Ramazân-ı Şerif İkliminde Üç Nimet… Üç Tehlike…

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Eylül Sayı: 43

HER ŞEY BİR VESİLE

Kulluk imtihanı için geldiğimiz dünyada her şey Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için birer vesile.

Kendisini en çok Rahmân ve Rahîm isimleriyle zikretmemizi isteyen Allah Teâlâ, dünya hayatında kendisiyle dostluğu ve Rızâ-yı Bârî’yi kazanacağımız vesileler ikram etmiştir.

Bu vesileler Cenâb-ı Hakk’ın arzusu istikametinde değerlendirildiği takdirde mü’minler için çok büyük fırsatlardır. Karşılığında hiçbir bedel ödemediğimiz muazzam nimetlerdir. Fakat kıymetini idrak etmediğimiz, bîgâne kaldığımız takdirde bizler için büyük birer tehlikedir. Bu büyük nimetler, ilâhî rahmete yakınlık vesilesi iken, onlara iltifat etmeyenler için -Allah muhafaza buyursun- hüsran sebebi olur.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu bahisteki hadîs-i şerîfi, Ramazan ikliminde yaşadığımız şu günlerde bilhassa her gün tefekkür edilmelidir. Zira ömrü boyunca ümmetine beddua ve lânetten çok uzak duran Rahmet Peygamberi Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bazı ilâhî fırsatları değerlendiremeyip nankör duruma düşenler hakkında Cebrâil’in bedduasına; «Âmîn!» demiştir.

İşte o;

ÜÇ, SIRLI «ÂMÎN!»

Sahâbeden Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- rivayet ediyor:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bizden, minbere yakın oturmamızı istedi, biz de derhâl minberin tam önüne topluca oturduk. Efendimiz, bir basamak çıktı ve; «Âmîn!» dedi. Sonra bir basamak daha çıktı ve yine; «Âmîn!» dedi. Sonra bir basamak daha çıktı. Yine; «Âmîn!» buyurdu.

Minberden indiğinde:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün biz, Sizden daha önce işitmediğimiz yeni bir şey işittik.” diyerek bu hâdisenin sırrını sual ettik.

Bunun üzerine buyurdu ki:

“–Minberde iken Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Birinci basamakta iken:

«–Ramazân-ı Şerîf’e erişip de bağışlanmayan rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de: «Âmîn!» dedim.

İkinci basamağa çıktığımda:

«–Yanında Sen’in adın zikredildiği hâlde Sana salât ü selâm getirmeyen rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de: «Âmîn!» dedim.

Sonra üçüncü basamağa çıktığımda:

«–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya ana-babasından birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de: «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)

Bu hadîs-i şerifte;

Cebrâil’in Allah Teâlâ’dan, ümmet-i Muhammed’e tebliğ edilmesi için getirdiği üç büyük nimetin yeniden hatırlatılması var. Bu hatırlatmanın birkaç kişi içinde değil bütün bir cemaatin huzurunda ve minberde iken yapılması da ayrı bir ehemmiyet arzetmekte. Çünkü o üç büyük nimet hakkındaki hatırlatma, sadece oradaki sahâbîler için değil, aynı zamanda bizim için de;

ÜÇ MÜHİM ÎKAZ

İlki;

Baştan sona ilâhî rahmet, bereket, merhamet ve af vesileleriyle dopdolu olan Ramazân-ı şerîfi, bağışlanmamıza vesile olabilecek güzelliklerle en iyi şekilde değerlendirebilme îkazı…

Diğeri;

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kıymetini iyi idrak edebilmek. Bu büyük lutfun şuurunda olma îkazı…

Üçüncüsü ise;

Dünyaya gelmemize ve güzel bir şekilde yetişmemize, terbiye edilmemize vesile olan anne-babalarımızın rızâsını kazanıp cennete girebilmek hakkında îkaz.

Bu üç büyük îkaz, bu üç nimetin büyüklüğünü fark edip değerlendirmemiz ve bize verilen bu ilâhî fırsatları kaçırmamız içindir.

Hamdolsun içinde bulunduğumuz bu günlerde bu üç nimetin birincisi olan Ramazân-ı şerîfi idrak etmiş bulunuyoruz. Cenâb-ı Hak cümlemizi Ramazân-ı şerîfi en feyizli bir rûhâniyet içerisinde, ibadet vecdi ve aşkıyla dolu bir gönülle îfâ edebilenlerden eylesin. Âmîn. Çünkü bu ay, ilâhî rahmetin tuğyan ettiği bir ay. Çünkü bu ay bambaşka bir;

RAHMET ÇAĞLAYANI

Ramazân-ı şerif…

On bir ayın sultanı…

Bu ay, ilâhî rahmetin bir çağlayan ummanı olduğu ay. Ham ve nâdan bir kalple bakıldığı zaman Ramazân-ı şerîfin aslında diğer aylardan bir farkı yok.

Fakat;

Ramazân-ı şerif, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş vesilesi…

Bu ay, kulluktaki eksiklikleri tedavi ayı, âdeta mânevî bir hastane, bir rehabilite merkezi…

Yine bu ay, samimiyet ve amel-i sâlihlerle hâl ve davranışlarımızı güzelleştirme dershanesi…

Zira;

Cenâb-ı Hak, kullarını gaflet ve günahlardan temizlemeyi murad etmekte. Ramazân-ı şerîfi bu temizlik için bir vesile kılmakta.

O hâlde Ramazân-ı şeriften lâyıkıyla istifade edebilmek ve onu doğru bir şekilde değerlendirebilmek için kul, bu mübarek ayın lâhûtî atmosferinde ibadet ile temizlenecek. Yani;

Farz namazlar, teravih namazları ve teheccüt namazlarıyla temizlenecek. Bütün âzâ ile tutulan oruçlarla temizlenecek. Fakir-fukaraya verilen iftarlarla, infaklarla, zekât ve sadaka-i fıtırlarla tertemiz olacak.

Bu şekilde bir temizlik gayreti içinde gönüller, son on günde Kadir Gecesi’nin faziletine nâil olacak. Neticede Cenâb-ı Hakk’ın ikramını değerlendirmiş olarak Ramazân-ı şeriften tertemiz çıkacak.

Fakat ne yazık ki;

Bu gönül temizliğine eremeyip de Ramazân-ı şerifteki ilâhî ikramlara uzak duranlar, o ikramları görmezden gelenler, göklerden inen nice mükellef sofraya karşı müstağnî davrananlar, müstesnâ bir lutf-i îlâhîyi reddetmenin acı hüsranını yaşayacak ve Cibrîl-i Emîn’in duasında ifade edildiği üzere maâzallah rahmet-i ilâhiyyeden uzakta kalacaklar…

Öyleyse;

Böyle bir hüsrana düşmemek için Ramazân-ı şerîfi ganimet bilip ondan lâyıkıyla istifade yolunda ibadetlerimizi ihlâs ile îfâ etmek ve gücümüz nispetinde o ibadetlerimizle yorulmak mecburiyetindeyiz. Zira bu kazanç mevsimindeki ameller, belki de âhiret yolculuğumuzun en kıymetli azığı olacaktır.

Hâsılı bu şuur içerisinde daima şu ilâhî talimatı edâya koşmalıyız:

SECDE ET VE YAKLAŞ!

Her mevsim olduğu gibi Ramazan-ı şerif mevsimi de secdelerle Allâh’a yaklaşmaya vesile bir mevsim. Namazın en can alıcı noktası secde olduğu için Cenâb-ı Hak onu emrediyor. Çünkü secde O’na her şeyimizle boyun büküşün, teslimiyetin en bariz tecellî yeri. Allâh’a en yakın olma ânı. Bedenimizin kıblesi Kâbe, kalbimizin kıblesinin de Cenâb-ı Hak olduğu bir vuslat hâli. Bunun için namaz;

«Secde et ve yaklaş!» (Alâk, 19) âyetiyle ifade buyurulduğu gibi kulun Cenâb-ı Hakk’a yaklaşması için en mühim vesile ve lütuf.

