O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -7-

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Temmuz, Sayı: 161

MÜ’MİN ŞAHSİYETİ: HÜSN-İ HULK / GÜZEL AHLÂK

İbâdetlerimizin seviyesini ve kalbimizin seviyesini gösteren en müşahhas delil ve en bâriz ölçü, «hüsn-i hulk»tur.

Nedir hüsn-i hulk?

Hüsn-i hulk; «ahlâk güzelliği, güzel ahlâk» demektir. Her husus gibi, onun tarifini de Rabbimiz tayin eder. Bu mânâda, güzel ahlâk;

  • Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği ahlâktır.
  • Kur’ân-ı Kerîm’in bizden istediği ahlâktır.
  • Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

Güzel ahlâk, dînimizde her şeyin esası ve temelidir. Yine dînimizin en yüce hedef ve gayelerindendir. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“Ben üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed, II, 381)

Yine Efendimiz buyurdu:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi, terbiyemi güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Rasûlullah Efendimiz’i Allah terbiye etmiş, ümmet-i Muhammed’i de Efendimiz’in terbiyesine tevdî etmiştir.

Efendimiz’in hayatı bu hakikatlerin bir ispatıdır. Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz; 40 yaşına kadar ilâhî tâlim ve terbiye altında, karakter ve şahsiyet yani güzel ahlâk sergiledi. Kavmi arasında ismi ve sıfatı; «el-Emîn, es-Sâdık» idi. Düşmanları bile yalan söylediğine şahitlik etmiyordu. Hattâ Ebû Cehil bile;

“Yâ Muhammed! Sen hiç yalan söylemedin! Ben Sana; «Sen yalancısın!» demiyorum. Fakat şu getirdiğin davetini istemiyorum!..” diyerek O’nun doğruluğunu vicdânen kabul ettiğini, fakat davetine icâbet etmekte nefsine mağlûp olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti.

Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“…(Rasûlüm!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En‘âm, 33)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Câhiliyye karanlıkları ve bataklıkları içinde güneş gibi parıldayan, muhteşem bir şahsiyet âbidesi idi. Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî ettirdiği en büyük mûcizesiydi. Bu bakımdan O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

En zirve edep, hayâ ve zarâfet timsâliydi.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’in yüksek değerini ifade sadedinde âyet-i kerîmede;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.

Kur’ân nimeti, işte bu güzel ahlâk zemini üzerine nâzil oldu. Bir başka ifadeyle Kur’ân nuru; Rasûlullah Efendimiz’in, tertemiz olan kalb-i selîmine kondu. «Nûrun alâ nûr» oldu.

Mekke devrinde, 13. yıl îman tâlîminin ardından; namaza ilâveten Medîne-i Münevvere’de de diğer ibâdetler, ukûbat ve ahkâm nâzil oldu. Îmânın da ibâdetlerin de gayelerinden biri, yine en güzel ahlâka ulaşmak oldu. Yani din; ahlâk ile başladı, yine ahlâk ile taçlandı.

Şu kudsî hadis rivâyeti, ahlâkın başta ve sondaki ehemmiyetini ne güzel ifade eder:

“Bu, Ben’im Zâtım için râzı olduğum bir dindir. Bu dîne yakışan da ancak cömertlik ve güzel ahlâktır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe bu iki hasletle ikrâm ediniz.” (Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Bilmeli ki;

Güzel ahlâkın en güzel fârikası da, cömertliktir.

Şu hadîs-i şerif de îmân ile güzel ahlâkın ayrılmaz münasebetini ne güzel ifade eder:

أَكْمَلُ الْمُؤْمِن۪ينَ إ۪يمَاناً أَحْسَنُهُمْ خُلُقاً

“Mü’minlerin îman cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel olanıdır.” (Ahmed, Müsned, II, 250)

Peygamberlerin hayatındaki bu sıralama keyfiyetindeki bir sır ve hikmet de şudur ki:

Bir peygamberin nübüvvetten önce; dîni, ibâdetleri, hattâ kâmil mânâda îmânın esaslarını dahî bilmemesi mevzubahis olabilir, çünkü henüz vahiy gelmemiştir; fakat bir peygamberin ahlâktan mahrum olması düşünülemez!.. Demek ki güzel ahlâk, nübüvvetten önce de peygamberlerin fârik vasfıydı.

