Orhan Gazi

1996 – Haziran, Sayı: 124, Sayfa: 020

Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Babası Osmân Gâzî, annesi ise Osmânlı Devleti’nin mânevî mimarı Şeyh Edebali‘nin kızı Mal Hatun’dur. Orhan Gâzî’nin ve devlet ricâlinin şahsiyeti, Edebali’nin -kuddise sirruh- mânevî terbiyesi ile şekillenmiştir Genç yaşından itibaren Bizans tekfurları ile yapılan gazalara iştirak etmiştir. Esir alınan Yarhisar tekfurunun müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlendi. 1326’da Bursa’yı fethetti. Bu sırada ölüm döşeğinde bulunan babası Osmân Gâzî, buna çok sevindi. Oğlunu yerine ta’yin etti. Evladlarına ve kumandanlarına, Orhan Gâzî’ye itâat edip, O‘na bey’at etmelerini emretti. Sonra O‘nu yatağının kenarına oturtarak Osmanlı Devleti’nin temel harcı mâhiyetindeki şu vasiyet ile son defa îkâz etti:

“-Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur!

Dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, devlet işine yaklaştırma! Zîrâ yaradanından korkmayan, yaradılanlara merhamet etmez!

Zulüm ve bid’atlardan son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..

Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sadık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların ailelerini koru!.

Devlete mânen güç veren fazilet sahibi salih alimlere hürmet, ikrâm ve ihsânda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memteketi’ne dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrur olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah’ın -celle celâlühû- birçok lütuflarına mazhar oldum!..

Sen de benim yolumdan yürü!. Allah’ın -celle celâlühû- ve kullarının hakkını gözet! Beytülmal-deki gelirin ile kanâat et! Devletin zarurî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendileri ne örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!.

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, “i’lâ-yı kelîmetullah”dır!. Cihâdı terketmeyerek ruhumu şâd et!”

Orhan Gâzî, babasının bu yüce nasîhatlerine bir hayat düstûru olarak dâimâ cân-ı gönülden uymuştur. Bu sebeple babasından kalan topraklar, altı kat genişleyerek 16.000 kilometrekareden otuz üç yıllık padişahlık müddeti sonunda 95.000 kilometrekareye ulaşmıştır.

İlk Osmânlı medresesi Osmân Gâzî zamanında İznik’te açılmıştı. Müderrisliğe zamanın zâhirî ve bâtınî âlimi Dâvûd-ı Kayseri tayin edilmişti. Bu zât, Muhyiddîn-i Arabî‘nin “Fusûsu’l-Hikem”ini şerhetmiştir. Bu eser, tasavvufî telakkinin Osmânlı toprağı üzerinde yayılmasına bir zemin oluşturmuştur.

Orhan Gâzî, halkının mânevî olgunluğunu sağlamak üzere ülkesinin her tarafında tekkeler ve zaviyeler yaptırmıştır. O zamanın dervişlerinden Geyikli Baba ve Derviş Murad meşhurdur.

Silsile-i Nakşibendiyye’den Hâce Muhammed Baba Semâsî -kuddise sirruh-. Şeyh Edebali -kuddise sirruh- ve Hacı Bektâş-i Veli -kuddise sirruh- de bu devrin büyüklerindendir.Bunlar Osmân Gâzî ve Orhan Gâzî zamanlarını idrak etmişlerdir.

Kılıçların sağladığı zâhirî fütûhat, gönül fetihleri ile ebedileştiriliyordu. Fethedilen yerlere en evvel, ehl-i kalb, sâlih ve velî zatlar iskân ediliyordu. Onların örnek yaşayışları, belde halkının hidâyetine vesile oluyordu.

Bu mânevî fetih ordusu veliler, kendi gönüllerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin taşma toprağına olduğu kadar, insanların kalblerine de nakşediyorlardı. Böylece, tabandan tavana, halkdan devlete kadar bütün fertler, rızâyı ilâhîyyeye nâil olmak için, hizmet müesseselerinin ilk temellerini atıyorlardı.

Yeni fethedilen topraklarda yaşayan yerli hristiyanlar, Osmanlı halkının nezih yaşayışına, ahlâkına, bilhassa merhamet ve şefkat duygularına hayran kalıyor ve bu keyfiyet de, yerli halkın müslümanlaşmasını kolaylaştırıyordu.

Osman Gâzî‘nin oğluna yukarıda zikrettiğimiz vasiyeti, 620 senelik cihan şümûl bir devletin âdetâ anayasası oluyordu.

