O, Vesîle-i Mağfiret, Ebedî Rahmet…

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Aralık Sayı: 34

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bulunduğu beldede rahmet, yaşadığı toplumda rahmet, bütün yeryüzünde rahmet, kat kat semalarda rahmet ve bilhassa muhabbeti ile dolu gönüllerde apayrı bir rahmettir.

O’NU YER-GÖK TANIR

Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz’i geçtiği yollardaki taşlar bile selâmlarlardı. Üzerinde hutbe îrad ettikleri hurma kütüğü, ihtiyaç dolayısıyla bir minber yapılması neticesinde O Varlık Nûru’ndan ayrı düştüğü için ashâb-ı kirâmın işiteceği şekilde inlemişti.1 (Bkz. Buhârî, Cuma, 26) Ayrıca O Peygamberler Sultanı çağırdığı vakit ağaçlar da yürüyerek yanına gelmiş ve emr-i şeriflerine icabet etmişti.

Bu ve daha nice mûcizelerin mazharı Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyururlar:

“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey, Ben’im Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed, III, 310)

O’nu inkâr eden münkirler dahî O hidayet güneşini el-Emîn sıfatıyla zikrettiler. Hiç yalan söylemediğini tasdik ettiler. O’nunla mücadele ederken bile eşyalarını O’na emanet ettiler. O’nun şefkat ve şahsiyet kanatları altına sığındılar. Çünkü O, her nefes onlar için hem hidayet vesilesi hem de bir sığınaktı.

Bu meyanda Cenâb-ı Hak O’nu şöyle vasfetmektedir;

RAÛF ve RAHÎM / ÇOK ACIYAN VE
ÇOK MERHAMETLİ PEYGAMBER

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsranınıza üzülüyor, saadetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpıyor!..” (Tevbe, 128)

Cenâb-ı Hak bu âyette geçen ve kendisinin iki ilâhî vasfı olan Raûf ve Rahîm / acıma ve merhamet sıfatlarını kâmil mânâda yalnız Peygamber Efendimiz’de tecellî ettirmiştir. Bu tecellî, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in, ümmetine karşı devamlı dua hâlinde olmasına vesile olmuştur. Öyle ki hayatının en hususî anlarında, miracda, hattâ son nefesinde bile O’nun dilinden şu ifade hiç eksik olmadı:

ÜMMETÎ, ÜMMETÎ!..

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in fıtratı ümmetine merhametle yoğrulmuştu. Hayatta iken bir ömür «ümmetî» diyen Fahr-i Âlem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyuruyor ki:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefat ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk sûr üfleninceye kadar nida edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Yine Efendimiz’in «ümmetî, ümmetî» diye ifade ettiği, ümmetine olan muhabbet ve düşkünlüğünü şu hadîs-i şerif ne güzel beyan etmektedir.

“Hayatım sizin için hayırlıdır. Benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefatım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz Bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim. Kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfar ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Evet, Efendimiz öyle bereketli bir rahmettir ki, varlığı dünyada gazab-i ilâhî için bir kalkandır. Cenâb-ı Hak buyurur:

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah, onlara azap edecek değildir!..” (Enfâl, 33)

Bulunduğu beldede rahmet, yaşadığı toplumda rahmet, bütün yeryüzünde rahmet, kat kat semalarda rahmet ve bilhassa muhabbeti ile dolu gönüllerde apayrı bir rahmettir.

Kıyâmet gününde de yalnızca O, «ümmetî, ümmetî» diyecektir. Bütün peygamberler, kendi tebliğ meselelerinin mes’ûliyet kaygısı ile meşgul iken O Rahmeten li’l-âlemin Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, secdeye kapanacak ve ümmeti için af ve mağfiret müjdesi alana dek; «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!» diye yalvaracak. Bizim bu nimet ve rahmete şükranla mukabelemiz acaba nasıl olmalı? Ashâb-ı kiram gibi aşk ve şevk ile biz de şöyle diyebiliyor muyuz:

LEBBEYK3 YÂ RASÛLÂLLAH!..