İBÂDETLERİN DE ÖZÜ AHLÂK

Günümüzde üzülerek görüyoruz ki;

İslâm’ın emirlerini gerçekleştirirken zâhirî hususlara ehemmiyet veriliyor. Fakat güzel ahlâka yeterince ihtimam gösterilmiyor.

Cenâb-ı Hak; zâhirî ibâdetlerin her birini, insan rûhuna şifâ olarak emretti elhamdülillâh!.. İbâdetlerin her biri de; bizleri «hüsn-i hulk»a, güzel ahlâka ulaştırmak ve mezmûm olan, çirkin ve kötü ahlâktan uzaklaştırmak gayesine mâtuftur.

Meselâ;

Namaz, Allâh’ın huzûrunda hiçliğin idrâki. Secdelerde Allâh’a yaklaşmak ve ilâhî mülâkat. Cemaatle namazlarla içtimâîleşmek. Cihadda olduğu gibi muntazam ve kenetlenmiş saflar hâlinde Hakk’a kulluk. Namazın faydası sadedinde, âyet-i kerîmede;

“Namaz, fahşâdan ve münkerden (edepsizlikten ve kötülükten) alıkoyar.” (Bkz. el-Ankebût, 45) buyuruluyor.

Namaz bizim için ilâhî bir röntgen mesâbesindedir ki, onunla îman ahlâkımızın Cenâb-ı Hak’la yakınlık seviyesi gösterilir.

Çünkü;

Namazın da bütün ibâdetlerin de mutlaka güzel ahlâk ile irtibatı vardır.

Kezâ;

Orucun hikmeti;

«Takvâya erişmeniz için, şükretmeniz için» diye beyan ediliyor. (Bkz. el-Bakara, 184-185) Oruçta helâlden bile riyâzat ile istifâde var. Ağızdan gireceklere dikkat edildiği gibi, ondan çıkacak sözlere de âzamî dikkat edilmesi emrediliyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Ya hayır söyle yahut sus!” (Hâkim, IV, 319/7774)

Susmak, tefekkür mâhiyetiyle ayrı bir ibâdet hâli. Bu bakımdan evvelki ümmetlerde sükût orucu da mevcuttu.

Sükût, kuru kuruya susmak değil; tefekkür derinliği içinde ilâhî hikmetleri idrâk hâli içinde yaşamaktır. Yani ilâhî kudret akışlarını ve ilâhî nakışların vitrinlerini iç âleminde seyretmektir. Buna mukabil şeytânî ve nefsânî vitrinlerden de kendini koruyabilmektir. Böyle olunca sükût, bir fazîlettir ve müstesnâ bir tefekkür malzemesidir. Bunun içindir ki;

Orucun göze, kulağa ve gönle de tutturulması îcâb ediyor. Buna dikkat edilmezse orucun boşa gideceği bildiriliyor. Buyurulur ki; iki kadın gıybeti dolayısıyla oruçlarını imha etmişlerdir.

Zekât zaten başlı başına cimrilik ve bencillikten uzaklaştırmak, merhamet ve cömertlik sıfatlarını kazandırmak gayesinin tahakkukunda birinci seviye. Farz seviyesindedir.

Şunu unutmamak lâzım ki, hırsızlık en kötü bir hâldir. Zenginin, fakirlerin hakkı olan zekâtı vermemesi de aynı şekilde büyük bir hırsızlıktan başka bir şey değildir. Bu, açıkça bir zenginin fakirlerin hakkını gasp etmesidir.

Gerçekleştirilen infak ve sadaka ise, hudutsuz hayır-hasenat… Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın en güzel ölçüsü:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe «birr»e (hayrın kemâline) vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)

Hacda ise;

«Refes yok, cidal yok, fısk yok!» buyuruluyor. (Bkz. el-Bakara, 197) Nezâket ve zarâfet tâlîmi… Bir bitkiyi dahî incitmek yasak. Bir avcıya avı göstermek yasak.

Hacdaki şeytan taşlamanın mâhiyeti, hayatın her safhasında iblisi taşlamak zaruretini idrâk. İki parça dikişsiz elbiseyle hiçliğe bürünmek ve Hakk’ın emri etrafında pervâne olmak…

Kurban ise, fedâkârlığın ve Hakk’a yakınlığın bir zirvesi ve şiârı. Hazret-i İbrahim’in, en kıymetli oğlunu böyle bir fedâkârlık içinde oluşunu tefekkür…

Hepsinin güzel ahlâk ile irtibâtı âşikâr…

Yani zâhirî ibâdetlerde de Rabbimiz bizden güzel ahlâk istiyor.

