Nimetlerin Bedeli ve KALBİN BEŞ HÂLİ -2-

Ebedî Fecre

Yıl: 2010 Ay: Kasım Sayı: 69

Din Kardeşimize, Mahlûkata ve Eşyaya Karşı Kalbî Hâlimiz

KALBİMİZ

Kalbimiz, his dünyamızın merkezi…

Fiillerimizin niyet merhalesindeki başlangıç noktası…

Îman, yakîn, şüphe, vesvese, muhabbet, nefret, gıpta, hased, arzu, gazap, sadâkat, ihânet, kibir, tevâzu, izzet-vakar, zillet gibi müsbet ve menfî bütün kalbî fiiller ve duygular; kalpte doğar ve adreslere yönelir.

Kalp, ismiyle müsemmâ olarak; değişen, dönüşen bir mahiyet arz eder. Mü’minin en mühim imtihanı; kalbin bu sebatsızlığını tespit ederek, onu Hakk’a rabtetmek gayretidir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz ederlerdi:

يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ى عَلٰى د۪ينِكَ

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren, kalbimi dîninde sâbit eyle!” (Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91)

Bir mü’minin kalbinin dinde sâbit kılınması; evveliyetle, Cenâb-ı Hak ve Habîbullah ile beraber olmasıdır.

Bir mü’min, îman bedelini ödemek için her an Allah ile beraber olmalıdır… Allâh’ın Habîbi Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ümmet olmanın bedelini ödeyebilmek için de her hâliyle O’na benzemeli, kendini nebevî ölçülerle muhasebe etmeli, ezcümle kişi sevdiğiyle beraber olmalıdır.

Her an ve her hâlinde Allah ve Habîbi ile beraber olan kalbin, kâinat ve varlıklara bakışında da ayrı bir derinlik husûle gelir. Bütün varlığa, sâir mahlûkata, insanlığa ve mü’min kardeşlerine karşı kalbî râbıtasında, nefsânî değil ilâhî ölçüler devreye girer.

Buradan hareketle, kalbin beş beraberliğinden üçüncüsü;

3. KALBİN DİN KARDEŞİYLE BERABERLİĞİ

Cenâb-ı Hak, îmâna eriştirme ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet kılma nimetlerine bir tamamlayıcı nimet olarak, Allâh’a kul ve Habîbi’ne ümmet olan mü’minleri kardeş îlân etti. Bizleri birbirimize zimmetledi. Birbirimizden mes’ul kıldı. Böylece kenetlenerek, Allah yolunda birlik ve beraberlik içinde; güzel ahlâk, fedâkârlık, diğergâmlık, cömertlik, tevâzû, adâlet, sadâkat gibi her biri îman şiârı hasletlerle yaşayarak selâmet yurduna yürümemizi arzu etti.

Bizden sadece ferdî kulluk vazifelerini değil, içtimâî vecîbeleri de yerine getirmemizi istedi. Bu vecîbeleri yerine getirmek, yani kalbimizle din kardeşimizle beraber olmak, onun derdiyle dertlenmek, acısını paylaşmak, sevincine sevinmek, üzüntüsüne merhem olmak; din kardeşliği nimetinin bedelini ödemek için zarûrîdir ve hadîs-i şeriflerin beyânınca, kâmil bir îmânın îcâbıdır.

Cenâb-ı Hak, bütün mü’minleri bütün mü’minlere zimmetli kıldı. Fakiri zengine, hastayı sağlama zimmetli kıldı. Kimse müstağnî değil, herkes birbirine muhtaç…

Dünyada yoksul, varlıklıya muhtaç fakat; âhirette de varlıklı yoksulun duâsına muhtaç.

Dünyada hasta sağlama muhtaç, âhirette ise sağlam da hastanın duâsına muhtaç.

Kendimize sormalıyız:

Müslüman toplumun sevinciyle ne kadar mesrur oluyor, seviniyoruz? Istıraplarıyla ne kadar muzdaribiz?

NE KADAR DÜŞÜNÜYORUZ?

