Peygamberimizin Hayatı Üzerine Yeminin Hikmeti Nedir?

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2008 – Ay: Eylül – Sayı: 24

-Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de « لَعَمْرُكَ » «Le-amruke» buyurarak Peygamber Efendimizin hayatı üzerine yemin etmesinin hikmeti-

Kâinât’ın Efendisi’nden gayri bütün peygamberlerin me’mûriyetleri, belli bir zaman ve mekân ile sınırlı kalmıştır. Hâlbuki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bi’setinden (gönderilişinden) kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânları tedvîre yâni idâre etmeye memur olduğundan O’nun bütün davranışları, en cüz’î ve mahrem teferruatına kadar sahîh bir rivâyetle bize kadar intikâl etmiştir. Bu rivâyetler dünyâ durdukça bâkî kalacaktır. Bunun sebebi hiç şüphesiz, O’na tahsîs edilmiş olan “âhirzaman”ın bütün insanlarına O’nun bir “üsve-i hasene”, yâni mükemmel bir örnek olmasını temin gibi bir murâd-ı ilâhîdir.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir peygamber üzerine yemin etmezken, âlemlere rahmet olarak gönderilen, kâinâtın efendisi Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in hayatı üzerine « لَعَمْرُكَ » «Le-amruke» buyurarak kasem (yemin) etmektedir. Bu yeminle de bizim, dikkatlerimizi Peygamber Efendimiz’in hayatı üzerine yoğunlaştırmamızı arzu buyurmuştur. Çünkü Kur’ân ve sünnetin hakîkatini kavrayabilmek, ancak Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in örnek ahlâkına ve kalbî derinliklerine yaklaşabilmekle mümkündür.

Cenâb-ı Hak yüce ismini, O’nun ismiyle birlikte zikrederek, bir kimsenin mü’min bir kul olmasını, O’nun nübüvvetine de îman şartına bağlamıştır. O’nun huzurunda yüksek sesle konuşulmasına bile râzı olmamış, yine O’nun mübârek isminin sıradan bir isim gibi zikredilmesinden biz kullarını men etmiştir. Bütün bunlara ilâveten kendisinin ve meleklerinin, O’na çokça salât ü selâm ettiklerini bildirerek, ümmet-i Muhammed’in de aynı şekilde O’na bol bol salât ü selâm getirmelerini fermân eylemiştir.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na çokça salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyrulduğu vechile O Yüce Varlığa salât ü selâm getirmek, mü’minler için ilâhî bir emirdir.

Hattâ, duâsının ne kadarını salevât-ı şerîfeye ayırması gerektiğini Efendimiz’e danışan ve aldığı cevaplar üzerine duâsının tamamını salevât-ı şerîfeye ayırmasının uygun olup olmayacağını soran Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“–O takdirde Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.” (Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’da duânın, Rasûlullâh Efendimiz’e salevât getirilmedikçe Allâh’a yükselmeyip semâ ile arz arasında duracağını beyan buyurmuştur. (Tirmizî, Vitr, 21/486)

1400 küsur seneden beri telif edilen bütün İslâmî eserler, bir kitâbı, yâni Kur’ân-ı Kerîm’i ve bir insanı, yâni Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i îzâh etmek içindir.

O’nun aslî vasfını kâmil mânâda tavsîf etmeğe hiçbir fânî muvaffak olamamış, yüksek ahlâk ve yaratılışını tam olarak kavrayamamıştır. Âlimler, mütefekkirler, gönül sultanları ve Cebrâil -aleyhisselâm- dahî, O’nun yolunda bulunmayı, izzet; kapısında sâil (dilenci) olmayı, devlet bilmişlerdir. Çünkü O:

–Bütün mahlûkâtın kendi varlıklarını, Allah Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçlu olduğu zirve bir Peygamberdir. Çünkü âlemler, Cenâb-ı Hakk’ın O’na olan muhabbeti neticesinde var olmuştur.

–İnsanlar ve cinler âlemini ezelî ve ebedî hakîkatle tanıştırarak onların, âhiretteki sonsuz azaptan kurtulmalarına vesîle olan bir hidâyet kandilidir.

–Allah Teâlâ, Kur’ân ve İslâm nîmetlerini kullarına, O’nun kalb-i pâki vâsıtasıyla sergilemiştir.