ZÂHİRDE KALIR

Güzel ahlâka ulaşmadan, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmeden edâ edilen ibâdetler ise şekilde kalmıştır ve Cenâb-ı Hakk’ın kabulünden uzaktır. Bu sebeple Hazret-i Ömer şöyle îkāz eder:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız.

  • Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
  • Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu?
  • Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu? Ona bakınız.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)

Burada Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın îkāz ettiği husus; ahlâkta derinleşmeden, bu ibâdetleri sûretâ edâ eden kişilerin düştüğü durumdur.

Yûnus Emre Hazretleri de böylelerini şöyle ifade eder:

Yûnus Emre der; hoca,
Gerekse var bin hacca.
Hepisinden eyice
Bir gönüle girmektir!

Ak sakallı pîr hoca,
Bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca,
Bir gönül yıkar ise…

Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise…

Eğer bir kimse, namazı hakkıyla kılsa, orucu hakkıyla tutsa; onun ahlâkı da düzgün ve güzel olur. Yani konuştuğunda da doğru söyler, emânete de hıyânet etmez, helâl-haramı gözetir.

Eğer bu ahlâkî vasıflara titizlikle sahip çıkarsa; namazı da huşû içinde, makbul bir namaz olur.

İkisi de diğerinin seviyesini gösterir.

Namaz; eğer gafletten, riyâdan, cimrilikten uzak tutmuyorsa, Cenâb-ı Hak; böyle geometriden, hendeseden, tâbir-i âmiyâne ile yatıp kalkmaktan ibâret bir namaz kılanlara şöyle buyuruyor:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَ

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!..” (el-Mâûn, 4)

İbâdetleri zâhir ve bâtın her iki kanadıyla edâ edebilmenin yolu, hassâsiyettir.

İnsanın ahval ve gidişâtı için para da bir röntgen mesâbesindedir. Kulun iradesi yoktur. Paranın iradesi vardır.

  • Eğer para helâlse, helâl yola ve hayrâta gider. Hakk’a yaklaştırır. Hayır-hasenat, kazanılan malın helâliyetini gösterir.
  • Fakat para eğer bulanıksa, bulanık yerlere gider.
  • Eğer para haramsa, tamamen haram yerlere gider. Sonunda sahibini helâk eder.

Zâhir-bâtın meselesi, haramlarda da karşımıza çıkar.

BÂTINÎ HARAMLARA DİKKAT

Günümüzde yine üzülerek müşâhede ediyoruz ki;

Dînî hayatta zâhirî haramlardan uzak durmaya îtinâ ve dikkat edilirken, bâtınî haramlardan kaçınmaya ihtimam gösterilmeyebiliyor.

Meselâ;

Bir müslüman, ömrü boyunca ağzına hınzır eti koymuyor. Ondan tiksiniyor. Hattâ paketli gıdâ maddelerinden güvenmediği mamulleri almıyor, evine sokmuyor. Çok güzel. Böyle bir hassâsiyet ve şuur, îmânın ve takvânın gereği…

Fakat aynı kişi; dilini yalandan, gıybetten ve nemîmeden muhafaza etmiyor. Hâlbuki bu bâtınî haramlar da en az hınzır eti kadar iğrenç ve tiksindirici. Cenâb-ı Hak, gıybetten;

“Sizden biri kardeşinin ölü etini yemek ister mi? Nefret ettiniz değil mi?” diye iğrendirmiştir. (Bkz. el-Hucurât, 12)

Hattâ hınzır eti yemenin; başkasına doğrudan bir zararı yoktur, ferdî bir günahtır. Lâkin yalanın, gıybetin, dedikodunun ve benzeri günahların kıyâmete kalan bir de kul hakkı tarafı var. Toplumu ifsâd etmesi var. Kardeşliğe zehir saçması var.

Hınzır etinden elbette tiksineceğiz. Lâkin bir müslümanın; hınzır etinden yahut içkiden uzak durduğu kadar, hattâ daha fazlasıyla yalandan, gıybetten uzak durması lâzım. Onları önemsiz addetmemesi lâzım. Hafife almaması lâzım.

Bir mü’minin seviyesini gösteren en mühim alâmet;

İnsanlar; onun elinden, dilinden ve ahlâkından müstefîd oluyor mu?