Tabiî bu namaz, ruh ve beden âhengi içinde eda edilen namaz. Müslümanları mâneviyatta ilerlemeye hazır hâle getiren namaz…

O zaman diğer ibadetler de kulu Allâh’a yaklaştırıcı bir mâhiyete bürünür. Bilhassa;

HAKKIYLA ORUÇ

Her şey kendi vasfıyla değer ifade eder. Namaz da oruç da. Eğer oruçtan istenilen vasıflar gerçekleşirse o zaman maksat hâsıl olur. Onun için vasıflı bir oruç, yani hakkıyla tutulan bir oruç gayreti içinde olmak zarurî.

Her şeyden önce orucun Hak katında makbul olması için midenin açlığına ilâveten dil, göz, kulak gibi diğer uzuvlara da oruç tutturulmalıdır.

Oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi, ağızdan çıkan her kelimeye de dikkat edilmelidir. Lisanımız rahmet dili olmalı ki kalplere saplanan bir diken olmasın. Gıybet sebebiyle de mânen insan eti yiyerek haramla iftar edilmemelidir. (Hucurât, 12)

Yani;

Büyük bir kazanç mevsimi olan Ramazan’da yapılan ibadetler, bu aya mahsus bir alışkanlık veya geleneğin îcabı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’a samimî bir kulluk şuuruyla îfâ edilmelidir. Aksi hâlde ibadetlerin rûhâniyeti kaybolur; tutulan oruçlar bir perhiz; sür’atle kılınan terâvihler ise bir hazım vasıtası olmaktan öteye geçemez.

Bilmeli ki;

Huşû ile kılınacak bir namaz, gönülden verilecek zekât ve infak, muhabbetle tutulacak oruç, havf ve recâ arasında denge unsuru olan bir kalp, îmanın lezzet hâline gelmesinin alâmetlerindendir.

Bu düsturlar içerisinde tutulan orucun bize kazandıracağı birçok faziletler var. İşte;

ORUÇ NİMETİNİN BİZE İKRAMLARI

Oruçlu kimse, öncelikle Allâh’ın nimetlerinin kadrini hatırlar. Yarım günlük bir açlıkla acziyetini kavrar. Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğunu idrak eder.

Yoksa insan, hastalanmadıkça sıhhatin kıymetini bilemediği gibi, mahrumiyeti tatmadıkça içinde bulunduğu pek çok nimetin kadrini de yeterince idrak edemez. İşte oruç, bu meyanda hikmet dolu bir ibadet. Çünkü o, insanın dayanabileceği bir süre, onu nimetlerden uzak tutarak o nimetler deryasının farkına varmasına vesile.

Bu bakımdan oruçlu kimse, fakirlerin, yalnızların, kimsesizlerin hâllerini vicdanında duyar. Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- Mısır’da hazine emîni olarak fakirlere erzak dağıtırken, yoksulların hâliyle hemhâl olabilmek için günlerini oruç ve riyazat ile geçirmiştir. Zira;

“Tok, açın hâlinden anlamaz.” sözüyle halkımızın da tescil ettiği gibi, insan hissetmediği, paylaşmadığı hâlleri ne kadar bilgi olarak bilse, duysa, görse de yeterince kavrayamaz.

İşte oruç; kulda, bu idraki de hâsıl eder.

Çünkü oruç; nimetlerin kadrini bildiren, şükran hisleri uyandıran, yoksulların ve çaresizlerin hâlinden anlama şuuru kazandıran, nefsanî arzu ve temâyülleri bertaraf eden, maddenin esaretinden kurtarıp «sabır» denilen en yüksek ahlâkî meziyete eriştiren bir ibadettir.

Yine oruç, mazlumların ve muhtaçların; “Acıyın bize!” diye yükselen sessiz feryatlarının en güzel tercümanıdır. Merhamet ve şefkatimizi bütün fânî sevdaların üzerine yükselten bir mânevî enerjidir.

Yine oruç, içimizdeki nefis canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnundaki merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir.

Yine oruç; hayat mücadelesinde zarurî olan «sabır, hâle rızâ, irade, azim, sebat ve nefsanî arzulardan uzaklaşma» gibi hâllerin talimi ile ahlâkî durumumuzu kemale erdiren bir haslettir.

Öyle ki;

Peygamberler de nübüvvetin rûhâniyetine oruçla hazırlanmışlardır. Kemalin zirvesine ulaştıklarında bir süre insanlık âleminden uzaklaşmış ve kendilerinde melekî vasıflar tecellî edince kalpleri ve dimağları ilâhî vahyin menbaından feyizlenmiştir.