Bugün sel felâketiyle perişan vaziyetteki Pakistanlı kardeşlerimizi, abluka altında ilâçtan dahî mahrum Filistinli kardeşlerimizi, maddî-mânevî açlığa mahkûm edilmiş, misyonerin elindeki ilâçla îmânı arasında seçim yapmak zorunda bırakılmış Afrikalı kardeşlerimizi, belki karşı komşumuz olduğu hâlde, bir el uzatan olmadığı için, sessiz feryatlarını duymadığımız için maddî-mânevî sefâlette kalan kardeşlerimizi ne kadar düşünüyoruz?

Velhâsıl müslüman toplumun sevinciyle ne kadar beraberiz, ıstıraplarıyla ne kadar mahzun oluyoruz?

Bu beraberliğimiz, ümmeti üzerinde titreyen Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ne derece benziyor?

İşte; «Ben, Muhammed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum!» diyen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin, ümmet-i Muhammed’le kalbî beraberliğinin ölçüsü:

“Şems-i Tebrizî’den ben bir tek şey öğrendim. Bana dedi ki:

«Dünyada bir üşüyen varsa, sen de üşü. Bir muzdarip olan varsa, sen de muzdarip ol.» Ben şimdi o hâldeyim.”

Hak dostları bu yüksek ölçüyü, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hadîs-i şeriflerinden almaktadır:

“Müslümanın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Şam’da Seriyy-i Sakatî bu hadîs-i şerîfi okuturken bir talebesi koşarak meclise gelir ve heyecanla;

“–Üstad; sizin mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu.” der.

Seriyy-i Sakatî, evi kurtulduğu için;

“–Elhamdülillâh.” deyiverir.

30 sene sonra bir dostuna;

“Ben hâlen o hamdimin istiğfârı içindeyim. O gün kendi evimin kurtulmasına sevindim. Evi yananların ıstırabına ortak olamadım.” diyecektir.

İslâm kardeşliği büyük bir nimet…

Fakat bu nimeti, mü’minlere zehir etmek isteyen şeytan boş durmaz. Menfaatine düşkün olan, dolayısıyla paylaşmayı, fedâkârlığı sevmeyen ham nefis de şeytanın iğvâlarına hazır ve teşne olunca, mü’min kardeşler arasında burûdetler, geçimsizlikler zuhûra gelebilir.

Bu durumda ne yapılacağını Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyurur:

“Siz, gerçek mü’minler iseniz Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin.” (el-Enfâl, 1)

Yani; «Ben haklıyım, sen haksızsın!» yok. Tâlimat arayı düzeltmek… Bir burûdet, bir soğukluk dahî kalmayacak. Dargınlığın üç günü geçmesi helâl değil. İlk selâmı veren, ilk alttan alan, sevabı kazanacak.

Bu bozukluklara, burûdetlere, dargınlıklara hiç düşmemek için de; mü’min, dâimâ mü’min kardeşine hüsn-i zan besleyecek. Kardeşini kendinden üstün görecek. Varsa kusurları, örtmeye çalışacak. Tecessüs edip kusur araştırmayacak. Kendi kendine devamlı; «Benim kusurum, kardeşimden daha çoktur.» diyecek.

Büyük Hak dostu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ne güzel buyurur:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşi, ben yaman!

(Herkes iyi, ben kötü…)

Kendimizin dışında, başka iki kardeşin arasının bozukluğuna bîgâne kalmak da yok. Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

 “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (el-Hucurât, 10)

Hâsılı Cenâb-ı Hak; «bünyân-ı mersûs» gibi, yani birbirine perçinlenmiş, kenetlenmiş, ayrılmaz bir bünye, dağılmaz bir yapı hâline gelmiş, tıpkı cemaatle namazdaki gibi omuz omuza vermiş, kaynaşmış saflar hâlinde bir ümmet, bir cemiyet olmamızı arzu etmektedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl her şeyiyle; kalbin Allah ile beraberliğinin, cemâlî sıfatlarla vasıflanmanın en güzel nümûnesi olduysa, O’nun yetiştirdiği sahâbe-i kiram da din kardeşiyle kalbî beraberliğin müstesnâ bir misâli oldu.