Rabbimiz, hepimizi her nefes O’nun emirlerine can u gönülden «lebbeyk» demeye muvaffak kılsın. O’ndan yüz çeviren bedbahtlardan eylemesin. Çünkü O’ndan yüz çevirenlerin iki dünyası da hüsrandır. Âyette buyurulur:

(Ey Rasûlüm!) Yüz çevirirlerse de ki: «Allah Bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O, yüce Arş’ın sahibidir.»” (et-Tevbe, 129)

Yüz çevirenler iki dünyada ateşin ortasında kalacaklardır. O’ndan yüz çevirmek, felâketlere ve facialara yönelmektir; âkıbeti de cehennemdir. Dolayısıyla O’nsuz olan hayat da, ölüm de, ölüm sonrası da sadece azaptır.

Kurtuluş da, ancak yine O’nunla mümkündür. Çünkü ateşlere yuvarlanmadan Allâh’a gidebilmek için O:

ŞAHÂDET KÖPRÜSÜ

Unutmamalı ki, insanoğlu için O’na îman ve aşk, en büyük kurtuluştur. Bunun için Allah, bu ümmeti vasat, Hakk’a istidatlı, kitap ve sünnetin şahidi bir ümmet yapmıştır. Âyette buyurulur:

“İşte böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed) de sizin üzerinize şahit olsun…” (Bakara, 143)

Efendimiz bize ne zaman şahit olur? Elbette ki biz O’na en güzel şekilde ayna olabildiğimiz ve O’nu her şeyden daha çok sevebildiğimiz zaman.

Peki;

O’NU SEVMENİN
ALÂMETİ NEDİR?

Bütün mesele, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in rûhânî dokusundan hisse alabilmek. Çünkü ancak bunu başarabildiğimiz ölçüde O’na yakın oluruz. Bu hisse ve yakınlığın sırrı da O’nu coşkun bir sevgi ile sevmek, sevmek, sevmek…

Bu sevginin alâmeti de, sünnet-i seniyye karşısındaki heyecanımız ve duygu derinliğimizdir.

O Nûr-i İlâhî’nin etrafında her nefes pervane olan ashâb-ı kirâmın hâli, Hazret-i Peygamber’e muhabbette en zirve numunelerle doludur. İşte birkaçı:

BEŞ VAKİT O’NUN ARKASINDA OLMAK ŞARTIYLA!

Medine pazarına güçlü-kuvvetli bir köle getirilmişti. Talibi çoktu. O ise şu şartı koşuyordu:

“–Beş vakit Mescid-i Nebevî’de Hazret-i Peygamber’in arkasında namazlarımı eda etmeme izin vermenizi istiyorum.”

Bu muhabbetin taştığı yanık gönlün sahibini, Efendimiz hayatı ve vefatından sonra öyle taltif buyurdular ki muhacirler ve ensar, bu kölenin mazhar olduğu iltifatlara gıpta ettiler.

Efendimiz daima ümmetinin felâhını arzu etti. Kurtuluşuna sevindi. İşte bir misal daha;

EBÛ HAYSEME KURTULDU!

Tebük Seferi ilân edilmişti. Kavurucu sıcaklar altında ve mahrumiyetler içinde sefere çıkılırken münâfıklar ve Müslümanlardan bazıları geri kaldılar. Onlardan biri de sahâbeden Ebû Hayseme idi. Kendisi anlatıyor:

“Hurma bahçesindeydim. Hanımlarım hurmaları önüme sermişti. Bir an düşündüm. Allah Rasûlü gelmiş-geçmiş bütün günahları affedilmiş iken, Tebük çöllerinde yakıcı hararetin altında yollara düşüyor; ben ise burada hurma bahçesinde, önümde çeşit çeşit hurmaları yiyeceğim, öyle mi?!. Utandım kendimden, hurmaları yemeden kalktım. «Çabuk bana atımı hazırlayın!» dedim. Yola düştüm. Efendimiz’e Tebük’te mülâkî oldum. Efendimiz beni görünce çok sevindi. Şu ifadeyi kullandı: “Ebû Hayseme neredeyse helâk oluyordu.”(İbn Hişam)

İşte Efendimiz’in ashâbına, ümmetine olan merhameti…

İşte bir sahâbînin Efendimiz’e olan sevgisi ve bağlılığı. O sahâbîler ki her hâlleri;