Nitekim;

Sînâ Dağı’nın pek kıymetli peygamberi Hazret-i Musa, Tevrat nâzil oluncaya kadar kırk gün kırk gece oruç tutmuştur (yani savm-ı visal tutmuştur).

Sâir Dağı’nın mukaddes peygamberi Hazret-i İsa da, İncil’den ilk kelâmı duyuncaya kadar, kırk gün kırk gece oruç tutmuştur.

Âişe validemiz buyurur:

“Rasûlullâh’ın aile efradı, Medine’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd 20)

Efendimiz zaman zaman da «Savm-ı Visal» tutardı. İftar etmeden birkaç gün peş peşe tutulan bu oruç, sadece Allah Rasûlü’ne mahsustu.

Hiç şüphesiz ki oruca verilen bu ehemmiyet ve onu edâda gösterilen son derecede hassasiyet, ondan hâsıl olan büyük neticeler sebebiyledir.

Ecrini bizzat Cenâb-ı Hakk’ın vereceği bir ibadet olan oruç, zâhirî ve bâtınî daha nice faydaları hâizdir. Hele iftar zamanı. Orucun maddî ve mânevî hazzının en zirvede olduğu andır.

Çünkü iftar, Allâh’ın oruçlu kimselere apayrı bir huzur verdiği mânevî bir demdir. Onun içindir ki iftar sofraları, yenilen yemeklerden daha tatlı ve bambaşka lezzetlerle doludur. Hele eş-dost, hısım-akraba ve yoksulların şenlendirdiği iftar sofraları, dünyada iken kurulmuş olan cennet ziyafeti gibidir. O sofralarda gönüller, başka anlarda tadamadığı tarifsiz ve lâhûtî bir güzellik, huzur ve muhabbetle dolar.

Diğer taraftan;

Oruçlu kimse, bütün bu mazhariyetlerin lezzet ve hazzını tatmanın yanında bir de helâl ve haramda irade terbiyesinden geçmiş olmanın kemâlâtını yaşar.

Dikkat edilirse Ramazân-ı şerifte helâllerden bile îtina ile kaçınmaktayız. Başka zamanlarda helâl olan ekmek ve su dahî fecirden guruba, yani imsaktan iftara kadar kula haram hâle gelmekte.

Bu;

Kulun iradesini bileyen, sağlamlaştıran bir terbiyedir. Ne kadar susayıp acıksa da önünde duran gıdaya elini sürememek, insana müthiş bir kıvam kazandırır.

Neticede oruç sayesinde bu irade terbiyesi ile haram ve şüpheli şeylerden kaçınma eğitimi de verilmiş olur.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Namaz kılmaktan yay gibi,

Oruç tutmaktan çivi gibi olsanız,

haram ve şüphelileri terk etmedikçe Allah ibadetinizi kabul etmez.”

 Çünkü;

ŞÜPHELİ ŞEYLER RÛHÂNİYETE ZEHİR SAÇAR

Durumu belli olan her şeye karşı insan da kendi durumunu müspet veya menfî bir şekilde ayarlar. Ancak şüpheli olan şeylere karşı bin bir sebep, mazeret, özür vesaire devreye girer ve çokları büyük aldanışlara düşer. Bir şeyin haram mı helâl mi olduğunun belirsizliği, nice kendini olgun zanneden kimseleri bile nefsanî aldatmacaların girdabında boğmuştur.

Zira insan iki şeyin tesiri altındadır.

Birincisi muhabbet duyduğu kişi. Rûhâniyetli kimse ise feyzini ziyadeleştirir, gafil kimse ise kalpteki kesafetini artırır.

İkincisi ağzına giren gıda. Helâl ise rûhâniyeti artırır. Şüpheli ise kalbi hantallaştırır.

Bu sebeple İslâm, şüpheli olanlardan bilhassa men etmektedir.

