Nübüvvet ve Risâlet

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Allâh Teâlâ, kullarına, kendi içlerinden seçip peygamberlik vazîfesi verdiği güzîde kimseler vâsıtasıyla hitâb etmeyi murâd etmiştir. Bu âdetullâh, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilir:

وَرُسُلاً قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَرُسُلاً لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ

“Daha önce Sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de (vahyettik)…” (en-Nisâ, 164)

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ رُسُلاً اِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاؤُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ

“And olsun ki, Biz Sen’den önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler…” (er-Rûm, 47)

Allâh Teâlâ ilk insanla başlayarak her devirde peygamberlerini, “nebî” veya “rasûl” sıfatlarıyla insanlara bir rahmet olarak göndermiştir.

Nübüvvet, akıl sâhibi kulların dünyâ ve âhiret işlerini tanzîm için Allâh ile kulları arasında yapılan elçilik demektir.

Rasûl, kendisine vahyolunan ve aldığı vahyi başkalarına teblîğ etmekle mükellef olan kimsedir. Nebî ise teblîğe memur olsun olmasın, kendisine vahyedilen kişidir. Umûmiyetle nebîler, kendilerinden evvel “rasûl” sıfatıyla gönderilmiş bir peygamberin şerîatini teblîğ ve icrâya memur olarak gönderilirler. O hâlde her rasûl nebîdir, fakat her nebî rasûl değildir. Nebînin rasûlden ve dolayısıyla nübüvvetin risâletten daha umumî olduğunu ifâde eden bâzı hadîsler de nakledilmiştir. Bununla berâber, Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimeler birbirinin yerine kullanılmaktadır.

“Allâh Teâlâ kullarına niçin doğrudan değil de peygamberleri vâsıtasıyla hitâb ediyor?” diye bir suâl akla gelecek olursa, şu şekilde cevap verilebilir:

Allâh Teâlâ’nın insanlara bizzat hitâb ederek, yâni vahiy göndererek emir ve nehiylerini açıkça bildirmesi, dünyânın yaratılmasındaki “imtihan sırrı”na aykırıdır. Zîrâ o takdirde îmânın gayba mutaallık olmasından kaynaklanan kıymet ve şerefi mânâsız kalırdı. Emir ve yasakları bizzat Allâh Teâlâ’dan alan insanlar, hakîkatini tam olarak idrâk ettikleri için bu emir ve nehiylere mecbûren boyun eğerlerdi. Bu ise insanın irâde, ihtiyâr ve gayretiyle hayır veya şer yönünde tercihte bulunmasına mânî olarak mükâfât ile mücâzâtı mantıksız hâle getirirdi.

Diğer taraftan, insanların idrâk seviyeleri, kudret ve kâbiliyetleri de muhteliftir. Çünkü hayatta icrâ edecekleri fonksiyonlar birbirinden farklıdır. Eğer bütün insanlar çok kâbiliyetli olsalardı, bâzı işleri kimse yapmak istemezdi. En süflîsinden en ulvîsine kadar bütün zâhirî ve dünyevî fonksiyonların îfâ edilebilmesi, insanların kâbiliyet bakımından farklı yaratılmasını îcâb ettirmiştir.

İnsanlık târihinin en büyük liderleri, muallim ve terbiyecileri, peygamberlerdir. Zîrâ kitleleri hidâyete erdirip tenvîr edecek, onlara yol gösterecek, insanlardan zuhûr edecek kötülük ve ezâlara katlanacak kimselerin, üstün kâbiliyetler ve sonsuz bir tahammül gücü ile mücehhez olmaları gerekir. Kendisine tâbî olacak kitlelerin hayranlık duyacağı vasıfları ve üstün karakter özellikleri olmasa, bir peygamberin insanlara tesir ederek onları yönlendirmesi mümkün olamaz.

Sıradan bir lider bile yönlendirmekle mükellef bulunduğu insanlardan üstün vasıflara sâhip olmaz ise lider mevkiine gelemez. Gelse de başarılı olamaz. Zîrâ hiç kimse, aczi sâbit olan bir kimseyi lider olarak tanımaz.

Bu sebepledir ki, peygamberlerin de fıtraten üstün vasıflarla mücehhez olduğu görülür. Ancak, onlar bu fıtrî sermâyelerini kullanmak sûretiyle ve sırf kendi dirâyetleriyle peygamber olamazlar. Peygamberlik, böyle liyâkatli şahıslar içinden ilâhî tâyinle seçilip vazîfelendirilmiş olanlara mahsustur. Diğer bir ifâdeyle nübüvvet ve risâlet kesbî değildir. Yâni çalışarak ve gayret ederek kazanılamaz. Allâh Teâlâ kulları arasından dilediğini bu vazîfeye tâyin eder.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

اَللهُ اَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ

“Allâh, risâletini kime tevdî edeceğini en iyi bilendir…” (el-En’âm, 124)

Diğer taraftan, ilâhî vahyin alelâde bir insanla veya herhangi biriyle gönderilmesi de münâsip değildir. Zîrâ insanların tamâmı, ilâhî teblîğâtı telâkkî ve icrâ etme husûsunda kifâyet ve dirâyet bakımından eşit değillerdir. Bu sebeple peygamberler, her cihetten üstün vasıflı insanlar arasından seçilmişlerdir. Sâhip oldukları fıtrî tâkat sebebiyle de, nübüvvet ve risâletin ağır yükünü taşımakla mükellef kılınmışlardır.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER