O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -6-

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Haziran, Sayı: 160

Âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz’in ümmetine olan muhabbet ve merhameti şöyle ifade edilir:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ümmetine olan şefkati, bir anne ve babanın evlâdına olan şefkatlerinden çok daha ileri seviyedeydi. Bu bakımdan O’nun bütün arzusu ve çırpınışı, ümmetinin saâdet ve selâmeti içindi. Bilhassa; «esas hayat olan âhiret»te ümmetinin sevinmesini ve sıkıntıya düşmemesini gaye edindi, hep bunu arzu etti. Dünyada bize Rabbimiz’in ikrâmı olan iki bayram hediye eden Peygamberimiz; ebedî bayramlara erişmemiz için de, bizlere en güzel saâdet reçetelerini gösterdi.

O’nun bize yaşattığı gerçek bayram nedir?

Gerçek bayram; birlikte ve ebedî olan bir sevinçtir, kederden ve ızdıraplardan âzâd oluştur. Muvaffakiyettir, nâiliyettir ve mazhariyettir. Hakk’ın rızâsına ermenin icâzetidir.

Dünyadaki iki bayram da takvimde herhangi bir zamana değil, iki mühim noktaya yerleştirilmiştir. Birincisi;

  • Ramazân-ı şerifte ibâdete teksif olunan bir ayın neticesinde bir ikrâm olarak Ramazan Bayramı

İkincisi ise;

  • Fedâkârlıkta bulunarak Rabbe kurban ikrâm edilen ve fukarâya tasadduk edilen Zilhicce’nin 10’unda da Kurban Bayramı

Biri ibâdete teksif, diğeri fedâkârlık…

Demek ki;

Ancak rûhânî eğitimi tamamlayanlara bayram icâzeti verilmekte. Ancak fedâkârlık gösterenlere bayram şahâdetnâmesi ikrâm edilmekte…

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in bu fedâkârlıklarını tebrik ve tebcil ediyor. Âyette buyuruyor:

“«Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz muh-sinleri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır!» diye seslendik.

Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Sonradan gelecekler arasında ona bir nam bıraktık: «İbrahim’e selâm olsun!» dedik.” (es-Saffat, 104-111)

Candan fedâkârlığın ne büyük ikramı ve ihtişamı!

Ayrıca kıyâmete kadar bütün ümmet-i Muhammed, tahiyyattan sonra İbrahim -aleyhisselâm-’a da salevât-ı şerîfe getirmekte.

Bu çerçevede Peygamber Efendimiz, ömür boyu;

1) Son nefes bayramını tâlim etti.

Müsbet veya menfî bütün amellerimiz son nefese hazırlıktır.

Bayram; geçirilen Ramazân’a göre bir icâzetnâmedir!.. Ömür de bir Ramazân-ı şerîfe benzetilirse; son nefes, o ömrün nasıl geçirildiğine göre şekillenecek bir icâzetnâme olacaktır.

Peygamber Efendimiz âyet âyet tebliğ etti:

اِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰۤئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا

وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

“Şüphesiz;

«Rabbimiz Allah’tır.» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara;

«Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

Meleklerin bu yardımının ne zaman ve hangi hâllerde gerçekleşeceği husûsunda müfessirler üç madde saymışlardır:

  1. Ölüm ânında, yani son nefeste.
  1. Kabirde «Münker ve Nekir»in sorgusu ânında.
  1. Kıyâmetin müthiş zorlukları esnasında.

Gerçek bayram; işte bu korkunç hâllerde, korku ve hüzünden kurtulabilmektir.

Efendimiz bilhassa;

2) Kıyâmetteki bayramı ve ona nâil olmanın yollarını tâlim etti.

Kıyâmet, korkunç ahvâl ile dolu. İnsanın; evlâdından, eşinden, anne-babasından, kardeşinden kaçacağı, sert, katı, abus gün… Genç delikanlıların dahî saçlarını ağartacak bir gün… Annelere yavrularını unutturacak kadar belâlı bir gün…

Böyle bir günde korku ve hüzünden âzâd olmak gibi bir bayram var mıdır? Âyet-i kerîmede bu bayrama kavuşacaklar şöyle bildirilir:

اَلَاۤ اِنَّ اَوْلِيَاۤءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

O gün korkmayacak ve üzülmeyecek bir mü’min-i kâmil olabilmek zarûrîdir. Yani Allâh’a dost olabilmek…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ; yedi insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır:

  • Âdil devlet başkanı;
  • Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç;
  • Kalbi mescidlere bağlı müslüman;
  • Birbirlerini Allah için sevip, buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan;
  • Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine; «Ben Allah’tan korkarım!» diye yaklaşmayan yiğit;
  • Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse;
  • Tenhada Allâh’ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhârî, Rikāk, 24; Müslim, Zekât, 91)

Bu maddelerin her birini tek bir ifade ile hulâsa etsek; «Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erişenler…» diyebiliriz.

