Rahmânî ve Nebevî Beyanlarla; ALLAH TEÂLÂ HANGİ KULLARINI SEVMEZ? -3-

Ebedî Fecre

Yıl: 2013 Ay: Ekim Sayı: 104

BÂTININDAN DA… İÇ ÂLEMİMİZDEKİ DİKENLERDEN DE…

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَذَرُواظَاهِرَالْاِثْمِوَبَاطِنَهُاِنَّالَّذ۪ينَيَكْسِبُونَالْاِثْمَسَيُجْزَوْنَبِمَاكَانُوايَقْتَرِفُونَ

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! …”(el-En‘âm, 120)

وَلَا تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ

(Zinâ ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın.”(el-En‘âm, 151)

Günahın açığı ve gizlisi; insanların muttalî olup olmadığı, açıkta işlenen ve gizlide işlenen şeklinde anlaşılabilir. Mü’min; riyâdan korunmalıdır. Hakk’ın sevdiği hasletleri yaşamalıdır. Buna hayatının her safhasında dikkat ve îtinâ göstermelidir. Bilhassa Allah’tan başka kimsenin muttalî olmadığı durumlarda da mü’min, istikametini bozmamalıdır. Rabbimiz buyurur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…”(el-Hadîd, 4)

Bu sebeple;

Kul, yalnızlıkta da Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği kötü vasıflardan fersah fersah uzak durmalıdır.

Âyet-i kerîmelerdeki zâhir ve bâtın îkāzını şöyle de anlamamız îcâb eder:

Bütün kötülüklerin bir bâtında, kalpte, nefsânî bir duygu olarak gizli tarafı; bir de zâhirde, dış dünyada görünen fiilî tarafı vardır.

Meselâ; bir insanı yaralamak, öldürmek en büyük günahlardandır. Ancak bunun temelinde; kalpteki kin, gayz ve nefret gibi gizli günahlar yatar. Günahların zâhirlerini işlemeye; kanunlar, insanların ayıplaması gibi yine zâhirî engeller mâni olabilir. Fakat günahın bâtınını da «tezkiye ve tasfiye» neticesinde bertarâf etmedikçe, insan hakikî mânâda Cenâb-ı Hak katında temizlenmiş olmaz.

Çünkü dışımız içimizin, içimiz de dışımızın; yani zâhirimiz bâtınımızın, bâtınımız da zâhirimizin aynası mesâbesindedir.

Meselâ;

Ağızdan çıkan çirkin sözler de, onu sarf eden kişinin nasıl bir gönül dünyasına sahip olduğunu gösteren bir ayna gibidir. Zira kötü söz (gıybet, iffetsizlik, dedikodu, yalan, iftirâ), kalpteki menfî duyguların dışa aksetmesidir.

Allâh’ın rızâsı dışında konuşulan sözün, verilen sadakanın ve yapılan iyiliğin bir faydası olmadığını Cenâb-ı Hak beyân etmektedir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, âdemoğlunun; hayır ve iyiliği yaymak, kötülüğü bertarâf etmek ve Allâh’ı zikir dışında, konuştuğu her sözün aleyhine olduğunu beyan buyurmuştur.

“Allâh’ı anmaksızın çok konuşmayın. Allâh’ın zikri dışında çok söz söylemek, kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise, Allah’tan en uzak kimseler olduğu kesindir.”(Tirmizî, Zühd, 62)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dilini ve iffetini haramdan koruyan kimseleri cennetle müjdelemiş, cehenneme girenlerin çoğunluğunun iffetlerini ve insanlık haysiyetlerini koruyamayanlar olduğunu ifade etmiştir. Buyurmuştur ki:

“Kim bana dilini ve iffetini korumaya söz verirse, ben de ona cenneti söz veririm.” (Buhârî, Rikāk, 23)

Bu bakımdan iç âlemlerin, yani bâtınımızın tezkiye ve tasfiye ile temizlenerek muhafazası zarûrîdir. Yoksa orada Hakk’ın sevmediği sıfatlar yerleşir.

Bunlardan biri de:

HASET

Haset; başkasının sahip olduğu bir nimeti, mevkii ve makamı veya üstün sayılan bir vasfı çekemeyerek, onun din kardeşinden alınmasını ve yok olmasını istemektir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın taksimine râzı olmamaktır.

Haset, İslâm ahlâk ve âdâbında kötü ve çirkin huyların başında gelir.

Kārûn, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen Hazret-i Harun’u kıskanıp haset etmesi sebebiyle helâke dûçâr oldu. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yoksa onlar, Allâh’ın lütfundan verdiği şeyler için insanları kıskanıyorlar mı?”(en-Nisâ, 54)

Buyurulur:

“Haset etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44)

Yani haset, başkasının ziyânını istemek gibi bir kötü hırs olarak, asıl noktada insanın kendi ziyânına sebebiyet verir. Ne demişler:

Kim kazar derin kuyu,

O düşer yüzü koyu!..

Hasedin diğer bir adı da kıskançlıktır. Çünkü;

Haset eden kişi, başkasının nâil olduğu nimeti kıskanır. Hâlbuki kul âcizdir, kendisi hakkında neyin hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak buyuruyor:

عَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ
وَعَسٰى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ
وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

“Bazen bir şeyi kerih görürsünüz. Hâlbuki o şey sizin için bir hayırdır. Ve bazen de bir şeyi seversiniz. Hâlbuki o şey, sizin için bir şerdir.”(el-Bakara, 216)

Bu hakikate açık bir misal olarak;

Kavminden bazı kişiler Kārûn’un servetine imrenerek bakıyordu. Fakat o bedbaht; mal ve servetiyle yerin dibine geçince, hakikati gördüler. Âyet-i kerîmede onların hâli şöyle anlatılır:

“Daha dün onun (Kārûn’un) yerinde olmayı isteyenler şöyle demeye başladılar:

«Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış!»”(el-Kasas, 82)

Bu sebeple;

En büyük saâdet, hasetten kurtulmak ve Cenâb-ı Allâh’a teslîmiyet ve ihlâs dolu bir kul olabilmektir.

Başkasında gördüğü bir hayrın kendisinde de olmasını istemek ise gıpta ve imrenmektir ki; hasetten farkı, başkasına karşı menfî hisler içerisine girmemektir.

Haset, terbiye edilmezse açık günahlara sevk eder. Düşmanlığa, yalana, iftiraya, gıybete hattâ cinayete sebebiyet verir. Nitekim yeryüzündeki ilk cinayetin sebebi de hasettir. Hazret-i Âdem’in oğlu Kābil, kendi kardeşi Hâbil’i kıskanmış ve çekemeyerek onu öldürmüştür. Artık kıyâmete kadar bütün cinayetlerden onun da günah hânesine hüsran edici satırlar yazılmakta.

Ne büyük bir bedbahtlık!

Yine Hazret-i Yûsuf’a kardeşlerinin yaptığı zulüm ve haksızlıklar da, onun babaları Hazret-i Yâkub nezdindeki kıymet ve muhabbetine haset etmelerinden neş’et etmiştir.

Haset hastalığı da diğer gizli günahlar gibi, insan tabiatında nüve olarak mevcut olabilmektedir.

Nitekim daha küçücük çocuklarda başkasının oyuncağını çekememe, kendi oyuncağını başkasıyla paylaşamama gibi tezâhürler görülebilmektedir. Terbiye edilmezse, haset insanı helâk eden bir gönül kanseri hâline gelir. Dolayısıyla anne-babalar ve küçük çocukların terbiyesiyle meşgul eğitimciler; ufak yaşlardan itibaren, paylaşmayı, başkalarının sevinciyle mesut olmayı, fedâkârlığı, diğergâmlığı evlâtlara öğretebilmenin gayreti içinde olmalıdır.