Temelini Kur’an-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetten alan bu devlet, daha sonra mukaddes emanetlere de sahib olunca, onları da tarihte misli görülmemiş bir tâzimle muhâfaza etmiştir.Bu iki ihtirâm bereketiyle bu devlet, “Devlet-i ebed-müddet” ünvanı ile, altıyüz küsûr sene şanla şerefle hükümran olmuştur. Bu azametli Cihan Devleti’nin temel gayesi, “i’lâ-yı kelîmetullah” ve “nizâm-ı âlem” idi. Dünyâ’yı Kur’ân‘ın rûhu, huzuru ve süruru ile şereflendirerek, tarihte emsalsiz bir sükûn ve adâlet devrine vücûd vermiştir.

Osmanlı Devleti, bu cihan hâkimiyetini ve Dünya nizâmını Kur’ân-ı Kerîm’in ruhu ile gerçekleştirmiştir. Murşid-i kâmillerin feyz ve rûhaniyeti ile gazâ ve cihâd aşkı, bütün Dünyâ’ya karşı hidâyet sancağını dalgalandırıyordu. Tasavvufun mânevî terbiye merkezleri olan tekkeler inkişâf edip, halkı olgunlaştırıyordu. Bu da ekseriya, devlet kadar şahısların eseri olan vakıflarla gerçekleşiyordu. Fertlerde diğer ğâmlık, hassasiyet, rikkat-i kalb ve incelik, bir tabıat-ı asliyye halinde idi. Nefs engelini aşanlar, irşâd ve mânevî hizmetleri ile memleket için bereketli ilkbahar yağmurları halinde her tarafa feyz saçıyorlardı. Çünkü gönüller, toprak altında çürümez! Ceset çürür. Bu yüzden, o yüce gönüllerin eser ve ifadesi olan müesseseler ebedileşiyordu.!

Diğer bir ifâde ile, Osmanlı, Şeyh Edebali ve emsâlinin mânevî mîmârlığı ile vücûda gelen ka’bına varılamaz âbidevî bir Cihan Devleti olmuştu. Büyüklük sadece maddede değil, aynı zamanda mânâda da gerçekleşmişti. Babası Osman Gâzî’den aldığı emaneti, titizlik ve hassasiyet ile taşıyan Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa’nın bir kaza neticesinde vefatından sonra hastalandı. Veliahdlığa oğlu Murâd Bey’i getirdi. Ona şu nasihatte bulundu

“-Oğul, saltanatının ihtişamına mağrur olma! Unutma ki, Dünya Hz. Süleyman’a (as) bile kalmamıştır. O’nun da tahtı, akıbet viran olmuştur. Zîrâ her Dünya saltanatı fânîdir! Lakin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber’inin -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir

– Dünya’ya Âhıret ölçüsü ile bakarsan, onun ,ebedî olan Âhıret saâdetini fedâ etmeğe değmediğini görürsün!…

-Oğul! Rumeli hıristiyanları rahat durmayacaktır! Sen o cânibe yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet veya fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeğe çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyva gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin! Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennetmekân babam Osmân Gâzî, Söğüt ve Domaniç’den ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allâh’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin! OSAMANLI’YA İKİ KIT’A ÜZERİNDE HÜKMETMEK YETMEZ! ZİRÂ İ’LÂ-YI KELİMETULLÂH AZMİ İKİ KIT’AYA SIĞMAYACAK KADAR BÜYÜK BİR DÂVÂDIR! Selçukluların vârisi olduğumuz gibi, ROMA ‘nın da vârisi biziz!..

-Oğul! Kur’an-ı Kerim’in hükmünden ayrılma! adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil!. Zâlimleri cezâlandırmakta gecikme! En kötü adâlet, geç tecellî edendir! Sonunda, hüküm isabetli dahi olsa, geciken adâlet de, bir nevî zulümdür!

-Oğul! Biz yolun sonuna geldik. Sen ise, başındasın Cenâb-ı Hakk saltanatını mübarek kılsın!..”

Hâli, ahlâkı ve örnek şahsiyeti ile tarihin altın sahifelerine eşsiz bir sultan olarak geçen Orhan Gâzî, 1359 yılında vefat etti. Kabr-ı şerifi, Bursa‘daki Gümüşlü Kümbet’tedir.

Rahmetullahi Aleyh!..

İnsanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup, nefis sultasında yaşamakta olduğu günümüzde, Orhan Gâzî gibi o diğergâm insanların îmân, vecd ve heyecan dolu gönüllerinin seviyesine yeniden ulaşabilmek için o âbide insanlara tekraren sâhib olmak gerektir. Bunun için de, onları duymak, anlamak ve onların gönül yapılarından hisse almak mecbûriyetindeyiz. Rûhumuzun derinliklerini mânevî ışıklarla aydınlatıp, hasretini çektiğimiz o eski metin ahlâkî yapıya kavuşmamız zarûrîdir.