FEDÂKARLIKTA YARIŞ…

Yine bu Tebük Seferi sırasında bir kişinin Tebük’e gidecek imkânı yoktu. O da Medine meydanına çıktı:

“Ey ahâlî, beni atıyla-devesiyle Tebük’e götürecek var mı? Bunun bedelini ben Tebük’te ödeyeceğim,” dedi. Bir sahâbî:

“–Gel kardeşim, benim bir bineğim var ama beraber gideriz.” dedi. O da:

“–Olur, bunun bedelini ben Tebük’te vereceğim.” dedi. Beraber Tebük’e vardılar. Bu sahâbîye Tebük’te ganimet olarak üç deve düştü. Getirilen dedi ki:

“­–Al kardeşim, ben sana beni getirmenin bedelini Tebük’te ödeyeceğim demiştim, al bu üç deve senin.” Yüzlerce kilometrelik yolda tek bineğini arkadaşıyla paylaşan sahâbî ise dedi ki:

“–Hayır kardeşim, ben seni buraya, dünya metâı için getirmedim, al üç deve senin olsun, ben seni Allâh’ın rızâsını tahsil etmek için getirdim. Yaptığım işin ecri, ancak Allâh’a aittir. Ben dünyaya ait senden hiçbir şey talep etmiyorum.”

Bu iki sahâbîden biri Allah Rasûlü’yle beraber olmak, O’nun emrine tâbî olmak için savaşa, zorluk seferine nasıl can atıyordu! Diğeri ise dünya menfaati için değil sırf Allah rızâsı için din kardeşiyle imkânlarını nasıl paylaşıyordu!

Bir başka misal;

ÂMÂ OLMAK
İSTEYEN SAHABÎ.

Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- bir gün bahçesinde çalışırken oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in vefat haberini verdi. Bu acı haberle dünyası başına yıkılan Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle dua etti:

“Allâh’ım! Gözlerimi al ki artık bundan sonra tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den başka kimseyi görmeyeyim.”

Abdullah -radıyallâhu anh-’ın duası kabul oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.

Abdullâh’ın gözleri Varlık Nûru’nun irtihâlinden sonra görmez olduğu gibi yanık sesli Hazret-i Bilâl’in de âdeta sesi kısılmıştı. Nefesi tıkanmıştı.

NEDİR BU AYRILIK
EY BİLÂL?!.

Efendimiz’in vefatından sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- da üzüntüsünden, o semaları rûhâniyete gark eden güzel sesiyle bir daha ezan okuyamaz olmuştu. Hazret-i Bilâl, başta Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer olmak üzere ashâb-ı kirâmın hasret dolu ısrarlarına dayanamayıp ne zaman ezan okumaya niyet ettiyse, mihrapta Allah Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, ezan okumaya muvaffak olamadı. İçini kavuran aşk ateşini teskin edebilmek için Medine’den uzaklaştı, Şam’a gitti. İslâm ordusuna katıldı. Bir defa ordugâhta yüreğinden taşan yanık sadalarla içli içli ezan okudu. O anda herkesin kalbi bir başka dağlandı. Sonra bir gün rüyasında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz:

“Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyaret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti.

Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- mahzun bir şekilde uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemlerin Efendisi’nin kabr-i şerîfini ziyaret için Medine’ye geldi. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in huzurunda ağlayıp yüzünü-gözünü kabrine sürdüğü esnada, Peygamber Efendimiz’in torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anh- onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:

“Ey Bilâl! Ezanını dinlemeye ziyadesiyle hasretiz!” diye ısrarları üzerine ezan okumaya başladı. Daha «Allâhu Ekber» dediği anda Medine sarsıldı. «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» dediğinde ise kadın-erkek bütün insanlar, Allah Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in vefatından sonra Medine’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358)

O gün içli müezzin Hazret-i Bilâl, «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» dedikten sonra ağlayarak olduğu yere yığıldı. Devam edemedi. Çünkü mihrapta Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görememişti.

Bu Rasûlullah âşığı mübarek sahâbî, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefat etti. Vefatı esnasında:

“–Ey dostlarım, sevinin; yarın inşallah Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a ve ashâbına kavuşacağım.” dedi. Bunun üzerine hanımı:

“–Vah başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı. Gönlü hasretle dolu Peygamber âşığı Bilâl -radıyallâhu anh- ise:

“–Ah ne güzel, ne hoş!” diyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)

Ashâb-ı kiram, ömürleri boyunca Fahr-i Kâinat Efendimiz’in şu müjdeli sözüne sarılmışlardı:

«KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR.»