Hasedin zıddı, rızâdır. İnsan hâline râzı olduğu zaman, Cenâb-ı Hak da onun bu rızâsından ve samimiyetinden hoşnut olur. Böylece Hak’tan râzı olan, râdıye (رَاضِيَةً) seviyesine varan kişi, Hakk’ın rızâsına, mardiyye (مَرْضِيَّةً) mertebesine erer. Bu da kul için cennet davetiyesidir:

Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

CENNETİME GİR!

اِرْجِعٖ۪ى اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı / hoşnut, O da senden râzı / hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!”(el-Fecr, 27-30)

Hasetten kurtuluş, dünyada da âhirette de huzur bulmaktır.

Haset, insanı kötülük yapmaya sevk eder. Hasetçi, haset ettiği nimetin, kıskandığı kişiden zâil olmasını arzular; bu maksatla hâin bakış, gıybet, iftira, sû-i zan gibi ahlâkî zaaflara dûçâr olur. Sihirbazların kapısına vararak, îmanlarıyla oynayanların kāhir ekseriyeti de haset belâsıyla böyle bir günahı irtikâb ederler.

Öyle ki, Felâk Sûre-i Celîlesi’nde;

“Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden … Sabahın Rabbi olan Allâh’a sığınırım.”diye duâ etmek tâlim buyurulmaktadır.

Yine ellerinde mevcut semâvî kitaplarında Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Allâh’ın Rasûlü olduğuna dair vesika ve beyanları okuyup durdukları hâlde; ehl-i kitâbın ekserîsinin O’nu tasdike yanaşmamasının sebebi de, haset olmuştur. Böylece içlerindeki haset, iki dünyalarını karartmıştır.

Cenâb-ı Hak; böyle bile bile inkâr yolunu seçen hasetçileri, hâinler olarak adlandırmış ve onları sevmediğini îlân etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın buğzettiği bir bâtınî haram da:

HIYÂNET

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذٖ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا اَثٖ۪يمًا

“Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” (en-Nisâ, 107)

“Allah hâinleri sevmez.”(el-Enfâl, 58)

“Şüphesiz Allah inananları müdâfaa eder. Çünkü Allah hâin ve nankörlerin hiçbirini sevmez.” (el-Hacc, 38)

Hıyânet, sözünden dönmek demektir.

Cenâb-ı Hak, henüz ruhlar hâlinde yaratmış olduğu âdemoğullarına, elest bezminde;

اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sual etti. «Kaalu belâ» ismi verilen bu bezmde hepimiz;

“Evet, şahit olduk (ki Rabbimiz’sin!)diyerek itaat ettik, O’nu yegâne Rab ve mâbud bilerek, kulluk sözü verdik.

En büyük hıyânet, o ahdi bozmaktır. İnkâr, isyan, fısk u fücur; başta varlığımız olmak üzere her türlü nimeti medyûn olduğumuz Rabbimiz’e karşı nankörlük ve hıyânettir.

Diğer taraftan;

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetine emânet ve vasiyet olarak Kitap ve Sünnet’i bırakmıştır. Âlemlere Rahmet olan Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde; «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…”(Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414) buyurur. Bu muazzam şefkat ve merhamete karşılık, O’nun emânetlerini muhafaza etmememiz ne büyük hıyânet olur!

Kitap ve Sünnet’i tahrife ve ümmeti idlâle uğraşanlar karşısında sessiz kalmak; Ebû Ali ed-Dekkāk Hazretleri’nin;

“Hakkı söyleme mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytan gibidir.” sözüyle ifade ettiği gibi hıyânettir, şeytanlaşmaktır.

Günümüzde dînî kisvelere bürünüp ve belli makamlara oturup da mü’min halkı ifsâd edenlere karşı sessiz kalmamız, büyük bir vebâli mûcibdir. Bu vebalden kurtulmak için mutlaka onları da halkı da hakikatle irşâd etmek, îmânî bir vazifemizdir.

