O’nu Ne Kadar Seviyoruz?

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Mart Sayı: 13

GÖNLÜ VE AKLI KULLANMAK

Cenâb-ı Hak; insanı mümtaz kılmış, ona ahsen-i takvîm, en üstün varlık olma şerefini ihsân etmiştir. Ayrıca; yerde ve gökte ne varsa insanın hizmetine âmâde kıldığını beyan buyuruyor. Düşünenler için…

Bu demektir ki; Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizdeki nimetlerini tefekkür etmek ve onları veriliş maksadına göre değerlendirmek, en büyük vazifemiz. Bilhassa gönlümüzü ve aklımızı en doğru şekilde kullanmakla mükellefiz.

Aklı nasıl kullanacağız?

Akıl, nefse râm olmayacak, ilâhî hakikatlere âşinâ olacak, imtihan dünyası içinde olduğunun farkına varacak.

Gönlü nasıl kullanacağız?

Gönül, Cenâb-ı Hakk’a aşk-ı hakikî mekânıdır. İlâhî nazargâhtır. Dolayısıyla her türlü mâsivâdan ve günahtan temiz tutulmalı, zikir ve tevhîd ile dolu olmalıdır. Nihayette de Allâh’ın huzûruna bir kalb-i selîm olarak götürülebilmelidir. İşte bu kıvâm için;

YEGÂNE ÖRNEK, HAZRET-İ PEYGAMBER

Cenâb-ı Hak, bizleri îkaz ve irşad maksadıyla peygamberler göndermiştir. Lütuf ve kerem olarak. 1400 yıl evveline kadar 124 bin küsur peygamber geldi. Cenâb-ı Hak en çok sevdiği, en mûtena ve müstesnâ peygamberi de en sona bıraktı. Her peygamberi bir kavme gönderdi. O kavmin içtimâî yapısına göre o kavmi irşad etti. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i ise bütün bir beşeriyete gönderdi. Kıyâmete kadar olan zamanı O’nun tebliğine teslim etti.

Allah, dünyada küfrün ve cehâletin en dehşetli zamanında O’nu tek başına insanlığa bir hidâyet rehberi olarak bir güneş misâli lutfetti. Bir lütuf olarak ve bir armağan olarak ihsân eyledi.

MÛCİZELERİN EN BÜYÜĞÜ

Allah Teâlâ, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e mûcizelerin de en büyüğünü bahşetti: Kur’ân-ı Kerim. Kur’ân kıyâmete kadar Allâh’ın kelâmı olduğunu ve Rasûlullâh’ın peygamberliğini ispat edecektir. Kıyâmete kadar gelen bütün insanlık Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e verilen bu mûcizeyi görecek, yakından tanıyacaktır.

Hazret-i Peygamber; Kur’ân mûcizesi ile öyle bir toplum meydana getirdi ki, adına asr-ı saâdet toplumu dendi. Dünyada böyle ikinci bir toplum yok. Çünkü o gün, câhiliyye insanlığından; yani âdetâ Hint Okyanusu’nun en dibindeki insanlardan, fazîlet bakımından Himalaya Dağı’ndan daha yüksek zirvelere erişmiş insanlar meydana geldi. Kızlarını diri diri gömen vahşî bir toplum, Hazret-i Peygamber’in eğitim, feyiz ve rûhâniyetiyle; Dicle kenarında bir kurdun zayıf bir kuzuyu kapmasına bile dayanamayacak derecede merhamet ve şefkat hisleri ile dolu hâle geldi. Sadece bu muvaffakıyet bile; Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şahsiyetindeki yüceliğini ve O’nun nasıl mükemmel bir üsve-i hasene, yani en güzel örnek olduğunu göstermek için kâfîdir.

ÂMÂ OLANLAR GÜNEŞİ ÇEKİŞTİRİR

Eğer gözler âmâ değilse O’nu mutlaka görür. Eğer şaşı değilse, O’nda hiçbir zaaf bulamaz. Yani O’na kusur izâfe etmeye çalışanlar; aslında kendi acziyet, hata ve noksanlıklarını dillendirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Tarih, kavimlerin kendi peygamberlerine yaptıkları iğrenç suçlama ve zulümlerle doludur. Zira peygamberlerin tebliğ ettiği ilâhî hakikatler; kimi insanların nefsânî arzularına uymadığı için, onlar bu güzelliklerden rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden onlar da yaşadıkları nefsânî yaşantının normal ve meşrû kabul edilmesini sağlamak maksadıyla kendi zaaf ve çirkinliklerini peygamberlere yakıştırmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla bugün de Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e karşı yapılan çirkin iftira kampanyalarının tamamı, gerçekte o yakıştırmaları yapan kimselerin kendi kötü ahlâklarından ve bedbahtlıklarından başka bir şeyi yansıtmamaktadır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Dünyamızı aydınlatan güneşi çekiştirmek, onda kusur aramak; benim iki gözüm de kördür, karanlıktır, çipildir diye kendini çekiştirmek, kendini kötülemektir.”