Muhâcirler ve ensar, bu kardeşliğin eşsiz örneğidir. Cenâb-ı Hak, onları takdir etti ve sonradan gelen nesillere, onlara tâbî olmayı emretti. (Bkz. et-Tevbe, 100)

Bu kardeşliğin bereketiyle, ufuklar İslâm ile tanıştı. Ümmet-i icâbet halka halka genişledi. Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar bütün ümmet-i Muhammed tek yürek oldu. Fedâkâr, diğergâm, paylaşmakla kalmayan; kardeşini nefsine tercih eden, zekât verecek fakir bulamayıp uzak beldelere zekât ihraç eden bir cemiyet meydana geldi.

Hâsılı, bir merhamet toplumu meydana geldi… Yalnız ailesine, akrabasına, insanlığa değil, bütün mahlûkata şâmil bir merhamet…

Bu şâmil merhamet neticesinde, kalbî beraberliğin bir sonraki halkası, bir mü’minin bütün mahlûkata bakış açısını teşkil eder:

4. KALBİN MAHLÛKAT İLE BERABERLİĞİ

Mahlûkatın en şereflisi, Cenâb-ı Hak tarafından ahsen-i takvim üzere yaratılan insan; kendisi için yaratılmış olan mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla muhabbet ve merhamet ile bakmalıdır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Demek ki bütün mahlûkat bizim için… Koyun-deve, kedi-köpek, yılan-akrep… ne görürsek bizim Cenâb-ı Hakk’ın ihsânını, kudretini, hikmetini, azâbını hatırlamamız için.

Birçok mahlûkatın etinden, sütünden, gücünden istifâde ediyoruz. Allâh’ın nimetini, ihsanını, rızkını idrâk ediyoruz, şükrediyoruz.

Birçok mahlûkat hissi, hızı, gücü itibarıyla bizden önde… Onlarda Allâh’ın kudretini, izzetini, hikmetini temâşâ ediyoruz. Hayrân oluyoruz.

Birçok mahlûkatın güzelliğini hayran hayran seyrediyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın sanatını, cemâlini, cennetini tefekkür ediyoruz, kavuşmayı niyâz ediyoruz.

Birçok mahlûkattan ise korkuyoruz, tiksiniyoruz. Zehirli yılanlar, çıyanlar, akrepler bizi dehşete sevk ediyor. Onlar da bize âhiret ve kabir azâbını hatırlatıyor.

Hepsi insan için birer lütuf. Bütün insanlar için lütuf… Fakat Cenâb-ı Hak bundan ibreti, ancak; «Düşünen bir toplum»un alabileceğini ifade ederek bizi tefekküre davet ediyor.

Düşünen, tefekkür eden; hamd eder, teşekkür eder. Mahlûkata karşı mes’ûliyetini de idrâk eder. Zira bütün bu mahlûkat, imtihan dershânesinin dekoru ve malzemesidir. Bütün nimetlerden olduğu gibi, o masum mahlûklardan da âhirette insana hesap sorulacaktır.

O hesabı verebilmenin tek yolu;

Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakabilme.

Kalbin, mahlûkata karşı şefkat ve merhametle çarpması…

Merhamet merhamet merhamet…

Efendimiz Mekke fethine giderken yavrusunu emziren dişi bir kelb gördü. Yavrularını emziriyordu. Sürâkâ isimli sahâbîyi vazifelendirdi;

“Diğer taraftan geçin, bu hayvanı incitmeyin, yavrularını incitmeyin.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 804)

Bu sûretle Âlemlere Rahmet olan Efendimiz; ümmetine merhamet, nezâket, zarâfet ve incelik dersi verdi…

O’nun kudûmüyle cihanda;

TERÖR SON BULDU

Efendimiz’le beraber insanlara olan terör kalktı. Hayvanlara olan terör kalktı, nebâtâta olan terör kalktı. Bütün kâinat bir rahmete gark oldu.

 وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

“Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (el-Enbiyâ, 107) âyet-i kerîmesi tecellî etti.

Efendimiz binek üzerinde sohbet eden bir cemaat gördü ve;

 “Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. (Sırtlarında durarak muhabbet etmeyin) Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439) buyurdu.