Bu açıdan;

Ramazân-ı şerif de, aslında şüpheli şeylerden uzak durma taliminin verildiği bir mektep vasfındadır. Zira insan hayatında helâller ve haramlarla birlikte, kaçınması gereken şüpheli şeyler mutlaka bulunmaktadır. Bu itibarla Fahr-i Kâinat Efendimiz buyurur:

“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli mevzular vardır. Şüpheli hususlardan sakınanlar, dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalarlar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası sâlih olursa, bütün vücut salâh içinde olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur, fesada uğrar. İşte bu et parçası kalptir.” (Buhârî, Îman 39, Büyû‘ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108)

Kalbin fesada düşmemesi için her türlü şüphelilerden kaçınmak, kulluk hayatında en mühim şartlardan biri. Çünkü şüpheliden kaçınan bir irade, haram ve helâl ölçüleri içerisinde bir cennet hayatı yaşamaya muvaffak olur. Onun artık bu fânî dünyaya ve mala düşkünlüğü ömrünü tüketir. O artık ebedî olanı tercih hâlindedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın arzusu da kulun bu kıvama gelmesidir. Onun için Allah Teâlâ, oruçla yemeden-içmeden vazgeçişin ve ebedî rızıklara yönelişin talimini yaptırırken oruçtan sonra farz kıldığı zekât, infak ve sadakalarla da mülkün Allâh’a ait olduğunu idrak ettirme eğitimini yaptırmaktadır. İşte bu yönüyle;

ZEKÂT, EBEDÎ OLANI TERCİHTİR

Ehemmiyeti dolayısıyla oruçtan sonra zekât farz kılınmıştır. Bunda dikkat çeken bir hikmet de şudur:

Cenâb-ı Hak, orucun insanda merhameti inkişaf ettirerek rahmet ve şefkat damarlarının açılmasından sonra zekâtı emretmiştir.

Tâ ki kullar;

Allah yolunda vermeyi cömertçe gerçekleştirsinler. Fânî olandan kolaylıkla vazgeçip ebedî olanı tercih edebilsinler. Diğerkâm olsunlar. Âyetteki:

“Allah sana nasıl ihsan ettiyse sen de aynı şekilde ihsan et!” buyruğunu yerine getirebilsinler.

Allah Teâlâ, insanın mahlûkata, Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakmasını bilhassa arzu etmektedir. Mü’minin, maddî durumu kendisinden daha zayıf olan kardeşlerine infak etmesini, cömert olmasını, diğerkâm olmasını, îsar sahibi olmasını emretmektedir.

Dolayısıyla;

Ramazan-ı şerîfi işte bu hasletleri yaşayarak değerlendirmesini bilmeliyiz.

DÜŞÜNMELİYİZ Kİ:

Geçen sene Ramazân-ı şerîfi birlikte idrak ettiğimiz bazı kardeşlerimiz bu sene bizimle beraber değiller. Ecel takviminde son yaprak düştü, amel defterlerinde son sayfa doldu ve aramızdan ayrıldılar.

Bilemeyiz;

Bizler için de bu Ramazan son fırsat olabilir.

Zaten Cenâb-ı Hak -azze ve celle- ibadetlerimizi ömrümüzün son ibadeti imiş gibi, ölmeden önceki son fırsat şuuru ve idraki içinde edâ etmemizi emretmektedir. Her geceyi Kadir, her geçeni Hızır, her kıyamı, her orucu son namaz ve oruç idraki içinde edâ etmeliyiz.

Bu idraki dimağlarımızda canlı tutacak olan vesile hiç şüphesiz ki Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-.

PEYGAMBER EFENDİMİZ Kİ…

Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e meccânen verdiği çok büyük bir ihsan O… En büyük ikram… En büyük ve en güzel sanat hârikası… İnsanlığa Allah Teâlâ tarafından takdim edilmiş muazzam bir armağan… En alt kademeden en yüksek kademeye kadar her insan için bir fiilî kıstas… O yegâne örnek, üsve-i hasene… Her hâliyle Dâru’s-Selâm’ın, cennetin yolunu gösteren bir hidayet vesilesi…

Bu muazzam kıymeti idrakin en mühim işareti de, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübarek isimlerinin anıldığı, söylendiği, duyulduğu, yazıldığı, okunduğu her yerde O’na hürmet ve tazim içinde salât ve selâm getirmek.