“Allah, birisinin perdesini yırtmak, ayıbını ortaya dökmek isterse, onun gönlüne, temiz kişileri kınama isteği verir.”

İnsanlık, bırakın kötülemeyi; Hazret-i Peygamber’e şükrânını nasıl dile getireceğini düşünmelidir. Zira O’nun doğumundan vefâtına kadar insanoğlunun kurtuluş ve hidâyeti için çırpınması karşısında şükran hisleriyle dolmayacak bir gönül, gönül değildir.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN BİZE DÜŞKÜNLÜĞÜ

Tevbe Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in bizim kurtuluş ve saâdetimiz için nasıl çırpındığını bakın nasıl bildiriyor:

“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpıyor!” (et-Tevbe, 128)

Öyle ki, Peygamber Efendimiz’in bizlere muhabbeti, bir annenin ve babanın evlâdına olan muhabbetinden çok daha fazladır. O Peygamber Efendimiz ki; “Peygamberlerin içinde en çok iptilâlara, eziyetlere, cefâlara katlanan benim…” buyuruyor. Vicdanı da bundan asla şikâyetçi değil. Fakat ümmetinin çektiği ıstıraplar, O’nun yüreğini yakıyor. O öyle merhametli ve bizi düşünen bir peygamberdir ki, dünyada bizim affımız ve kurtuluşumuz için çırpındığı gibi; mahşer günü de Arş’ın altında bizi düşünecek ve secdelere kapanıp bize şefaât etmek için Allâh’a, duâsı kabul edilinceye kadar gözyaşlarıyla yalvaracak… (bkz. Buhârî, Enbiyâ, 3, 9; Müslim, Îmân, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet, 10)

Bu şekilde dünyada da âhirette de bize şefaat için çırpınan bir peygambere şükrân olarak biz de bugün O’nun arzu ettiği bir mü’min olabilmek ve O’nu candan daha aziz tutarak O’na sevdalı bir gönül olabilmek için çırpınmalı değil miyiz?

SEVEN, SEVDİĞİNE TÂBÎ OLUR

 “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyuruluyor. Biz, Peygamber Efendimiz’i ne kadar seviyoruz? Tabiî bu sevgiyi, sevenle sevilen arasında paylaşılan beraberlikler olarak anlayıp yaşamalıyız. Kişi; sevdiğiyle söz ve özünde beraberdir, davranışlarda beraberdir, duygu ve düşüncede beraberdir, yaşayışta beraberdir. Yani sevgide böyle beraberlikler olmasa ve seven sevdiğine aykırı yol tuttursa; o zaman, sevdiği ile beraber olamaz, çünkü sevmiyor demektir.

İşte buna göre birleşik kaplar gibi, biz Peygamber Efendimiz’i bugün ne kadar seviyoruz? Sünnet-i seniyyesine ne kadar sarılıyoruz? Evlâtlarımıza ve çevremize Peygamber Efendimiz’i ne kadar anlatabiliyoruz?

O’NA TÂBÎ OLMAK GÖNÜL TAHSİLİ İSTER

Şu çalkantılı dünyada ve feryat meydanı mahşerde saâdetimiz için hayatımızın her safhasında Peygamber Efendimiz’i örnek alma zarûreti vardır. O’nu; içtimaî/sosyal hayatta örnek almalı, ailevî hayatta örnek almalı, iş hayatında örnek almalıyız. O,  en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün insanlara yegâne örnek… O’nu nasıl örnek alacağız? Bir kâğıttan okumakla mı? Hayır. Gönül dünyamızda o örneğin tahsilini yapacağız. Cenâb-ı Hak, bu tahsilin usûlünü Sûre-i Ahzab’da açıkça bildiriyor.

Bu tahsilin birinci şartı: Allâh’a kavuşmayı ummak. Kalbin Cenâb-ı Hak’la beraber olması. Ne kadar beraberlik? Bunun cevabı âyette; «ayaktayken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allâh’ı zikretmek» şeklinde veriliyor. Yani devamlı bir beraberlik. Devamlı olarak ilâhî kameranın altında olduğumuzu hissedebilmek. Rabbimiz bize şahdamarımızdan daha yakın. Ya biz ne kadar yakınız? İşte bu yakınlığı kurabilmek için Efendimiz’i örnek alacağız.