Çünkü;

Elest bezminden beri Rabbimiz’e ve ümmeti olarak Efendimiz’e karşı vazifemiz, Kitap ve Sünnet’i yaşayarak ve yaşatarak muhafaza ve müdâfaa etmektir.

Yaşatmanın yolu da bilhassa günümüzde Allah yolunda her türlü imkândan fedâkârlıkta bulunmaktır.

Emânet ve sadâkat, bir müslümanın tabiat-ı asliyesi olmalıdır. Bâtınî farzların en mühimleri, doğruluk ve güvenilirliktir. Hıyânet ve yalan ise münafık hasletlerindendir. Hakikate hıyânet olan yalancılık da Allah ve Rasûlü’nün en sevmediği rezil huylardandır.

YALAN

Hazret-i Âişe c Vâlidemiz buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa; onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutar, fazla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)

Peygamber Efendimiz; bir mü’minin nefse ve şeytana kapılarak birtakım büyük günahlara düşebileceğini ifade ettikleri hâlde, sahâbî Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin;

“–Mü’min yalan söyler mi?” suâline;

“–Yalanı ancak îmân etmeyen kimse uydurur.”(Kenzü’l-Ummâl, h. No: 8994) buyurarak cevap vermiştir.

Demek ki;

Bir mü’minin lügatinde yalana yer yoktur. Bir müslümanın lisânında, yalanın zerresi bulunmamalıdır. Çünkü yalan, bir münafık huyudur. Bakara Sûresi’nde münafıklar anlatılırken şöyle buyurulur:

فٖ۪ى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖ۪يمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”(el-Bakara, 10)

Bu âyet-i kerîme; yalanın kalbî hastalıkları artırdığını, insanı hidâyetten, şifâdan uzaklaştırdığını beyan buyurmaktadır.

Şu hadîs-i şerif de, âdetâ bu âyeti tefsir etmektedir:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.”(Muvatta’, Kelâm, 18)

Allâh’ın da Rasûlü’nün de sevmediği bir başka kötü huy da, mü’min kardeşinin gıyâbında, râzı olmayacağı şekilde konuşmaktır:

GIYBET

Cenâb-ı Hak, gıybet ve benzeri lisan âfetleri hakkında şöyle buyurur:

“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!”(el-Hümeze, 1)

Bu âyet-i kerîmenin devamında görüyoruz ki, bu rezil huylar kâfirlere ait vasıflardır. Bir mü’minin bu sıfatları taşıması kabul edilemez.

Gıybet; insanın ağzını, kalbini ve gönül âlemini kirleten çirkin bir günahtır. Ağır bir kul hakkıdır.

Gıybet, nefsin bir oyunudur ki; karşı tarafı küçültmek sûretiyle kendini büyütmeye çalışmaktır. “Falanca şu hataları yapıyor, şu eksikliklere sahip; ben ise yapmıyorum, mükemmelim.” diye nefse pay çıkarmaktır.

Bu da insanın kendi kalbine zehir serpmesidir. Aynı zamanda, kul hakkına girerek, âhiretini berbâd etmesidir. Aynı zamanda, toplumun kardeşlik ve huzûrunu ifsâd etmesidir.

Cenâb-ı Hak; sevmediği bu huydan, bizleri de nefret ettirmek için şöyle buyurur:

Ey îmân edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi gıybet etmesin (arkasından çekiştirmesin). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun (gıybetten de böyle tiksinin ve uzak durun). Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul edendir; çok merhametlidir.”(el-Hucurât, 12)

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in şu sözleri ne kadar mânidardır:

“Ne tuhaftır ki insan, müslüman kardeşi için sarf ettiği çirkin sözden dolayı değil de, yediği helâl lokmadan dolayı ağzını yıkar!”(Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd, Beyrut 1398, I, 59.)