Oluyorsa, bu hâl Hak dostlarının alâmet-i fârikasıdır. Böyle Allah dostları için buyurulur:

“Onlar korkmayacaklardır da üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 62)

Bir başka misal ile anlatalım:

Hiçbirimiz kan, idrar ve benzeri bir necâsetin üzerimize veya elbisemize bulaşmasına râzı olmayız. Kazârâ bulaşsa temizlemek için derhâl harekete geçeriz. Umursamazlık etmeyiz.

Bir de görünmeyen necâsetler var. Kibir, haset, kin, cimrilik, bencillik, enâniyet ve benzeri çirkin ve rezil duygular; kalpleri mülevves hâle getiriyor. Artık o kalp ile zemzem de ikrâm edilse boş… Çünkü kap kirli. Kirli bir kalp, Cenâb-ı Hakk’a nasıl yaklaşabilir ki!

Hâlbuki;

Îman önce «لَا اِلٰهَ / lâ ilâhe» yani kalbi her türlü mazarratlardan temizlik ile başlar. Tâ ki, îman seviye bulsun ve îmânın hakikati kalpte kök salsın.

Kendimizi muhasebe edelim:

Zâhirî necâsetlere gösterdiğimiz teyakkuzu, mânevî ve bâtınî necâsetlere gösteriyor muyuz? Onları temizlemek için ne kadar gayret ediyoruz? Onlardan ne kadar rahatsız oluyoruz?

Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruhû- bir gün dar bir sokaktan geçerken bir köpekle karşılaşır. Hazret, necâset bulaşmasın diye eteklerini toplar. Köpek tam karşısında durur ve lisân-ı hâl ile şöyle der:

“Benden sana bulaşacak kir, bir kova su ile yıkamakla temizlenir ama; başkasını hor gören, istihkar eden bir nazardaki kibir ve enâniyet kiri, yedi deryâda yıkansa arınmaz!”

Bir başka menkıbe:

Bir gün Süfyân-ı Sevrî’nin yanına gelen bir kimse ona şöyle sorar:

“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?”

Hazret, bu suâl üzerine helâl lokmaya dikkat çekerek ona şu cevabı verir:

“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Gerçi ön safta namaz kılmanın fazîleti daha çoktur. Lâkin kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.”

Böyle menkıbeler de İslâm’ı, zâhiri ve bâtını ile yaşamayı tâlîm etmek gayesinde birleşmektedir.

İSLÂM’I HİÇBİR SAHADA UNUTMA!

Çünkü İslâm; ilâhî tâlîmatların, ilâhî emir ve yasakların tamamıdır. İslâm; hayatın bir kısmında tatbik edilip, bir kısmında unutulmamalıdır. İslâm, camiye hapsedilmemelidir. İslâm sadece zâhirî ibadetleri îfâ edip, sadece zâhirî haramlardan kaçınmaktan ibâret zannedilmemelidir.

Zâhir ve bâtın birbirini tamamlayan unsurlardır. Âdetâ fizikteki birleşik kaplar mesâbesindedir. Dâimâ zâhire bak, bâtını gör; bâtına bak zâhiri gör!..

Bu münasebetle;

Dînin bir sahasındaki kusur, her tarafa sirâyet eder. Kanadının biri kırık olan kuşun uçamaması gibi, zâhir veya bâtın kanatlarından birini ihmal eden mü’min de hiçbir mesafe kat edemez.

Günümüzde hayatın bazı noktalarında İslâm maalesef unutuluyor. Bazı günahları işlemek tabiî hâle geliyor. Bu da şeytanın bir hilesi.

  • Meselâ fâiz, Allah ve Rasûlü’nün harp açtığı bir haram. Mü’minin iki dünyasını da harap edecek bir çirkinlik. Mü’min; fâiz mekânlarının önünden dahî, hızlı geçmeli. Mümkünse başka yolu kullanmalı.

Fakat kimi gafiller, fâize baştan üzülerek giriyor. Kendince; «Zaruret var, mecburiyetten giriyorum.» diyor. Sonra alışıp gidiyor. Allah korusun…

  • Dedikodu da böyle. Günahlarda bir câzibe var. Kişi başlangıçta dedikodu yaptığında üzülüyor. Vicdanı rahatsız oluyor. Sonra o rahatsızlığı umursamayıp o günahı işleye işleye tabiî hâle geliyor. Sempatik gelmeye başlıyor. Pişmanlık duygusunu dahî yitiriyor. Günahların bu seviyeye gelmesi fısk ve fücurdur.
  • Tesettürden verilen fireler de böyle. Âyet-i kerîmede cilbab buyuruluyor. Mantoyu çıkarıyor, ev kıyafetiyle sokağa çıkıyor. Baş örtülü, ama vücut hatları ortada. Böyle de olur, zannediyor. Hâlbuki yegâne ölçü, Allâh’ın rızâsı.

