm bir peygamber ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar, yüce hakîkati idrâk edince, büyük bir îmân vecdi içinde Mûsâ -aleyhisselâm-‘ı tasdîk ettiler. Büyük bir îmân heyecanı ile şehâdet şerbetini içmeyi tercîh ettiler. Dünyâya âid ızdıraplara büyük bir tevekkülle meydan okuyarak, ilâhî sonsuzluk yolculuğunun seyyâhı oldular. Böylece işkence gibi gözüken bir zulüm, onlar için ebedî kazanç vâsıtası oldu. Hakk’dan gelen kahrı da lutuf olarak kabûllenen sâlihlerden oldular.

Firavun ise, iblîs gibi gurûruna mağlûb olarak âşikâr hakîkati inkâra devâm etti.

*

Sâdıklar için Hakk’ın cefâsı, bu geçici hayâl ve serap âleminin sürûr ve bayramlarından bin kere evlâdır! Onlar, avâmın yöneldiği lutuf zannedilen şeylerden el çekmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ güzel tasvîrlerine devamla:

“Avâm için tamamiyle lutuf olan şeyler, nâzenînler, yâni ehlullâh için kahırdır.”

“Şu halde halk, belâ ve elem çekmeli ki, bunlar arasındaki farkı anlasın!” buyurur.

Hastalığının en şiddetli günlerinde Eyyûb -aleyhisselâm-‘a hanımı Rahîme hatun:

“-Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertlerden halâs olsan!” deyince Eyyûb -aleyhisselâm-:

“-Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme hatun:

“-Seksen yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb:

“-Ey Rahîme! Şiddet ve belâ zamânı en az sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim.. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken, biz O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?! Ben Rabbimden râzıyım!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm-‘ın bu ifâde ve hâli, rızânın en güzel örneğini sergiler. Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalandığı sırada, bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyet eder bir duruma düşmemek ve takdîre rızâda îcâb eden sabrı göstermek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arzetmekten, sıhhat ve âfiyet istemekten bile çekinmiştir. Nihâyet zevcesinin ısrârı ile sadece:

“Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” diye niyâzda bulunmuştur.

Bu duâ üzerine Allâh Teâlâ, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırâsı olmak üzere onun derdini gidermiş ve hastalığına şifâ vermiştir. Böylece sabır, şükür, teslîmiyyet ve aşkullâhın neticesinde eski zinde hayâtı Eyyûb -aleyhisselâm-‘a iâde edilmiştir.

Allâh Teâlâ, Hazret-i Eyyûb’u, bütün bu olup bitenler sırasında rızâ hâlinde sabırlı bir kul olarak bulduğunu beyan buyurmuştur.

Eyyûb -aleyhisselâm-‘ın sabrı ve rızâ hâli, Hakk yoluna giren sâlik ve dervişlerin nasîb alacağı en güzel bir örnektir.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in Tâif’de katlandığı ızdırap ve çile, hiçbir kula nasîb olmayan “Mi’râc” hâdisesinin zemînini teşkîl ediyordu.

Bir başka tecellîye mazhariyetle Halîlullâh kılınan İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın hâli de, Hakk’a meclûbiyetin daha değişik bir tezâhürünü arzeder:

İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılırken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi:

“-Bir hâcetin var mı? Benden bir arzun var mı?” dedi.

O da:

“-Hâcetim var, ama sana değil!” dedi.

Sonra Cebrâîl’e sordu:

“-Ateşe yakma gücünü veren kimdir?”

Neticede, İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın Allâh’a olan aşkının tecellîsi, dünyâ ateşini bir anda helâk etti. Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-‘da eşyânın isimlerinin sırları tecellî etmiş ve O, Hakk’da fânî olmuştu.