Mahşer gününün bir adı da;

Ayrılık günü يَوْمُ الْفَصْلِ

Çünkü o gün şöyle seslenilecek:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

Bu dünya imtihanında, şeytanın, mallarımıza ve evlâtlarımıza ortak olmaya çalışacağı bildirilmekte. (Bkz. el-İsrâ, 64) Âhirzamanın yaşandığı devrimizde bunun çok acı misallerini görmekteyiz.

Evlâtlarımızı şeytanın tasallutundan muhafaza etmenin yolu, onları İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirebilmemizdir. Eğer evlâtlarımızı Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında ihyâ ve inşâ edebilirsek, hem dünyada onları istikamette görmenin huzur ve sürûrunu yaşarız, hem de âhirette muhteşem cennetlerde onlarla beraber olmanın sevincine nâil oluruz. Evlâtlarımıza İslâm şahsiyetini mîras bırakabilirsek, onlar bizler için sadaka-i câriye olurlar.

Zira mücrimler için ayrılık günü olan o gün;

Mü’min, müttakî ve sâlih olanlar Rablerinden müjdelerle bayram edecekler. Âyet-i kerîmede buyurulur:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

(Cennet ehline) merhametli Rabbin söylediği selâm (kurtuluş, huzur ve sonsuz bir saâdet) vardır.” (Yâsîn, 58)

Kıyâmet ve mahşer meydanında insanı nice dehşetli geçitler beklemektedir. Bunlardan geçebilmek bayramdır.

  • Amel defterini sağdan alabilmek gerçek bayramdır.

Zira mahşer yerinde her kula;

اِقْرَاْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ

“Kitabını oku! Sana (bugün hesap sorucu olarak) nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecektir. Hayatımızın en ince ayrıntısına kadar, tutulan kayıtlar bizlere seyrettirilecektir. Gözler, deriler ve uzuvlar, işlediği her fiil hakkında şâhitlik edecektir.

İşte orada beraat edebilmek gerçek bayramdır.

Amel defterini, yani ömrünün şahâdetnâmesini sağ tarafından alabilen, yani kurtuluşa erebilenlerin yaşayacağı bayram sevincini Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur:

فَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ فَيَقُولُ هَٓاؤُ۬مُ اقْرَؤُ۫ا كِتَابِيَهْۚ ﴿91﴾ اِنّ۪ي ظَنَنْتُ اَنّ۪ي مُلَاقٍ حِسَابِيَهْۚ ﴿02﴾

“Kitabı sağ tarafından verilen (öyle bir sevinecek ki şöyle) diyecek:

«Alın, kitabımı okuyun! Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.»” (el-Hâkka, 19-20)

Bu an öyle muazzam bir bayram ve bu sevinç öyle müthiş bir sevinçtir ki, Cenâb-ı Hak, bunu bize Kur’ân-ı Kerim’de bildirmekte.

  • Mîzanda hasenâtı ağır gelip sevinebilmek gerçek bayramdır.
  • Sırat’tan geçebilmek gerçek bayramdır.

Hâsılı, dünyadaki bütün sevinçler geçicidir; asıl bayram, cehennemden kurtulup cennete nâil olabilmektir.

Bu itibarla -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

3) İlâhî rahmet ve şefaat bayramını ve ona nâil olmanın yollarını tâlim etti:

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaatine erişebilmek için; O’nun izinde, O’nun sünnetine ittibâ hâlinde bir ömür yaşamak gerekir.

Nitekim vefâtına yakın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve şöyle buyurdu:

“–Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.

Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!”

Ashâb-ı kiram;

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” dediler.

Efendimiz ise şöyle cevap verdi:

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.”

Bunun üzerine ashâb-ı kiram sordu:

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?”

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bir adamın, alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu. Sahâbe;

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle devam etti:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip (Kevser’den) ikrâm etmek için havuzumun başında onları bekleyeceğim.

Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Fakat bana;

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!..» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39, Fedâil, 26)

Demek ki;

Âhirette O’na olan yakınlığımız, dünyada O’na olan yakınlığımız ölçüsünde olacaktır. Zira sevilenin her hâli, gönüldeki aşk nisbetinde sevene sirâyet eder.

Cennet bayramından daha büyük bir bayram, orada Efendimiz’le beraber olabilmek bayramıdır. Zira buyurmuştur ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Son olarak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

4) Ru’yetullah bayramını tâlim etti.

Cenâb-ı Hakk’ın keremi sonsuzdur. O; Zâtıyla dostluğa erenlere, ihsân ehline, hayal dahî edilemeyecek muhteşemlikte ikramlar hazırlar. Bunların zirvesi ise Rabbimiz’in Cemâlini temâşâdır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌۙ ﴿22﴾ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌۚ. ﴿23﴾

“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir). (el-Kıyâme, 22-23)

Bir başka âyet-i kerîmede buyurulur:

لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌۜ

“İhsân üzere olanlara (îmân edip güzel amel işleyenlere, en güzel ihsân olan) cennet ve bir de ziyade (Allâh’ın Cemâlini görmek) var…” (Yûnus, 26)

Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ

“Rabbinin makamından korkan (böylece takvâ üzere yaşayan) kimseye iki cennet vardır!” (er-Rahmân, 46)

Bu âyetin Te’vîlât-ı Necmiyye’deki îzahlarından birinde buyurulmuştur ki:

Birincisi içine girilen cennet, ikincisi de Allâh’ı müşâhede edebilme nimetidir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Erkam yay., XX, 420) En doğrusunu Allah bilir.

Düşünmeli ki:

Dünyadaki birkaç günlük bayramlarda ne kadar seviniyoruz. Bu bayramlar için yeni elbiseler alıyoruz, ikramlar hazırlıyoruz, programlar yapıyoruz.

Ya bu sonsuz bayramlara erişmek için nasıl hazırlanmalı?

  • Hayır-hasenatla hazırlanmalı…
  • Allah için ikramlarla hazırlanmalı…
  • Huşû dolu namaz ve ibâdetlerle hazırlanmalı…
  • Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, yaşamak ve yaşatmakla hazırlanmalı…
  • Allâh’ın dînine hizmet edecek müesseselere gönül vermekle hazırlanmalı…

Sadece zâhirî ibâdetlerle değil, bâtınî farzlarla da hazırlanmalı…

Sadece zâhirî haramlardan içtinâb etmekle iktifâ edilmemeli, bâtınî haramlardan uzak durmakla da âhirete hazırlanmalı…

Bir müslüman, zâhirî günahlardan tiksinir; meselâ hınzır etinden nefret duyar. Fakat bâtınî günahlara karşı gönlünü terbiye etmeyen gafil insanlara; gıybet, yalan, kibir vb. günahlardan tiksinti gelmez. Hâlbuki bunlar, en az hınzır eti kadar rezil ve çirkin haramlardır.

Dolayısıyla;

Ramazân-ı şerifte, nasıl zâhiren yemek ve içmekten uzak durmaya, riyâzata dikkat ediyorsak; kibirden, enâniyetten, cimrilikten, gıybetten, nemîmeden ve haset gibi her türlü çirkin günahlardan uzak durmaya da büyük gayret göstermeliyiz. Zira bu günahlar, sâlih amellerimizi yakıp kül edecek çirkinliklerdir.

Ramazan’dan sonra da bu mübârek ayda nâil olunan seviyeyi muhafaza etme gayretini sürdürmemiz îcâb eder. Zira Ramazân’ın makbuliyetine en mühim alâmet, sonrasında mânevî hâlin devam ettirilmesidir.

Rabbim idrâk edebilenlerden ve o ebedî bayramlara hazırlanan ve mazhar olanlardan eylesin.

NASIL ÖĞRETTİ?

Peygamber Efendimiz’in tâlim ve terbiye ettiği maddeler kadar, lisanda kullandığı usûl ve üslûp da çok mühimdir. Kullanılan usûl ve üslûp, bazen muhtevânın da önüne geçebilir.

Bazen zehirli ve zararlı bir fikir, tatlı bir dille zerk edilebilmektedir.

Buna karşılık bir hakikat; sert, kaba bir üslûptan dolayı, muhataplarını uzaklaştırabilmektedir.