–Ümmetinin sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen, ümmetine çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametli bir Rahmet Peygamberi’dir.

–Mîrâc’da Rabbi ile buluştuğu anda dahî Rabbinden ümmetini dileyen bir muhabbet deryâsıdır.

–Geceleri ayakları şişinceye kadar Rabbine ibâdet eden ve kendisine; «Sizin gelmiş ve geçmiş günahlarınız affedildiği hâlde niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz?» sorusuna cevâben; «Rabbime karşı şükreden bir kul olmayayım mı?» buyuran, şükür, hamd ve rızâda ümmetine ufuk gösteren bir rehberdir.

–Kullukta örnek ve ideal bir şahsiyettir.

–Kulları Allah Teâlâ’nın mârifetine ulaştıracak en mühim vâsıtadır. Çünkü O’na olan muhabbet, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin sermâyesidir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)

–Gönlümüzde mekan tuttuğu nisbette Habîbullah muhabbeti, azâb-ı ilâhîden kurtuluşumuza bir vesîledir. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)

Bu ilâhî beyân, müşrikler hakkında vârid olmuştur. İşte müşrikler bile sırf O’na maddî bir yakınlık sebebi ile böyle bir imtiyâza sahip olurlarsa, mü’minlerin ne türlü ilâhî nîmetlere nâil olabilecekleri tasavvurun üstündedir.

«Habîbim» iltifâtına yalnızca O mazhar kılınmıştır. Allah Teâlâ’nın Habîbi’ni sevmek, ne büyük bir şereftir!

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim görevimdir.” (Müslim, Cum’a, 43) buyuran bir şefkat okyanusudur.

Şeyh Gâlib’in bir şiirinde tavsîf ettiği gibi:

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin Efendim

Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim

Dîvân-ı ilâhî’de ser-âmedsin Efendim

Menşûr-i “le-amruk”le müeyyedsin Efendim

(Peygamberlerin sultanı, şânı yüce bir pâdişâhsın efendim! Çâresizlere ebedî bir devlet ve devâsın efendim! Mahşerin dehşetli günlerinde, ümmetinin başında bir hâmîsin efendim! Şânın üzerine Cenâb-ı Hakk’ın “Sen’in ömrüne yemîn olsun!” diyerek and içtiği kasemle te’yîd edilmiş bir Peygamber’sin efendim!..)

Hâsılı O, Cenâb-ı Hakk’a lâyık bir kul olmak isteyenlerin önündeki tek ve müstesnâ bir üsve-i hasenedir. Baştanbaşa ilâhî bir sanat hârikasıdır. Hem öyle bir sanat harikasıdır ki, O’na yaklaşıldıkça içinde meknuz olan sayısız ilâhî güzellikler ayân olur. Aşk-ı peygamberî ile yanık gönüller, O’nda ebedî huzur ve saâdet yurdu olan cennetin eşsiz râyihalarını duyarlar. O’nu gerçek mânâda tanıyabilmek, ancak O’na kalben yaklaşabilmekle mümkündür.

Rivâyet edilir ki Mecnun, Leylâ’nın köyünün kapısında beklerken bir adam gelir ve kendisine Leylâ’nın evini sorar. Mecnun da o kimseye cevâben eliyle kalbini işâret ederek:

“–Onun yeri burasıdır.” der. Gerçek muhabbet kalpten olur. Yalnız dil ile söylemekle olmaz.

Çünkü kalp, sözlerin kulağa işittiremediği veya ağırlığı dolayısıyla taşımakta zorlandığı mânâları hikmetleriyle kavrar ve duyar. O hâlde gönüllerimize, O eşsiz Sultân’ın ism-i latîfini, nâmını ve salevâtını hiç silinmeyen bir muhabbet yazısı ile nakşetmeliyiz ki, kalblerimiz, kendisine verilen ulvî kıymete liyâkat kazanmaya başlasın.

Gerçekten de bir mü’minin gönlü muhabbet-i Rasûlullah’ta ne mertebeye vâsıl olursa, dünyada nâil olacağı huzur ve saâdet, âhirette kavuşacağı makâm, o nisbette yüce olur.

Dolayısıyla, sakın O’na salât ve selâmı unutma! Zîrâ en korkulu günde O’nun tevessül ve şefâatine muhtaçsın!..