*

Hakk’da fânî olan evliyâullâh için Allâh’dan ister lutuf, ister kahır, ne gelirse gelsin, hepsi kulun yükselişinin hayrına delâlet eder. Kahırlar, çileler ve ızdıraplar, onlar için bir lutuftur. Aynen Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi Cebrâîl’i dahî vâsıta olarak kullanmaktan imtinâ ederler. Çünkü onlar, Hakk’ın mazharı olmuşlardır. Işığa nâil olmak için kendini helâk eden kelebeklerden bir farkları kalmamıştır.

Ancak şuna dikkat etmek lâzımdır ki;

Hazret-i İbrâhîm’i yakmayan ateşi örnek alarak, bir kimsenin kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise hüsrândır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bu husûsu şöyle açıklar:

“Allâh yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrâhîm’lik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrâhîmler’i tanır ve yakmaz!..”

Hâsılı bir kimsenin, kemâl sâhibi ve makâmı yüce gerçek büyüklerle kendisini kıyâslaması, yersiz bir cehâlet ve tehlikeli bir âkıbettir.

Bize düşen, tedbîr imkânları içinde çârelere başvurmak, neticesine tevekkül etmek, Allâh’a sığınmaktır.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Allâh katındaki mevkîini bilmek isteyen, Allâh Teâlâ’nın kendi indindeki mevkîine baksın! Zîrâ Allâh Teâlâ, kulunu, onun kendisini indirdiği mevkîye indirir!” (Hâkim, Câbir’den)

Şu misâl bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Hârise -radıyallâhu anh-‘e sordular:

“-Yâ Hârise! Nasıl sabâhladın?”

Hârise:

“-Hakîkî bir mü’min olarak!” cevâbını verdi.

Bu defâ Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Yâ Hârise! Senin îmânının hakîkatinin delîli nedir?” dedi.

Hârise -radıyallâhu anh-:

“-Yâ Rasûlallâh! Nefsimi dünyâdan çektim. O kadar ki, dünyânın taşı ile altını, çamuru ile gümüşü, (gam ile sürûru) bana müsâvî oldu. Gecelerimi uykusuz, gündüzlerimi susuz geçiriyorum. O hâle geldim ki, şimdi Rabbimin arşını âşikâr bir şekilde görür gibiyim…” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Tamam yâ Hârise! Gönlünü bu hâliyle muhâfaza et! İşte istikâmet budur!..” buyurdular.

İşte bu hâl, âyet-i kerîmede:

“Allâh onlardan râzıdır, onlar da Allâh’dan râzıdır.” (el-Beyyine, 8) diye ifâde buyurulan sâlihlerin hâlidir.

Hakk yolunda insanın varabileceği en yüce makâm, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki, bu da kulun Allâh’dan râzılığı ve O’na teslîmiyyetinin bir mükâfâtıdır.

Rızâ, muhabbetin nihâî meyvasıdır. Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi sevgisi nisbetinde kucaklar. Hattâ âşık, elemin acısını duysa bile buna o kadar râzıdır ki, ızdırâba rağbet ve heves dahî edebilir. Bu, ilerde alacağı mükâfât için şimdiki geçici eleme râzı olmaktır. Nitekim Şakîk-i Belhî:

“Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmağa heves etmez!” demektedir.

Çünkü şifâ için hastalar, ilâcların acılığına aldırmaz, hattâ çok ağır ve riskli ameliyatları bile kendi istekleriyle kabûl ederler.

Ancak rızânın daha üst mertebesi, mahbûbun gönlünü hoş etmek maksadına bağlıdır. Rabbin rızâsı ise, cennet nîmetlerinden daha üstündür. Bu makâmda kulu saran kavurucu aşk, onu acıyı duymayacak bir âlemde yaşatır. Bu mest hâli, bütün dünyevî elemlerin ömrünü tüketir.

Bütün bu ahvâle rağmen şu husûsu da îzâh etmek gerekir:

Izdırap ve çilelere rızânın mükâfâtının büyük olmasına bakarak Hakk’dan belâ ve musîbetle imtihân istenmemelidir. Çünkü kul, kendisinin taşıyabileceği yükün vüs’atini iyi tâyin edemeyebilir ve üstesinden gelemeyeceği sıkletlerin altında eziliverir. Ama Hakk’dan gelirse, bilmelidir ki Cenâb-ı Allâh, hiçbir kula çekemeyeceği bir şeyi yüklemez!

