Ramazan-ı Şerif Sohbeti (4)

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 4

Kalp dâimâ sayısız vitrinler seyrediyor. Her şey ayrı bir vitrin. Neyi görsek ayrı bir vitrin. Kalbin hangi vitrini seyrettiğine dikkat etmemiz lâzım. Rahmânî vitrinler mi seyrediyor, yoksa şeytânî vitrinler mi seyrediyor?

Rahmânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü rûhânîleşir. -Allah korusun- şeytânî vitrinler, yani nefsânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü ise nefsânîleşir.

Nasıl parmak izi maddî bir kimlik ise, her müʼminin iç dünyası da ayrı bir kimlik. O ayrı kimlikle kıyamet günü kabirlerimizden kalkacağız.

Bizden rûhânî tefekkür istenmektedir. Lâkin insan, bu rûhânî tefekkürünü devam ettiremezse, o da maalesef tefekkür istîdâdını nefsinin girdaplarında, anaforunda helâk etmiş olur.

Niye bu tefekkür? Cenâb-ı Hak niye bu kâinâtı bu kadar ince, zarif, insan idrakine tutulmuş bir ayna mesâbesinde Cenâb-ı Hak halketti?

Zira duyuşlar derinleşecek. Şükür artacak:

“–Yâ Rabbi! (diyecek.) Beni bir hiçten meydana getirdin. Sıfır sermâye ile dünyaya geldim. Her şey Senʼin lütfundur…”

Tefekkür artacak. Şükür artacak. Ve kalpte esmâ tecellîleri derinleşecek, cemâlî esmâ tecellîleri. Kalpler, cemâlî tecellîlerin bir mazharı hâline gelecek. Ve netice âhiret endişesi artacak.

Bu kadar nîmet, bu kadar ihsan, bu kadar ikrâm-ı ilâhî… Benim vazifem nedir? Kulluğum nedir? Cenâb-ı Hak bir de bize son nefes, bize Hâdî, hidâyet şeyiyle (tecellîsiyle) geldik dünyaya. Fakat son nefeste Cenâb-ı Hak bize garanti vermiyor.

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ : “…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Yani bu talebeliğimizin neticesinde, diplomamız; müslüman olarak can verebilmek. O da bir sefere mahsus. Yani o bir kaybedersek bir tekrarı yok. Onun için hayatımızın her ânı bir teyakkuz hâlinde geçirmeye mecburuz.

Yine Cenâb-ı Hak Yusuf -aleyhisselâm-ʼın bir duâsını bildiriyor:

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

“…(Yâ Rabbi!) Benim müslüman olarak canımı al. Ve beni sâlihler arasına kat.” (Yûsuf, 101)

Rûhânî tefekkür insana dâimâ huzur verirken, nefsânî tefekkür ise ihtirasları artırır, insanın kalbini yorar.

Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor? Bu kadar nîmet, bu kadar ihsan karşısında? Kalb-i selîm istiyor. Nedir kalb-i selîm? Rafine olmuş bir kalp.

Nasıl bir zeytinyağını bir şeyden geçirirler, süzgeçten, en tatlı hâle gelsin diye. Petrolü bir süzgeçten geçirirler, ayrıştırırlar, faydalı hâle gelmesi için.

Kalp de o şekilde olacak. Kalp, Allahʼtan uzaklaştıracak her şeyden rafine edilecek, tezkiye edilecek, tasfiye edilecek. Kalp, kalb-i selîm olacak. Cenâb-ı Hak bu kalb-i selîmi Dâruʼs-selâmʼa, kulu Cennetʼe dâvet ediyor.

“Kalb-i münîb” buyruluyor. Kalp, artık hep hayırda gidiyor. Nasıl insan ateş üzerine gitmez, bu kadar nefsânî arzuları bertaraf ediyor, dâimâ bir hayır hasenat üzere kalp. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşma gayreti içinde.

Yine “Veʼl-Fecri”de “nefs-i mutmainne” buyruluyor. Allah ne verdi? Akıl, izʼan, idrak, göz, kulak, ağız vs. hepsini Allah yolunda istikâmetdirmek.

Mânevî olarak da dünyada değişen şartlar… O şartlarda kul, râdıye, Allahʼtan kul râzı olacak. Neden, niçin, neden bu çıkmaz sokaklarda dolaşmayacak.

“–Yâ Rabbi! Senʼden râzıyım.” diyecek.

Merdıyye; kul da Allahʼtan râzı olacak.

(Sâlih) kullarıma katıl ve Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyrulacak.

Cennetʼe girenlere:

“سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ” (ez-Zümer, 73) buyruluyor.