Cenâb-ı Hak, umûmî bir prensip olarak; kötülüğün, fenalığın lisâna dökülmesini sevmez.

KÖTÜ VE BOŞ SÖZ

Cenâb-ı Hak; Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyetlerinde, dünya ve âhirette felâha kavuşan ve cennete nâil olan mü’minlerin vasıflarını saymakta ve huşûlu bir namazdan sonra ikinci haslet olarak şu husûsiyeti zikretmektedir:

وَالَّذ۪ٖينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.”(el-Mü’minûn, 3)

Boş iş ve lâflar, rûha kasvet verir. Hazret-i Mevlânâ’nın tabiriyle, insanı sözün maskarası eyler.

Kur’ân-ı Kerim, birçok âyet-i kerîme ile bize nasıl konuşacağımızı tâlim etmektedir.

«قَوْلًا لَيِّنًا: Kavlen leyyinâ,

قَوْلًا كَر۪يمًا: Kavlen kerîmâ,

قَوْلًا بَل۪يغًا: Kavlen belîğâ,

قَوْلًا مَيْسُورًا: Kavlen meysûrâ…» gibi tâlimatlarla; sözü doğru, güzel, yumuşak, kıymet verici, gönül alıcı ve tesirli şekilde, vasıflı kullanmamızı emretmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu tâlimatlarının içinde yer almayan, bu hakikat ve hasletlere hâiz olmayan sözden kaçınmak gerekir.

Yine sâdık kulların hasletlerinin sayıldığı Furkān Sûresi’nde buyurulur:

وَالَّذ۪ٖينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ
وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

(O has kullar); yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkān, 72)

Âyet-i kerîmede tarif edilen titizliğin güzel bir misâline, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin hayatında şahit olmaktayız.

Bu büyük Hak dostu, gıybetten o kadar şiddetle hazer ederdi ki; gıybete şahit olmakla dahî orucunun bozulduğuna kānî olmaktaydı. Oruçlu olduğu bir gün yanında gıybet edildi.

Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama işittik. Ondan in‘ikâs aldık. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman olduğunu gösterir.”(Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerim bizden bir İslâm şahsiyeti ve karakteri arzu ediyor. Zira insanlar, karakter ve şahsiyete hayrandır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)

HASSAS ÖLÇÜLER

Ehl-i irfan olanlar her şeyi son derece hassas bir şekilde değerlendirirler, bir başka tabirle kuyumcu terazisi ile tartarlar. Kalbimizi, ağzımızı, dilimizi; mâlâyânîden, boş lâkırdılardan, gıybet ve benzeri faydasız ve zararlı şeylerden muhafaza etmenin yolu, dâimâ hayırlı meşgalelerle meşgul olmaktır.

İnsanın hayatında boşluk olmayacak. Aksi hâlde nefsânî arzular, gönül âlemini işgal eder. Bu sebeple kalp âlemi, her nefes ve her değişik hâlde dâimâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlini tefekkür edecek.

Nefse hiçbir boşluk bırakmamak istikametinde ilâhî tâlimat şöyle:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ
وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

“Boş kaldın mı hemen (diğer bir hayırlı) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.”(el-İnşirâh, 7-8)

Kötü ve lüzumsuz sözlerden sakınmanın bir çaresi de sabra sarılmaktır.

Bir gün Peygamber Efendimiz’in huzûrunda bir adam, Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in yüzüne karşı hakaret etti. Hazret-i Ebûbekir, cevap vermeden bir süre sustu. Daha sonra karşılık verince Peygamberimiz meclisten kalkıverdi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah, o bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız.” dedi. Rasûlullah da;

“–Bir melek senin tarafından cevap veriyordu. Sen karşılık verince o melek gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım.”buyurdu ve bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“Allah, zulme uğrayanların dışında, fena sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. Bir hayrı açıklar yahut gizlerseniz yahut da bir kötülüğü affederseniz; şüphe yok ki, Allah da çok affedicidir, her şeye hakkıyla kādirdir.”(en-Nisâ, 148-149) (Elmalılı, III, 1506)