Bu tahsilin ikinci şartı: Âhirete kavuşmayı ummak. Fânîliği kavramamız ve onun sınırlarını aşmamız lâzım. Bunu Hazret-i Mevlânâ ne güzel ifade eder:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

Bu bakımdan, bir imtihan dünyası içinde olduğumuzun farkında olmamız zarûrî. Bu şekilde nefsânî arzuları bertarâf etmeliyiz. Gönlümüzü sonsuzluk seyyahı eylemeliyiz. Öyle bir kıvam kazanmalıyız ki, âhiret bizim için kavuşma meydanı hâline gelmeli. İşte bunun tahsili için de Efendimiz’in üsve-i hasene, yani örnek şahsiyetinden hisse alacağız, ders alacağız. O zaman Cenâb-ı Hak, bize cenneti va’dediyor. Cemâline kavuşmayı ihsân edeceğini beyan buyuruyor.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN DEĞERİ VE BİZ

Rasûlullah Efendimiz’in kadrini ve şerefini idrak ve tahsil etmeden Allâh’a doğru, yol almak mümkün değil. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da bize Hazret-i Peygamber’e verdiği değeri bilhassa ifade buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevât getirirler. Ey mü’minler! Siz de O’na çokça salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!..” (el-Ahzâb, 56)

Cenâb-ı Hak da Peygamberimiz’e salât ediyor. Yarattığı en yüce mahlûkuna salât ediyor. Bunun gerçek keyfiyetini, bizim kalbimizin, şuurumuzun, idrâkimizin kavraması mümkün değil. Cenâb-ı Hak yarattığı bir mahlûkuna nasıl salât eder? Gerçi tefsir kitaplarında bazı îzahlar var, ancak asıl mahiyeti Cenâb-ı Hak’ta gizli. Bu bir sırr-ı ilâhîdir. Fakat şurası âşikâr ki, Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e çok müstesnâ bir muhabbeti ve îtinâsı var. Bizim de bunu kavramamızı istiyor ve emrediyor:

“Ey mü’minler! Siz de O’na çokça salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!..”

Ancak bu salevâtı ve bu selâmı sadece dilimiz yerine getirmemeli. Her hâlimiz O’na salevât ve selâm mâhiyetinde olmalıdır. Aile hayatımızda, iş hayatımızda, insanlarla muâmelelerimizde her davranışımız, Hazret-i Peygamber’e salât ve selâma lâyık bir kıvamda tezâhür etmelidir. Meselâ düşünmeli ki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz benim aile hayatımdan, ticaretimden ve insanlarla muâmelelerimden O’na yansıyan davranışlara tebessüm eder mi? Yavrularımı yetiştirmeme tebessüm eder mi? Îbâdet hayatıma tebessüm eder mi?

Bu sualleri bugün kendimize sorup nefsimizi ve gönlümüzü hesaba çekmezsek, mîzân etmezsek yarın mahşer günü hesap ve mîzânımız daha dehşetli olur. Hiç şüphesiz ki kıyâmet gününde hepimize;

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪ٖيبًا

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) denilecek.

 O zaman amel defterlerimizde gizli ve saklısıyla her hâlimizi göreceğiz. Kendi hayatımızı, filmimizi seyredeceğiz. Namazlarımızı nasıl kılmışız? Oruçlarımızı nasıl tutmuşuz? Sadece şekil olarak mı ibâdet etmişiz, yoksa rûhumuz ve kalbimizle de kulluğumuzu yerine getirebilmiş miyiz? Allâh’ın dünyada iken bize sayısız nimetlerine karşı neler yapmışız? Lutfedilen ruh, akıl, zekâ, para, mal ve mülkün ne kadarını infâk edebilmişiz? Ne kadarını boşa harcamışız, halk tabiriyle ne kadarını ıskartaya çıkarmışız? Allâh’ı ve Hazret-i Peygamber’i ne kadar sevmişiz ve ne kadar Allah ve Rasûlü’nün ahlâkına bürünebilmişiz?

Bütün bunları yarın amel defterimizde göreceğiz, kıyâmet ekranlarında seyredeceğiz. Ancak mesele, burada görüp hâlimizi seyredebilmek.

SEVGİ VE EDEP İMTİHANI

Bir imtihan dünyası içindeyiz. Yani bu dünya ilâhî bir imtihan dershânesi. En büyük imtihanlarımızdan biri de, Hazret-i Peygamber’e karşı sevgi, itaat ve edebimiz yönünden imtihanımızdır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin (O’nun verdiği kararlara aykırı kararlar vermeyin)! Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamberle yüksek sesle konuşmayın; yoksa amelleriniz boşa gider de siz farkında bile olmazsınız.”

“Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.”