“Selâm size!” Cennetʼin bekçileri:

سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ

“Selâm size! Tertemiz geldiniz, artık ebedî kalmak üzere girin buraya.” (ez-Zümer, 73) diyecekler.

Orada artık bitmeyen “يَوْمُ الْخُلُودِ” “bitmeyen bir gün” başlayacak. (Bkz. Kāf, 34)

Cenâb-ı Hakkʼa biz demek ki hamd hâlinde, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼı senâ hâlinde olacağız, şükür hâlinde olacağız. Verdiği nîmetlere mukâbele edemememiz için, devamlı istiğfar edeceğiz, zikir hâlinde bulunacağız.

Cenâb-ı Hak yine bu, bize azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür hâlinde olmamız için Kur’ân-ı Kerîmʼde muhtelif âyetler bildiriyor.

Yağmur nasıl yağıyor, onu bildiriyor. Nasıl bir rahmet tevzî ediyor, onu bildiriyor.

Mevlânâ da diyor ki:

Bir yağmuru düşün, diyor. Kendin bu yağmuru oku, diyor. Cenâb-ı Hak sana bu kâinâtı okumak için verdi, diyor. Bak diyor; Cenâb-ı Hak diyor, Güneş vasıtasıyla bütün diyor; kirli su, temiz su, acı su, tatlı su, hepsini diyor, tebahhur ettiriyor diyor. Hepsi diyor, semâda diyor, bulut olarak dolaşıyor diyor.

Neredeyse bir Akdeniz semâda dolaşıyor. Tonlarca bir su semâda dolaşıyor. Orada temizleniyor. Tertemiz oluyor, yine dünyaya akıyor. Yediğin sebzenin içine giriyor, meyvenin içine giriyor. İnsanın içine giriyor, hayvanın içine giriyor. Göz damlası olarak çıkıyor, ter olarak çıkıyor, idrar olarak çıkıyor. Tekrar onu Güneş buharlaştırıyor. Tekrar yukarı çıkıyor. Tekrar temizleniyor. Tekrar iniyor…

Suyun yaratıldığı günden beri, belki bir bardak suyun mâcerâsı yazılmak istense, yerden semâya kadar kitap yazmak lâzım. Kaç sefer yere indi, nerelerden geçti, kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer temizlendi, kaç sefer indi?..

Mevlânâ da diyor ki:

İşte sen de yağmur gibi ol, diyor. Bütün diyor, nefsânî arzularını buharlaştır, diyor. Allâhʼın istemediği; kibirdi, gururdu, hasetti vesâireydi, yalandı, bunların hepsini buharlaştır, diyor. Öyle bir ol ki diyor, hep bir rûhâniyet tevzî et, diyor.

Buna göre Mevlânâ çok misal veriyor:

Meselâ gülü düşün, diyor. Oku, diyor. Cenâb-ı Hak sana:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1]) buyuruyor.

Bak diyor, gül sana ne diyor: Benim sapıma bak diyor, dikenlerimi gör diyor. Benim diyor, dikenlerime ben katlandığım için, ben gül oldum diyor.

Dağın içindeki ırmaklara bak diyor. Nasıl diyor, kaskatı diyor, kayaların içinden sular geliyor diyor. Senden ne kadar gözyaşı akıyor, diyor.

Muhammed İkbal vardır, Pakistanʼın feylesofu. O da Mevlânâ şeyinde birtakım şeyler, hikâyeler hâlinde anlatır. Bâzı mücerredleri müşahhas hâle getirir. Bir hikâyesinde güve ile, o kağıt yiyen hayvan; ışık etrafında dolaşan kelebek konuşuyor:

Güve diyor ki:

“–Ben diyor, kitapları kemirmekten bıktım artık. Hep diyor, karanlıkta gezdim diyor. Hep diyor, feylesofların diyor, Fârâbîʼnin diyor, bilmem kimin kitaplarını kemirdim diyor. Hep diyor, karanlıkta kaldım diyor. Bir ışık göremedim diyor. Sen ise hep ışık etrafında dönüyorsun, diyor. Sana ne mutlu, diyor. Bana bir öğüt ver.” diyor.

Pervane de diyor ki:

“–Sen benim kanatlarıma bak diyor. Ben diyor, bu kanatlarımı ışık etrafında yakmadan diyor, yanmadan diyor, o ışığa nâil olamadım.” diyor.

İşte Mevlânâ da:

“Hamdım diyor, piştim ve yandım.” diyor ilâhî tecellîlerin şeyinden.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizim muhabbetimizin artmasını arzu ediyor. Tefekkür bir îman anahtarı olmuş oluyor.

Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak bizden bir ahlâkî yapı istiyor. Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar. Yani Allâhʼın sâlih kulları. Cenâb-ı Hakkʼa dost olan kullar.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Onlar, kıyâmet günü korkmayacak, üzülmeyecek.” olan kullar. (Yûnus, 62)

Onların Cenâb-ı Hak vasıflarını sayıyor. Birkaç vasfını burada sayıyor:

“İbâduʼr-Rahmân (Allâhʼın o dost kulları, rahmetin, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)

Çok ibretli!.. Güzel huylar birbirini çeker. Şimdi, mütevâzı bir insana baktığımız zaman, türâbî bir insana baktığımız zaman, o insanda cömertlik vardır. Toprak gibi cömertlik vardır. Hizmet ehlidir ve merhametlidir.

Bunun zıddını alalım: Yeryüzünde tevâzuyla dolaşmayanlar, kibirliler, gururlular… Bunlara baktığımız zaman, bunlarda da merhamet fukarâlığı vardır. Hizmetten uzak kalırlar. Bencil, egoist bir hayat yaşarlar.

Demek ki Cenâb-ı Hak bir câmî olarak güzel huyları, burada:

“Yeryüzünde ibâdurrahman mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)

Onun için bize en ibretli manzaralar, -o manzaraları da iyi seyretmeliyiz- kabirler…

Hep ecdad onu şehrin ortalarına yapmış, câmi önlerine yapmış. Dâimâ önümüzden her an bir tabut geçiyor, musallâya gidiyor. Her an; “–O tabutun içinde ben olabilirdim, orada gömülü olan ben olabilirdim. Kendi yaşımdan aşağı çok insan var…”

Devamlı insan bir acziyet, bir hiçliğini bir tefekkür etmesi…

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

İbadetler birer, her biri birer gıdâ, bir vitamin. Demek ki ibadetlerimiz ne kıvamda? Bunu da bize en müşahhas gösterecek (olan), ahlâkî yapımızdır.

Kalp terakkî ederse, bu kötü huylar da kendiliğinden oradan çıkar gider.

Nasıl içimizde cihazlar var, fakülteler var; karaciğer, akciğer vs. bir de mânevî -letâif deniyor- mânevî merkezler var.

Bir Hak dostu buyuruyor ki:

“Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusu, sırasıyla bütün letâiflerini zikre alıştırması zarûrîdir. (Hep Kur’ân-ı Kerîmʼde zikir, zikir, zikir… 200 küsur yerde hep zikir buyruluyor.) Nasıl bir insana gusül gerektiğinde bütün vücudunun yıkanması, hiç boş, hiç kuru bir yer kalmaması lâzım; işte bütün bedenimizi de o şekilde rûhânîleştirmemiz zarûrîdir.”

Çünkü o rûhâniyetle biz -inşâallah- kıyâmet günü kalkmış olacağız ve kabir hayatımız da o rûhâniyet içinde devam edecek -inşâallah-.

Yine bir Hak dostu, yine bir talebesine yazdığı mektupta:

“Cenâb-ı Hak (diyor), kalp gözünü nurlandırsın (diyor). Gül yaprağının her noktasında mevcut olan gül suyu gibi, senin de kıymetli vücudunun her zerresi, muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleşsin.” buyuruyor.

Bu da neyle olacak? Bütün hâllerimiz Sünnet-i Seniyyeʼye uygun olacak.

Seherler…

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seher vaktinde (Allahʼtan) bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])

Seherler ihyâ edilecek; istiğfarla, kelime-i tevhidle, salevât-ı şerîfeyle, istikbâlimizi, ölümümüzü düşünmekle…

İçimizdeki o letâiflere, içimizdeki o fakültelere, o cihazlara, zikretmek suretiyle, o şekilde bir “ibâduʼr-Rahmân” olabilmenin gayreti içinde bulunabilme…

Ve “…Onlar mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyruluyor.

Bu hususta Hacı Bayram Velî Hazretleri buyuruyor:

“Kibir, bele bağlanmış taş gibidir, onunla ne yüzülür ne de uçulur.” diyor. Yani mânevî bir tedâvisi olmayan bir kanser.

Yine Sâdi-i Şîrâzî Hazretleri:

“Akıllı, mûtenâ Hak dostları mütevâzı olurlar. Meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi olurlar.”

Olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi olurlar.

Yine Mevlânâ Hazretleri:

“Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. Sükût limanına sığın.”

“…Câhillerle münâkaşa etmezler, «selâmâ» derler geçerler.” (el-Furkân, 63) Câhillerde nefsâniyet aşırı olduğu için…

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Câhille sakın (diyor), latîfe etme (diyor), şakalaşma (diyor). Dili zehirli olduğundan, senin gönlünü yaralar.” buyuruyor.

Hep, Cenâb-ı Hakkʼın hep tâlimatları, yani güzel bir müslüman olabilmek…