Mağdur kişilerin mağduriyetlerini dile getirerek hakkını araması, zâlimlerin zulümlerinin ifşâ edilmesi sûretiyle, başka masumları aldatmalarının önüne geçilmesi gibi hâllerde, kötülük mecburen dile getirilir. Fakat kıssada dile getirildiği üzere, şahsî meselelerde de mümkünse af yolunun tutulması mü’minleri ilâhî muhabbete ve affa nâil eder.

Âyet-i kerimelerde buyurulur:

وَلَا يَاْتَلِ اُولُوا الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُوا اُولِى الْقُرْبٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ فِى سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler; akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. ALLÂH’IN SİZİ BAĞIŞLAMASINI ARZULAMAZ MISINIZ? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“…O hâlde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

Allah, affı ve arayı düzeltmeyi îman bahsi olarak istiyor. Düzgün bir îmân için düzgün bir yaşayış şart. Gönül de düzgün olacak, lisan da. Kötülükler ne gönüllerde yer alacak, ne de lisanlarda.

Bu bakımdan gönlü temizlemek kadar lisânı temizlemek de zarûrî.

Fenalığın lisâna dökülmesinin bir şekli; çirkin, küfürlü, kaba saba sözlerle konuşmaktır ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği vasıflardandır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah söz ve fiillerinde fuhşa ve çirkinliğe dalan, bunlarla çok meşgul olan kimseye gazap eder.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

İşin özü; insanın, hayatın her safhasında ilâhî hudutları gözetmesidir. Umûmî mânâda konuşmak mubahtır. Fakat o helâli, tahdit eden birçok incelik vardır. Kardeşinin gıyâbında konuşmamak, kimseyi incitmemek, hakikate muhalif konuşmamak, sert, kaba, verimsiz, kibirli bir şekilde ilh. konuşmamak…

Konuşma misâlinde olduğu gibi; insan para, mal ve eşya gibi maddî imkânları kullanırken de, ilâhî ölçüler içerisinde yaşamalıdır. Yani israf etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın sevmediği bir huy da savurganlık;

İSRAF

İsraf haramdır. Cenâb-ı Hakk’ın reddettiği bir davranıştır.

İsraf, bir mânâda, aşağılık duygusunu bastırma ameliyesidir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Hiç şüphesiz ki saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27)

Unutmamalı ki;

Mülk Allâh’a aittir. Kul, emânetçisi olduğu malın ancak tasarrufçusudur. İsraf ve cimrilik ise; Mâlikü’l-Mülk olan, her şeyin mutlak hükümdarı ve sahibi olan Cenâb-ı Hak tarafından yasaklanmıştır. İsraf ve savurganlık; merhametsizlikten, düşüncesizlikten, kibirden, gururdan neş’et eden ve birçok kötülüğün kapısını açan bir şenaat olduğu için, Cenâb-ı Hak müsrifleri, savurganları şeytanların kardeşleri olarak vasfetmiştir. (el-İsrâ, 27)

İsraf, sadece bir toplum yarası değildir. Aynı zamanda bir fert hastalığı ve şahsiyet illetidir. Çünkü israf, mülkün esiri olmaktır. İnsanda gösteriş hastalığının zuhûr etmesidir. Şahsiyetini; gerçek kemal vasıflarıyla inşa edememiş, rûhuna îman ve takvâ asâletini kazandıramamış, vicdanını merhamet ve cömertlik huzuruyla temizleyememiş kişilerde aşağılık duygusu meydana gelir.

Bu mânevî ve rûhî boşluğu; birtakım gereksiz ve pahalı eşyalarla, lüksle, israfla sefâhatla bastırmaya çalışmak ne kadar zavallı bir şahsiyet fakirliğidir. Bunlar infaktaki mânevî lezzeti, fedâkârlıktaki rûhânî zevki tadamamış kalbin zaafıdır.