Misaller çoğaltılabilir. İhtilâtlar, sekreter çalıştırmalar, internette tefâhur ifade eden davranışlar vs.

Bu tür ahvalde, gafil insanlar, günahlarına ortak ararlar. Bahane olarak; «Herkes yapıyor, herkes fâize bulaşıyor, herkes gıybet ediyor.» derler. Hâlbuki bizim ölçü alacağımız toplum, ashâb-ı kiram toplumudur. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile ONLARA TÂBÎ OLAN İHSAN SAHİPLERİ… İşte Allah, hepsinden râzı olmuştur…” (et-Tevbe, 100)

Ölçü, günümüz değil asr-ı saâdettir. Bizim için örnek toplum, sahâbe-i kiram hazerâtıdır.

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği insan tipi de asr-ı saâdet insanıdır.

«–Ben bu topluma göre gayet iyiyim!» ifadesi, boş bir lâkırdıdır. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle «sözün maskarası» olmaktır.

Dolayısıyla demeli ki:

«–Acaba asr-ı saâdet insanı nasıldı, ben nasılım?»

SAHÂBÎ NELER YAPTI?

Sahâbî:

  1. Mekke’de îmânı uğruna canını ve malını tehlikeye atmaktan çekinmedi. En ağır zulümlere karşı dahî îmânından tâviz vermedi. Îmânını korudu.
  1. Medine’de dînini yaşamak için bütün fedâkârlığa katlandı. Büyük bir aşk ve vecd içerisinde emirleri yerine getirdi. Cihâd etti.

Bir taraftan yahudiler, bir taraftan Mekkeli müşrikler ve bir taraftan münafıkların yani üç ateşin arasındaydı sahâbî.

Cenâb-ı Hak’tan inen her emre ise «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا» demekte ve onu muhabbetle tatbik etmekteydiler.

  1. Cenâb-ı Hak ile olan dostluğun teşekkürü olarak da yeryüzünde Allâh’ın şahidi olarak dünyaya yayıldılar. Semerkant’a, Çin’e, Kayravan’a ve İstanbul’a gittiler.

Böylece canlarını ve mallarını Hakk’a yaklaşmanın sermayesi yaptılar.

  • İslâm, teslîmiyettir. Ön kabuldür. İlâhî tâlîmatlara gönülden bağlanıp îfâ etmektir. İşine gelen kısımlarını alıp, diğerlerini görmezden gelerek yaşanan bir din; Cenâb-ı Hakk’ın kabul edeceği bir Müslümanlık olmaz.

Müslümanlık bir şahsiyettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَاۤ اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

(İnsanları Kur’ân ile) Allâh’a çağıran (yaşayan ve yaşatan), amel-i sâlih işleyen (dâimâ Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi üzere hareket eden, O’nun izinden giden) ve; «Ben müslümanlardanım.» diyenden (yani dâimâ İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edenden) daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

Demek ki bir müslüman yaşayacak ve yaşatacak.

Müteâkip âyet-i kerîmede de güzel ahlâkın zirvesi emrediliyor:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tarz­da önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki); seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan ve sıcak bir dost olu­vermiştir.” (Fussilet, 34)

MUHABBET İMTİHANI

Allâh’ı ve Rasûlullâh’ı seviyorsak, bunun testi nedir? Bunun imtihanı ve ispatı ne iledir?

Âyet-i kerîmede buyurulur:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe «birr»e (hayrın kemâline) vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)

Yine güzel ahlâk: Yani bencillikten, cimrilikten kurtulmak; fedâkârlık ve cömertlik gösterebilmek… Bunları gerçekleştiremedikçe, hayrın kemâline ulaşmak mümkün değil.

Güzel ahlâk, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya çalışmaktır. Bu, tasavvufun tariflerinden de biridir.