Sahâbe, ellerindeki en büyük sermaye ve yegâne teselli kaynağı olarak Allah Rasûlü’nün muhabbetini ziyadeleştirmeye, katmerlendirmeye çalışmışlardı. Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“İslâm’a girme nimetinden sonra hiçbir şey bizi Allah Rasûlü’nün; «Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» müjdesi kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum, -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163)

Bu yüce muhabbet, onların her nefeste Allah Rasûlü’nün izinden gitmelerini temin etmiştir. Bilhassa mü’minlerin annelerinde O’nun ahlâkından nice bereketli numuneler vardır. O hasletlerden biri de;

EMSALSİZ CÖMERTLİK

Peygamber Efendimiz’in zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe validemizin evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkârına:

“–Ekmeği ona ver!” dedi.

Hizmetkâr ise:

“–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sen ekmeği ona ver.” dedi.

Hizmetkâr, hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:

“Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve:

«–Buyur ye, bu, senin ekmeğinden daha lezzetlidir!» dedi.” (Muvattâ, Sadaka, 5)

Hazret-i Âişe’ye infak hususundaki bu kalbî kıvam Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den aksetmişti. İşte onun infakla alâkalı olarak şahit olduğu Hazret-i Peygamber ahlâkından bir başka numune:

«HEPSİ BİZİM OLDU»

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivayete göre, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ailesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verince, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, infak ettiklerinin hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Demek ki gerçek servetimiz, infak ettiklerimizden ibaret…

O hâlde tefekkür etmeliyiz ki;

Bu ay idrak ettiğimiz kurban bayramında Hazret-i Peygamber’in; “Hepsi bizim oldu!” müjdesinden acaba istifademiz ne kadar olmalı? Bir mânâsı yaklaşmak olan kurbanı, Hazret-i Peygamber’e ve Allâh’a yaklaşmak hususunda nasıl bir infak seferberliği içerisinde değerlendirmeliyiz? Zira infak gayreti itibarıyla O’na yakınlık da, bambaşka bir kurban demektir. O sevdiğimizle beraberliğimiz de ancak o zaman ebedîleşir.

Unutmamalı ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in Allâh’a yakınlık sırrı da bu meyandaki yüce ahlâkıdır. Çünkü O’nun hayatı; en zirve inceliklerin, güzelliklerin, faziletlerin tamamını ve kemalini ihtiva eder. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sergilediği bütün hasletler, en yüce hasletlerdir. Bu hasletler dolayısıyla O Âlemler Sultanı, öyle bir rütbe ve öyle bir makamdadır ki;

O’NA ALLAH DA
SALÂT EDİYOR…

Cenâb-ı Hak buyurmakta:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na bol bol salevat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin!” (Ahzâb, 56)

Yarattığını en iyi bilen Cenâb-ı Hak, O’na salât ettiğini bilhassa beyan ettikten sonra bizim de salât ü selâm etmemizi istiyor. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i tanımak için bundan daha yüksek bir ifade olamaz. Bu âyet, O’nun şânını bütün ihtişamıyla anlatmaktadır. Fakat bizler, bu âyetin hakikati, derinliği ve enginliğinin nispetini tam olarak idrak edemeyiz. Ancak kendi kabiliyetimiz kadar O’nu tanıyabiliriz.

Uçsuz-bucaksız bir okyanusu küçücük bir bardağa doldurmak mümkün mü?

Elbette değil.