Acı bir misal:

Günümüzde bazı düğünler âdetâ defileye döndürülmekte. Şâşaa ve debdebe içinde güç gösterisi yapılmakta. Davetliler; sadece varlık, makam, mansıp sahipleri arasından seçilmekte… Pahalı, gösterişçi, gururlu ve müsrif bir atmosferde girilen aile yuvasından ne kadar saâdet beklenebilir?

Maalesef fakirlerin istihfaf edildiği, çağırılmadığı ve bir giyim defilesine dönüşmüş düğünler aile huzurunu ne kadar tesis edebilir? Açık büfelerle oburluk yarışı yapılan ve Allah Rasûlü’nün istemediği bir düğün tarzı, gençlere ne kazandırır?

Bu acı suallere, yıkılan aile manzaraları nice hazin cevaplarla dolu. Sokakların girdaplarında boğulan yavrucağızların perişan ahvâli aynı şekilde hüzün dolu cevaplardan ibâret.

Hâlbuki düğünlerimiz, bir çiftin mâneviyatla taçlanacak bir hayat arkadaşlığına adım atışlarıdır. Bu sebeple dünya evine, duâlarla girilmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı, Rasûlullah Efendimiz’in memnun olacağı bir rûhânî iklim meydana getirilmelidir. Bunun husûle gelmesi için; hakkı bulunan komşular, uzak-yakın akrabalar, fakirler, ağzı duâlı garipler bilhassa bu cemiyetlere davet edilmelidir.

Mâlûm;

Musa -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş;

“–Yâ Rabbî! Sen’i nerede arayayım?” diye sormuştu.

Allah Teâlâ da ona;

“–Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Düğünlerde ve her türlü cemiyette;

Âleme servet ve azamet gösterişi yapmak yerine; halka mütevâzı bir şekilde cömertliğimizi, Rabbimiz’e de hiçlik ve acziyetimizi arz etmemiz lâzımdır.

Cenâb-ı Hak; kullarının ziraat, öşür, giyim-kuşam ve yiyip-içme fiillerini tanzim eden âyet-i kerîmelerin akabinde;

“İsraf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.”(el-En’âm, 141; el-A‘râf, 31) buyurmuştur.

Giyim-kuşam, yiyip-içme gibi gündelik fiiller, helâle riâyet edildikten sonra mubah ve serbest bir sahadır. Ancak bunlarda lüzumundan fazla veya eksik tasarruflar, yine Rabbimiz’in sevmediği bir fiil olur.

Kapitalizmin reklâm ve israf ekonomisinin girdabında lükse dalarak yapılan bu tür alışverişler ve harcamalar, israfın kapısını açar. Allah israfı da cimriliği de yasaklamıştır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Her sabah iki melek iner. Biri; «Yâ Rab! İnfâk edene, infâkına karşılık yenisini ihsân eyle!» der. Diğeri de; «Yâ Rab! Cimrilik edenin malını telef et!» diye duâ eder.”(Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57)

Cimrilik, kulun Cenâb-ı Hakk’a sığınacağı yerde malına sığınmasıdır.

Cimrilik; kişinin teminat ve güven olarak paraya, maddeye istinâd etmesidir. İsraf ise şahsiyetini oturtamamış kişinin, sahip olmaya çalıştığı eşya ile, aşağılık kompleksini gidermeye çalışmasıdır. Cenâb-ı Hak; kullarının İslâm şahsiyetiyle izzetli, fânî mal ve mülke değil, Allâh’a tevekkül ve istinâd eden; ihtiyacının dışındaki mal ve serveti âhireti tahsil için bir malzeme bilerek, infâk eden mü’minler olmalarını istemektedir.