Rabbimiz; bize Rahmân ve Rahîm isimlerini telkin ediyor, Zâtının sonsuz merhametini hatırlatıyor ve bizden de merhametli olmamızı istiyor. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Merhametli olan kişiye Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin…” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvud, Edeb, 58)

Rabbimiz bize mağfiretini hatırlatıyor. Bağışlamasını hatırlatıyor ve kardeşlerimizin kusurunu affetmemizi bizden istiyor:

“Allâh’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?” (en-Nûr, 22)

Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü çok ibretlidir. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Mıstah adlı fakir bir muhâcire yardım ederdi. Bu kişi; Hazret-i Âişe’ye iftira yaygarasına karışınca Hazret-i Ebûbekir, Mıstah’a yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Bunun üzerine Mıstah zor duruma düştü. Cenâb-ı Hak, bu yemine râzı olmadı. Onu affetmesini istedi. Hazret-i Ebûbekir de affetti.

AHLÂK, TEZKİYE İLE…

Güzel ahlâk sahibi olmak kolay değildir. Kalbin sanatıdır. İnsan; gözüne, diline veya dudağına hükmedebilir. Onları yumabilir, tutabilir, susturabilir. Biraz irade eğitimiyle bu mümkündür. İşte oruç ibâdetinde bunu tâlîm ediyoruz. Fakat kalbi susturmak, işte bu o kadar kolay değildir. Büyük bir cehd ister. Tezkiye ister.

Yegâne kurtuluş da budur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

(İç âlemini) temizleyen, felâha erdi.” (eş-Şems, 9)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)

Güzel ahlâkın kemâlini elde etmenin zorluğuna işaretle, Peygamber Efendimiz;

اَلْبِرُّ حُسْنُ الْخُلُقِ

“Birr (hayrın kemâli, gerçek iyilik, sâlih bir insan olmak), hüsn-i hulktur, güzel ahlâktır.” (Müslim, Birr, 14, 15) buyurmuştur.

Şu hadîs-i şerif de câlib-i dikkattir:

“Mü’min; hüsn-i hulku / güzel ahlâkı sayesinde, gecesini ibâdet, gündüzünü oruçla geçiren kişinin derecesine ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 7)

Ancak bu seviye, bazı nâdanların;

“Biz ibâdet etmesek de kalbimiz temiz!” demesi gibi bir akıl tutulması değildir. Çünkü temiz bir kalp, Allâh’a kulluktan uzak kalamaz. Bilâkis Rabbimiz;

“Kendi kendinizi temize çıkarmayın!” (en-Necm, 32) buyurmuştur.

Gerçek güzel ahlâk, kalbin rafine olmasıdır. Bu da ancak; terbiye ve tezkiye ile mümkün. Ancak nebevî rehberlik ile mümkün…

Asr-ı saâdetten şu hâtıra, hadîs-i şerîfin îzâhı mâhiyetindedir:

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de, îman kardeşliği ve güzel ahlâkın, Allâh’ın rızâsını kazanmakta ne kadar mühim olduğunu beyân etmektedir:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki ensardan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline almış bir adam çıkageldi.

Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi.

Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkınca Abdullah bin Amr -radıyallâhu anhümâ-, o adamı takip etti ve ona;

“–Ben babamla münakaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlattı:

“–Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece boyunca uzun uzun ibâdet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar, zaman zaman uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere;

‘Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.’ buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zât;

«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.

Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki:

«–Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allâh’ın verdiği herhangi bir nimet ve hayırdan dolayı da kimseye asla haset etmem.»

Bunun üzerine;

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

Ahlâkı güzelleştirmenin zorluklarından biri de zor zamanlarda imtihan edilmesidir.

Meselâ insan; gazabını tahrik edecek bir hâdisenin veya sataşmanın olmadığı bir yerde gayet sakindir. Fakat o tahrik gerçekleştiğinde; sadme-i ûlâda sabredebilmek, dili, eli ve kalbi tutabilmek, işte gerçek güzel ahlâk budur.

Bunun için insanın, nefsini tanıması ve zaaflarını tespit ederek kapatması lâzımdır. Zaaflarını gidermez ise hüsn-i hulk dâimâ zedelenir, zarar görür.

Cenâb-ı Hak, bizlere Habîbi’nin güzel ahlâkından hisseler nasîb eylesin.

Efendimiz gibi duâ edelim:

“Allâh’ım! Yaratılışımı(zı) güzel kıldın, ahlâkımı(zı) da güzelleştir!” (İbn-i Hibbân, Sahîh, III, 239, Hadis no: 959)

Âmîn!..