Peygamber Efendimiz’in üslûbunun güzelliğini ifade sadedinde, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Rasûlüm!) Allâh’ın bir lütuf ve rahmetidir ki Sen etrafındakilere karşı mülâyim oldun. Eğer Sen sert ve katı kalpli olsaydın etrafından dağılırlardı.” (Âl-i İmrân, 159)

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:

Ben, annem ve teyzem Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:

“–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Rabbimiz bize Kur’ân-ı Kerim’de konuşma ve üslûp hususunda şu telkinlerde bulunmaktadır:

قَوْلاً كَرِيماً (kavlen kerîmâ); yani ikramkâr ve iltifatkâr söz söyle! (el-İsrâ, 23)

قَوْلاً مَيْسُوراً (kavlen meysûrâ); yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle! (el-İsrâ, 28)

قَوْلاً مَعْرُوفاً (kavlen mârûfâ); yani güzel söz ve tatlı dille konuş! (en-Nisâ 5, 8)

قَوْلاً مَعْرُوفاً (kavlen mârûfâ); yani yerinde ve uygun bir söz söyle! (el-Ahzâb, 32)

قَوْلاً لَيِّناً (kavlen leyyinâ); yani yumuşak söz söyle! (Tâhâ, 44)

SEVİLEN BİR EĞİTİMCİ OLDU

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhabbetle öğretirdi. Talebe ile hoca arasında bir muhabbet ve cereyan hattı meydana gelmelidir ki; talebe hocasına hayran olarak, onun hâlini kopya etsin. Muhabbet ve cereyan hattı kurulmayan bir eğitim, kuru bir öğretimden ibaret kalır.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle sevilen bir zât idi ki; ashâbın dilinden şu sözler hiç düşmezdi:

“Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!”

Ashâb-ı kirâmın Allah Rasûlü’ne olan muhabbetine birkaç misal verelim:

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözler karşısında âdetâ eridi ve gözyaşları içinde şöyle dedi:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, umre yapmak için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin istemişti. Efendimiz, ona izin vererek;

“–Sevgili kardeşim, bizi de duâdan unutma!” buyurdu. Bu iltifâta mazhar olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, duyduğu sevinci şöyle ifade etmiştir:

“–Hazret-i Peygamber’in bana bu hitâbı, benim için dünyaya bedeldir. Dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim!” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498; Tirmizî, Deavât, 109/3562)

Nitekim ümmet-i Muhammed için en büyük sürur ve bayramlardan biri de, iltifât-ı Rasûlullâh’a nâil olabilmektir. Biz de ne kadar Kitap ve Sünnet muhtevâsında yaşayabilirsek, o kadar Peygamber Efendimiz’in iltifâtına mazhar olmayı ümid edebiliriz.

Hubeyb -radıyallâhu anh-, Recî Vak‘ası’nda müşriklerce esir alınmış ve Bedr’in intikamını almak isteyen Mekkelilere teslim edilmişti. Hunharca şehid edilecekti. Bu esnada Mekkelilerin reisi olan Ebû Süfyân, Hubeyb’in Peygamberimiz’e sadâkatini ölçmek niyetiyle sordu:

“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”

Hubeyb suâli soran Ebû Süfyân’a acıyarak baktı ve;

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gönlüm râzı olmaz.” dedi.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdetâ donakalan Ebû Süfyân;

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa‘d, II, 56)

Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret ettiklerinde, Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- on yaşında idi. Annesi onu, Allah Rasûlü’ne hizmet etmesi için takdim etti.

O sırada 53 yaşlarında bulunan ve bütün bir ümmetin Peygamberi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, on yaşında bir çocuğun hakkıyla hizmet edemeyeceği âşikârdı. Lâkin Peygamberimiz bu teklifi reddetmedi. Âdetâ bize bu yaşlarda bir çocuk nasıl muhabbetle yetiştirilir, onu sergiledi.

Hazret-i Enes anlatıyor:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir anber, ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”

Kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit -rahmetullâhi aleyh- sordu:

“–Ey üstâdım, sen sanki her dâim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mübârek nağmesini işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?”

Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Evet, vallâhi kıyâmet günü O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;

«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.

Efendimiz’e Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana; yaptığım hiçbir iş için; «Üf!» demedi; «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!.» demedi.” (Ahmed, III, 222)

Yine Hazret-i Enes diyor ki:

“Efendimiz’in vefâtından sonra içinde O’nu görmediğim hiçbir rüyam olmadı…” (İbn-i Sa‘d, VII, 20)

Peygamber Efendimiz de ashâbına muhabbetini izhâr ederdi. Bir misal olarak, bir defasında;

  • Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’a; “Seni seviyorum ey Muâz!” buyurmuş ardından bir duâ öğretmişti. (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

ŞAHSİYETİNE HAYRAN ETTİ

Kureyş içinde Peygamber Efendimiz; «el-Emîn, es-Sâdık» olarak tanınırdı. Emânetlerini O’na bırakırlardı. Hicret vakti geldiğinde dahî, yanında müşriklerin emânetleri vardı. Onları sahiplerine tevdî etmek üzere Hazret-i Ali’yi vazifelendirdi.

Tebliğine başlarken, şahsiyetini tescil ettirdi.

“–Şu dağın arkasından bir ordu geliyor desem bana inanır mısınız? diye sordu.

Herkes;

“–İnanırız, biz Sen’in yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler.

Ebû Cehil;

“–Biz, Sen’in emîn ve sâdık olduğuna kāniiz. Lâkin getirdiğini istemiyoruz.” diyordu. (Bkz. el-En‘âm, 33)

Nitekim insanlar şahsiyet ve karaktere hayran olurlar. Tebliğ ettiği hakikatleri kendi şahsiyetinde yaşayan ve tebliğine bir menfaat karıştırmayan kişilere tâbî olurlar.

Bizler de kendi bağlılık ve muhabbetlerimizi buna göre ölçmeliyiz. Bizde ne kadar var bu hakikatler.

Bu hakikati Habîb-i Neccâr şöyle dile getirir:

‒Sizden menfaat istemeyen ve

‒Kendileri istikametli olan kişilere uyun! (Bkz. Yâsîn, 20-21)

Peygamberimiz’in tevzî ettiği şahsiyet ve karakterden, ashâb-ı kiram istîdatları nisbetinde nasipler aldılar. Hayatlarını, O’nun arzusuyla te’lif etmek için yaşadılar. Canlarını ve mallarını İslâm yolunda seferber ettiler.

Siyer-i Nebî’de bey‘atlar vardır. Yani sahâbenin Allah Rasûlü’ne verdiği sözler ve yeminler vardır:

  • Akabe’de; Efendimiz’i canlarından daha çok koruma­ya, emânetine sahip çıkmaya ve İslâm’ı yaşamaya bey‘at ettiler.
  • Bedir’de bey‘at ettiler;

“–Denize girsen arkadan biz de denize gireriz yâ Rasûlâllah!” dediler.

  • Efendimiz’i Uhud’da mahzun gördüklerinde şehîd ol­maya bey‘at ettiler.
  • Hudeybiye’de;

“–Gönlünde ne varsa yâ Rasûlâllah!” diye tam teslîmi­yetle bey‘at ettiler.

Sözlerinin eri oldular; asla bey‘atlerinden dönmediler; “Malım canım Sana fedâ olsun!” dediler ve tatbik ettiler.

“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz!” buyurulmuştur.

Ashâbın bey‘atleri bizim için tam bir muhasebe imkânıdır.

Biz ne kadar o bey‘atlerin içindeyiz? Allah ve Rasûlü’nün yolunda; canımızı, malımızı, vaktimizi ve imkânlarımızı ne kadar seferber edebiliyoruz?

Bu muhasebe, bize Efendimiz’e olan muhabbetimizin ölçüsünü verecektir. Peygamberimiz’e olan yakınlığımızın kıstâsını ortaya çıkaracaktır. Zira buyurulmuştur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Niçin kendimizi ashab ile muhasebe etmeliyiz?

Çünkü;

Cenâb-ı Hak bize ölçü olarak, içinde bulunduğumuz toplumu değil, ashâb-ı kirâmı göstermiştir. Rızâsına muhâcir ve ensârın eriştiğini ve onlara tâbî olan ihsan sahiplerinin de erişebileceğini beyan buyurmuştur. (et-Tevbe, 100)

Ölçümüz ashab ise, kendimize tekrar soralım:

Biz, ashâbın bey‘atlerinin neresindeyiz? O hissiyâtın, o heyecanın, o fedâkârâne gayretlerin neresindeyiz?

Yâ Rabbî!..

Sen’den Zâtının muhabbetini dileriz. Bizlere «muhabbetullâh»ı nasîb eyle!..

Sevdiklerinin muhabbetini niyâz ederiz. Habîbin’i bizlere de sevdir. Bizleri Habîbin’in muhabbetine lâyık eyle!..

Bizi Sen’in muhabbetine yaklaştıran ve vâsıl eyleyecek sâlih amellerin sevgisini de gönüllerimize nasîb eyle!..

Âmîn!..