O’na Cenâb-ı Hak ve bütün melâike kendi şanlarına uygun şekilde salât etmektedir. O’nu Allah Teâlâ selâmlamakta ve bu selâm namazda tahiyyat vesilesiyle bütün Müslümanlara her namazda yeniden hatırlatılmaktadır. Namazda herhangi bir başka insana selâm vermek namazı bozar iken, Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e;

“Es-selâmü aleyke eyyühe’n-Nebî / Selâm Sana ey Peygamber!” hitabı namazımızı ikmal etmektedir.

Biz ümmet-i Muhammed’e düşen O’na tâbî olmak, kalplerimizi O’nun muhabbetiyle, hayatlarımızı O’nun sünnetiyle müzeyyen hâle getirmektir.

Çünkü her şey O’nunla mübarek olur, O’nunla gönüller mukaddes olur, en çoraklar bile O’nunla yeşerir. O’nun nazarı değince ruhlar yücelir. Nitekim O kendilerine sohbet ettiği için nice vahşî insanlar bile rakik gönüllü birer sahâbe oldular. Nice tecellîler yaşandı;

O’NUN ELİ DEĞDİĞİ İÇİN…

Beşir bin Akrabe el-Cühenî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Uhud günü Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile karşılaştım.

“−Babam ne durumda?” dedim.

“−Şehid oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!” buyurdu.

Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve hayvanına bindirdi. Sonra da:

“−Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?” buyurdu. (Heysemî, VIII, 161)

Ben de:

“−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah, tabiî ki râzı olurum!” dedim.

Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübarek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Muttakî, XIII, 298/36862)

İşte O, böyle bir hayat ve bereket kaynağı idi.

O öyle büyük bir nimet ki;

O’nu böyle bir lütuf ve rahmet olarak insanlara takdim eden Cenâb-ı Hak, bu bakımdan O’nun adının anıldığı yerde O’na salât ü selâm getirmeyenleri Cebrâil’in bedduası ile îkaz etmekte ve O yüce Peygamber’e de bizzat; «Âmîn!» dedirtmektedir.

Bu şekilde bir bedduaya ve Hazret-i Peygamber’den bizim aleyhimizde bir âmin mukabelesine dûçâr olmamak için gönlümüz ve dilimiz devamlı O’na salât ü selâm ile ıslak olmalı. Bilhassa mübarek adının anıldığı her yerde.

Bilhassa O’nun bize emrettiği her meselede de cân u gönülden O’na tâbî olarak. Bilhassa ana-baba hakkı hususunda. Çünkü O’nun üç büyük îkazından biri de;

ANA-BABA HAKKI ÜZERİNE…

Anne ve babalarımız, vesile-i hayatımız olan canlarımız.

Bizim en zayıf, âciz ve muhtaç olduğumuz çağımızda bize şefkatle, merhametle bakan; uykusundan, gıdasından, zamanından, rahatından alıp bize feda eden o muhteşem insanlar…

Üzerimizde ödeyemeyeceğimiz hakları olan ve bize en yakın mübarek gönüller.

Onlara lâyık evlât olabilmek en birinci vazifemiz.

Bilhassa yaşlandıkları zaman onlara gözümüz gibi bakmak, gözetmek, dualarını almak bizim en büyük vefa borcumuz. Çünkü:

Dünyâları versen babanın hakkına yetmez,

Evlât, ananın hakkı ne versen yine bitmez! (Seyrî)

Bunun içindir ki;

Allah Teâlâ, ana-babaya iyilikte bulunma emrini, kendisine kulluk emrinin hemen akabinde zikretmiştir. Özellikle de anne-baba yaşlandığında onlara evlâtlarının en ufak bir memnuniyetsizlik veya bıkkınlık göstermemelerini açıkça emretmiştir:

 “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (İsrâ, 23)

Çünkü;

İYİLİK BÖYLE OLUR!

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“Uyumuştum, kendimi cennette gördüm. Bir kimsenin sesini işittim, Kur’ân okuyordu.

«–Bu kimdir?» diye sordum.

«–Bu Hârise bin Nu’mân’dır.» dediler.”

Bunu anlatan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Âişe vâlidemize:

“–İyilik işte böyle olur, iyilik işte böyle olur!” buyurdu.