Şu hadîs-i şerifler bu hakikatler çerçevesindedir:

“Allah Teâlâ, zâlim zengine, câhil ihtiyara (uzun bir ömür yaşadığı hâlde hâlâ farz-ı ayn olan şeyleri, ilmihâlini bilmeyen kişilere) ve kibirli fakire gazab eder.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

İnsan zengin ise; malından infâk ederek zulüm girdabına düşmemeli, zamanını israf etmeyerek öğrenmesi gereken şeyleri öğrenmeli, işlemesi gereken sâlih amelleri işlemelidir. Fakir düştü ise de; rızâ hâlinde yaşayarak, hâline uygun bir hiçlik ve tevâzûdan yüksünmemelidir.

İsrafın şümullü mânâlarından biri de insanın kendini israf etmesi, yani kendi istikbâline yazık etmesidir.

“Allah Azîmüşşân; dünya işlerini (kendisini Allah’tan uzaklaştıran ve dünyaya daldıran hususları) bilip de âhiret husûsunda câhil olan (kendisini Allâh’a yaklaştıracak şeyleri bilmeyen) herkese gazab eder.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

Hâsılı;

Rabbimiz’in sevdiği, bizde görmeyi arzu ettiği güzel hasletleri kazanmamız, ömrümüzü en güzel şekilde değerlendirmemiz ve âhirette de Cenâb-ı Hakk’ın lutfuna mazhariyette mesafe almamız demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği ve bizde asla görmek istemediği süflî huy ve davranışlara dalmak ise, Rabbimiz’in bize verdiği kıymeti ve imkânı hebâ etmek ve israf etmektir ki; Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tabiriyle, bu apaçık bir hüsrandır, en ağır zarar ve telâfisi mümkün olmayan bir iflâstır.

Velhâsıl;

Ömür boyu her türlü bâtınî haramlardan kaçınmak, en az zâhirî haramlardan sakınmak kadar mühimdir. Zira zâhirî günahlar, bâtınî günahların bir eseridir, birbirini tetikler. Maalesef günümüzde bâtınî günahlar, daha çok işlenmektedir. Zira bu günahları, insanlar daha fazla hafife almaktadırlar.

Lâkin unutmamalı ki kulluğun kemâli;

Ancak zâhirî ve bâtınî emirleri îfâ etmek, zâhirî ve bâtınî haramlardan korunmakla mümkündür.

Bu bakımdan yegâne anahtar, sabra sarılmak.

Hele âhirzamanda dîni istikamet üzere yaşayabilmek için en mühim haslet;

GERÇEK SABIR

Hakikî sabır; değişen maddî ve mânevî durumlar karşısında dengeyi bozmamak, îtidâli muhafaza etmek, iptilâlara tahammül göstermek, acılara katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, beşerî hisleri, aklın ve dînin sınırları dâhilinde sâbit tutmak mânâlarına gelir. Zira sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezidir. Îmânın yarısıdır. Ferah ve saâdetin anahtarıdır. Sabrın dünyevî tarafı acı, âhiret tarafı çok tatlıdır.

Sabrın acılığını sîneye çekenler, ebediyet devleti olan cennete ve Allah rızâsına kavuşurlar.

Sabrın ilk şartı, onu gerektiren hâdise ile ilk karşılaşıldığında gösterilmesidir. Vaktinde gösterilmeyen bir sabrın fazla bir mükâfâtı yoktur.

Yâ Rabbî! Sen’inle beraberliğe ulaştıracak bir sabra cümlemizi mazhar eyle!

Yâ Rabbî!.. Bizi sevdiğin şeylere mâil ve nâil eyle. Sevmediğin şeylerin nefretini, kalplerimize yerleştir.

Yâ Rabbî! Lisânımızdan yalan, gıybet ve her türlü kötü sözü; kalbimizden haset ve kîni; fiillerimizden rızâna vâsıl olamayan her türlü ameli temizle… Bizi rızâna erişenler cümlesine ilhâk eyle…

Âmîn!..