İşte «en değerli kul ve Rasûl» olan Peygamber Efendimiz karşısında küçük bir bardaktan ibaret bir insan idrakine, yukarıdaki âyet-i kerîme çok müşahhas bir açıklama yapıyor ve O’na salât ü selâm getirmemizin zaruretine mânidâr bir vurguda bulunuyor. Çünkü bir kalp, Rasûlullah’tan ne kadar in’ikâs alırsa, o derecede kemale erer. Fakat bu mânâda:

İN’İKÂSTA ÜÇ ŞART VARDIR

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gü­nü­ne ka­vu­şa­ca­ğı­nı uman ve Al­lâh’ı çok zik­re­den (mü’­min)’ler için Ra­sû­lul­lah’ta en mü­kem­mel bir ör­nek (üs­ve-i ha­se­ne) var­dır.” (Ah­zâb, 21)

O, bütün beşeriyete en güzel numune. Lâkin O’nu daha yakından tanıyabilmek; her nefes ve her davranışta örnek alarak adım adım izinden gidebilmek için üç şart var:

1. Allâh’a kavuşmayı ummak. Cenâb-ı Hak’la şu âyet-i kerîme çerçevesinde bir kalbî beraberlik içinde olabilmek:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler; «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbih ederiz; bizi cehennem azabından koru!» (derler.) (Âl-i İmrân, 191)

2. Âhirete kavuşmayı ummak… Bunun için her nefeste fânîliğin içinde yaşayabilmek ve; “Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir.” (Rahman 26) âyetini unutmamak zarurî…

3. Allâh’ı çok çok zikretmek… Zikir ve şükür ile her nefeste Allah rızâsını aramak…

İşte bu üç şartı gerçekleştirenler için Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, en güzel örnek. En mükemmel numune. Çünkü:

EN YÜCE AHLÂK O’NUN

O’nun müstesnâ ahlâkını ve emsalsiz şahsiyetini bizzat Cenâb-ı Hak methetmektedir.

Âyette buyurulur:

(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (Kalem, 4)

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, yaratılış ve ahlâk itibarıyla, hem sûret ve hem de sîret bakımından her yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın bir mûcizesi ve en zirve bir sanat hârikasıdır.

Bu sebeple;

Bütün peygamberlerin fazilet ve mûcizeleri, daha fazlasıyla ve hepsi bir arada O’nda, tecellî etmiştir.

Diğer taraftan ifade etmeli ki bir insan; meslek, istidat ve kabiliyet olarak ancak belli birkaç hususta numune kıvamına gelir ve ancak birkaç insana misal olabilir. Sadece Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bundan istisnadır.

Çünkü O;

Kendine mahsus hususiyeti dolayısıyla herkesin başından geçmesi muhtemel olan her hâdisede yegâne misaldir. Yani her şeyde herkese misal, yalnızca O’dur.

Çünkü;

Rabbimiz O’nu en büyük sanat hârikası olarak yaratmış, O’nu en alt kademeden en üst kademeye ve her meslek erbabına emsalsiz bir numune olarak takdim etmiştir.

Câlib-i dikkattir ki Nuh -aleyhisselâm-, 950 yıl gösterdiği sabırda misaldir, ancak gün gelmiş onun sabrı tükenmiş ve Cenâb-ı Hakk’a:

(Yâ Rabbî!) Ben mağlûp oldum!” (Kamer, 10) demiştir.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise, Hazret-i Nûh’un çektiği sıkıntıların daha çetinleri karşısında bile sabretmiş ve bu meyanda kendisiyle birlikte sabretmesi gereken ashâb-ı kirâma:

“Hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Meğâzî, 29) buyurarak dâsitânî bir itidal göstermiştir.

Ne mutlu bizlere ki Fahr-i Kâinat -aleyhi efdalü’t-tahiyyat- Efendimiz’e ümmet olduk. Üstelik bu büyük nimete de meccânen kavuştuk.

Cenâb-ı Hak, bizleri kendine lâyık kul, habîbine lâyık ümmet eylesin.

İnfakımız, ahlâkımız, hâli-miz, kālimiz ve devamlı salevatlarımız ile bizi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e iki dünyada da yakın ve yâr eylesin!

İdrak ettiğimiz kurban bayramını, bu yakınlığa vesile olacak bir kıvamda ve infak seferberliği içerisinde gerçekleştirmeye cümlemizi muvaffak kılsın!

Âmîn!..

Dipnotlar:

1 (Bkz. Buhârî, Cuma, 26)

2 (Bkz. Tirmizî, Menakıb, 6; Heysemî, VIII, 282)

3 Muhabbet coşkusu içerisinde teslimiyet ve bağlılık ifadesidir. Kısaca şöyle demektir:

«Buyurun, emredin Efendim! Her hâlükârda emrine hazırım!»