Hârise -radıyallâhu anh-, annesine karşı en iyi davranan bir sahâbî idi. (Ahmed, VI, 151-152; Hâkim, IV, 167)

Anneye karşı iyilik Hazret-i Peygamber’in bilhassa üzerinde durduğu bir talimat. Aynı şekilde babaya karşı gözetilecek edep de;

PEYGAMBER TALİMATI

Yine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- nakleder:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e bir kişi geldi. Yanında da yaşlı bir zat vardı. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Ey fülân! Yanındaki kimdir?” diye sordu. O kişi:

“–Babamdır.” cevâbını verdi.

Bunun üzerine Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu îkâzı yaptı:

“–Onun önünde yürüme, ondan evvel oturma, onu ismiyle çağırma ve ona başkasının hakaret etmesine sebep olma!” (Heysemî, VIII, 137)

Bir kimse başkasının babasına hakaret ederse o da kendi babasına aynısını yapar, böylece evlât kendi babasına kötülük etmiş olur.

Velhâsıl anne-baba hakkındaki hassasiyeti çok iyi kavramak gerekmektedir. Bu hususta ilâhî îkaz çok. İşte;

ÂYETTE VEFA TALİMATI:

وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَة
وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَاني صَغيرًا

“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!» diyerek dua et.” (İsrâ, 24)

Her meselede olduğu gibi bu meselede de Hazret-i Peygamber’in edebi bambaşka idi. Nitekim;

 “Bir gün Peygamber Efendimiz otururken sütbabası çıkagelmişti. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hürmeten elbisesinin bir kısmını yere serdi ve onu üzerine oturttu.

Az sonra sütannesi geldi. Peygamber -aleyhisselâm- annesi için de elbisenin diğer tarafını serdi, kadın üzerine oturdu.

Biraz sonra süt-oğlan kardeşi geldi. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onun için de ayağa kalktı ve onu da önüne oturttu.” (Ebu Dâvud, Edeb, 119-120/5145)

VELHÂSIL

Bu yüce hasletler içerisinde bir Ramazân-ı şerif yaşabilirsek ne mutlu! Zira Ramazân-ı şerîfi ve sonra da bütün bir ömrü yukarıdaki nebevî ölçüler ve güzellikler etrafında yaşadığımız takdirde mevzumuzun başındaki hadîs-i şeri fte geçen üç beddua ve îkaz, üç hayır-dua ve müjdeye dönüşür. Hadîsin mefhûm-i muhâlifinden hareketle ümit edilebilecek işte o;

ÜÇ HAYIR-DUA VE MÜJDE

Ramazan-ı şerîfi hakkıyla oruç, infak ve güzel amellerle değerlendirenler hakkında Cebrâil’in duası ümit edilir ki;

«–Ramazân-ı şerîfe erişip de bağışlanan kimse rahmete nâil olsun!» şeklinde olacak.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de: «Âmîn!» diyecek.

Aynı şekilde ömrü O Varlık Nûru’na aşk ile bağlılık ve O’na daima salât ü selâm ile geçen mü’min gönüller hakkında da Cebrâil, yine ümit edilir ki Hazret-i Peygamber’e:

«–Yanında Sen’in adın zikredildiği hâlde Sana salât ü selâm getiren kimse rahmete nâil olsun!» diyecek.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de: «Âmîn!» diyecek.

Yine ümit edilir ki, Cebrâil -aleyhisselâm-, ana-babasına Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in ölçüleri içerisinde muamelede bulunan vefakâr evlâtlar hakkında;

«–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya ana-babasından birinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanan kimse rahmete nâil olsun!» diyecek.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de: «Âmîn!» diyecek.

Ne mutlu böylesi hayır-dualar alarak Efendimiz -aleyhisselâm-’ın; «Âmîn!» mukabelesi ile ebedî müjdelere nâil olabilenlere!

Yâ Rabbî!

Bizleri içinde bulunduğumuz Ramazân-ı şerîfi huzur, sürur, rûhâniyet ve vecd ü istiğrak hâlinde yaşamayı nasip eyle! Rahmetten uzak kalan gafillerden kalbimizi muhafaza eyle! Sonsuz hayır-dua ve ebedî müjdelerle dolu ihlâslı ibadetler, davranışlar, infaklar ve arzu ettiğin sâlih ameller içinde yaşat! Bu yaşayışı ebedî bayrama erdir!

Âmîn!..