Ayrıca günâh işleri ve insanı fıska götüren şeyleri kabûllenmek de rızâ değildir. İsyân, fücûr ve küfre rızâ, en büyük gaflet ve cehâlettir. Bu husûsda sayılamayacak kadar îkâz-ı ilâhî vardır:

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler!” (Âl-i İmrân, 28)

Yâni kötülüklere ve kötülere karşı sükût, rızâ değildir.

Büyük zâtların nasıl yüce bir kemâlât sâhibi mümtaz şahsiyetler olduklarına dikkat edildiğinde, hepsinin de, binbir çile, elem ve ızdırap ateşleriyle kavrularak bu olgunluğu elde ettikleri müşâhede edilir.

Şâyân-ı dikkattir ki, gönül dünyâlarını rûhâniyeti ile aydınlatan büyük velî Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri, mürşidi Emîr Külâl -kuddise sirruh- tarafından, yedi sene insanlara hizmet etmek, yedi sene herkesin uzaklaştığı hasta hayvanları tedâvî etmek, yedi sene de insanların gelip geçtiği yolları temizlemek gibi vazîfelere me’mûr edilmişti. O da bütün bunları vecd içinde îfâ etti. Nihâyet bu hizmetlerdeki cefâlar, çileler ve ızdıraplar, O’nu erişilmez makâmların ilâhî esrârına müstağrak kıldı. O’nun bu ulvî makâmını, şu mısrâlar ne güzel göstermektedir:

Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşî ben yaman!

Ancak ızdırap ve cefâlar, intibâha (uyanmağa) sebep olamazsa, ehl-i dünyâ, yâni nefs-i emmârenin arzusu yolunda yaşamayı seâdet sananlar, nefsin azgınlığının pençesinde helâk olurlar. İşte ehlullâha göre hakîkî kahır budur.

Dünyânın geçici câzibesine ve aldatıcı nağmelerine kanmamalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zevce-i muhteremeleri Hafsâ vâlidemiz, Allâh Rasûlü’nün dünyâya tavır koymasının bir misâlini şu şekilde anlatır:

“Biz kilimi ikiye katlar da O’na yatak yapardık. Bir defâsında dörde katlamıştık da, gece namaza kalkamamış ve: {REF altına ne serildiğini} sorarak, her zamanki serginin serilmesini taleb etmiş, istirâhatı ile fazla meşgûl olunmasından hoşnûd olmamıştı.” (Tirmizî, Şemâil, 261)

*

İlâhî ünsiyetin yolu muhabbettir. Sevilenleri taklîddir. Sevenler, sevdiklerinden geleni hoş karşılamak mecbûriyetindedirler. Sevenler, sevdiklerini dillerinden ve gönüllerinden düşürmezler. Îmân hayâtının zevk u safâsını yaşamak isteyen gönüller de, zikri, kalblerinde devâm ettirirler. Ayakta, otururken, yatarken zikirde bulunup semâvât ve arzın yaradılmasındaki ince, nâzenîn hikmetlere dalarlar da:

“Yâ Rabbî! Bunları boşuna ve abes yaratmadın! Noksanlardan münezzeh bir sübhânsın! Cehennem azâbından bizleri koru Allâhım!..” (Âl-i İmrân, 191) derler.

Allâh Teâlâ da, kendisinden bu şekilde râzı olan her kuluna:

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin ve sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!..” (el-Fecr, 28-30) buyurur.

Onları ebedî nîmetleriyle taltîf eder ve cemâliyle müşerref kılar.

Yâ Rab! Bizleri rızâna nâil olan mütevekkil ve teslîm ehli kullarından eyle!

Âmîn!..