(Rasûlüm!) Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu akletmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât, 2-4)

Demek ki, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e olan nezâketimiz, sünnet-i seniyyeye ittibâmız, Allah Rasûlü’nü yakından tanımamız, gönüllerimiz için bir takvâ imtihanıdır. O’na aşkımızın değerlendirilme vesilesidir. Aynı zamanda da Allâh’a yakınlık vesilesi…

Buradan bize çıkacak bir netice, biz Allah Rasûlü’nü nasıl örnek alacağız? Hayatımızı, Allah Rasûlü’nün hayatıyla nasıl mîzân etmeye gayret edeceğiz? Bu hususta da Kur’ân’ın bize açık tâlimâtı şudur:

“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, (ey Rasûlüm, bil ki) Biz Sen’i onlar üzerine bekçi göndermedik!” (en-Nisâ, 80)

O’NU SEVMEKTE ÖLÇÜ

Abdullah bin Hişam’ın anlattığı şu rivâyet, Rasûlullah’a muhabbetin hangi seviyede olması gerektiğini göstermesi bakımından çok mânidardır:

“Bir defasında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifade etti. Onun bu sözüne karşılık Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz;

“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen;

“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–İşte şimdi oldu.” buyurdu . (Buhârî, Eymân, 3)

İşte Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e böylesi bir aşk ve muhabbetle tâbî olmalıyız. O’nu gönül tahtımızın yegâne sultanı ve hayatımızın rehberi kılmalıyız. Çünkü O’nu sevmek bize farz kılınmıştır. [1] Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de;

اَلنَّبِىُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِنٖ۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ

“Peygamber, mü’minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6) buyurmuştur. O, bize kendi canlarımızdan daha yakın ve daha ileridir.

Bu itibarla Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e muhabbet, hadîs-i şerifte de hakikî îmânın şartı olarak zikredilmiştir:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine; anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îman, 8)

Bu itibarla sahâbe-i kiram Rasûlullah Efendimiz’in en ufak bir arzusuna dahî;

“Anam, babam, canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek koşuşturmuş ve her vesileyle sevdalarını tescil ettirmişlerdir.

Bu muhabbete lâkayt kalmak, hele hürmetsiz davranmak, bir cehâlet eseridir. Bu muhabbete sarılmak da, kurtuluş reçetesidir.

O’NU SEVMENİN ALÂMETİ…

İnsan; çok sevdiğini çokça anlatır, her vesileyle onu çok sevdiğinden söz açar ve hep sevdiği etrafında konulardan bahseder. Kendisini sırf işine kaptırmış bir işadamı devamlı ticaretinden bahseder. Şöyle kazandım, kaybettim. Şunda şu kazanç var. Bunda bu kazanç var, vesâire… Kimi evlâdına çok aşırı düşkündür; illâ her zaman, her yerde evlâdından bahseder.

Fakat sahâbe-i kiram ve büyük evliyâullah ise hep Peygamber Efendimiz’den bahsetmişler ve bundan ebedî bir lezzet almışlardır.

Onlar, Efendimiz’in gittiği yoldan gidiyor, kokladığı çiçeği kokluyorlardı. Öyle ki İmâm-ı Nevevî Hazretleri, hadîs-i şeriflerde (Peygamberimiz’in) karpuzu nasıl kestiğini göremediği için karpuz yememiştir.

Şeyh Ahmed Yesevî Hazretleri de;

“Allah Rasûlü 63 yaşında vefât etti, dünyaya veda etti, benim 63 yaşından sonra dünyada görecek işim yok artık.” demiş ve kendisine toprak altında bir yer yapıp vefâtına kadar orada yaşamış ve irşâdına orada devam etmiştir.

 Bu hâller, şahıslara mahsus olsa da, coşkun birer muhabbet tezâhürüdür.

Ebûbekir -radıyallâhu anh- soruyor:

“–Kızım Âişe, bugün günlerden ne?”

“–Babacığım Pazartesi.”

“–Aman kızım, bugün vefât edersem, beni sakın bekletmeyin, hemen Allah Rasûlü’nün yanına götürün, gömün!”

İşte kavuşma iştiyâkı ile dolu bir Peygamber aşkı! Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i yakından tanımayı ve sevmeyi hepimize ihsân eylesin.

O’NU LÂYIKIYLA ANLATABİLMEK ZOR

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’a Hazret-i Peygamber’in vefâtından sonra müslüman olmuş bir aşiret reisi şu ricada bulunuyor:

“–Bana Allah Rasûlü’nü anlatır mısın?”

“–Anlatamam.”

“–Bildiğin kadarıyla anlat! Gördüğün kadarıyla söyle!”

“–Yalnızca şunu ifade edeyim ki; gönderilen gönderenin kadrine göredir. Gönderen kâinâtın Hâlık’ı olduğuna göre, var sen O’nun kıymetini hesap et!”

Cenâb-ı Hak, kalplerimize sahâbenin Hazret-i Peygamber’e olan aşkından hisseler nasîb eylesin! Hayatı -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in muhabbetiyle güzelleştirmeyi ihsan buyursun!

Âmîn!..


Dipnot:

[1]* Bkz. et-Tevbe, 24.