“Hayvanlarınızı sağarken, tırnaklarınızı kesin. Tırnaklarınız hayvanın memesine batmasın. Sütünü de tamamen sağmayın, yavrularına bırakın. Hayvanı toz-toprak içinde bırakmayın, üstünü temizleyin.” buyurdu.

Sevâde bin Rebî‘ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana birkaç deve verilmesini söyledi. Sonra da şu tavsiyede bulundu:

«Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz koyunun sütünü sağmakta olan bir şahsa rastlamıştı. Ona da;

“Ey filân! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak!” buyurdu. (Heysemî, VIII, 196)

Velhâsıl, merhamet merhamet merhamet…

Bu merhamet mesajını okuyup, şiar edinen sahâbe ve onlara tâbî olan nesiller, sâir mahlûkata şefkatle yaklaştılar, bir rahmet medeniyeti inşa ettiler. Nazarlarında sâir mahlûkat dâimâ; merhamete muhtaç, masum birer emânet idi. Bakışlarının özeti;

«O DA ALLÂH’IN MAHLÛKU…»

İşte zirve ölçülerde yetişmiş bir kölenin kıssası…

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- bir gün Medine bağlarından geçiyordu. Orada zenci bir köle gördü. Köle elindeki ekmekten bir lokma kendisi yiyor, bir lokma da önündeki köpeğe veriyordu.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân esmâsının bu köledeki tecellîsine hayran oldu. Bir müddet hayranlıkla seyrettikten sonra, mâneviyâtını ölçmek için, niçin ekmeğini bir köpekle paylaştığını suâl etti. Köle, hayâsından dolayı başını kaldırıp, Hazret-i Hasan’ın yüzüne bakamadı, cevap bile veremedi. Fakat hâl lisânı;

«O da Allâh’ın mahlûku, ben de Allâh’ın mahlûkuyum. Beni yaratan da Allah, onu yaratan da Allah. Onun için rızkımı onunla paylaştım.» der gibiydi.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- sordu:

“–Delikanlı sen kimsin?”

Köle pür-hayâ;

“–Ben Hazret-i Osman’ın oğlu Ebân’ın hizmetkârıyım.” dedi.

O zaman Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-;

“–Peki, bu bağ kime ait?” diye sordu.

O da;

“–Ebân’a ait.” diye cevap verdi.

Hazret-i Hasan zâhiren sıradan bir köle, fakat hakikatte büyük bir Hak dostu, mânevî sultan olan bu kişiye yakın olmak arzusuyla;

“–Sakın, buradan ayrılma. Biraz sonra yanına döneceğim. Beni bekle!” dedi. Bağın sahibi Ebân’ın yanına koştu, köleyi ve bağı satın alıp tekrar kölenin yanına döndü:

“–Delikanlı senin de, bu bağın da mülkiyeti bana geçti.” dedi.

Bunun üzerine köle, hürmetle ayağa kalktı.

“–Başım-gözüm üzerine. İtâat Allâh’adır, itâat Rasûlullâh’adır, itâat sanadır.” dedi.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- daha da duygulandı. Onun bu sadâkati karşısında hayranlık duygusu daha da arttı. Kendisini bu derece duygu derinliğine sevk eden o kölenin gönül güzelliğine mukābil olarak;

“–Sen artık, Allah için hürsün. Bu bağ da senin. Sana hediyemdir.” dedi.

O da cevaben;

“–Ben de kendimi ve her şeyimi Cenâb-ı Hakk’a adıyorum.” dedi. (İbn-i Manzûr, Muhtasaru Tarîhi Dımeşk, VII, 25)

Bu köle, zâhiren en alt seviyede. Düşünmek lâzım ki, hangi fakülteden böyle en üst seviyede diploma aldı? Hangi master ve doktorayı yaptı?

Yine düşünmemiz lâzım ki;

O da Allah Rasûlü’nün talebesi, biz de. Acaba onun anladığı seviyede bizler de gerçek tahsili anlayabildik mi?

 Gerçek tahsil ki, Kur’ân’ı derin, engin ve muhteşem bir ufka bakarcasına bir dehşet içinde okuyabilmek, gönlümüzü de muhabbette zirveleştirerek Allah Rasûlü’ne râm edebilmek…

İşte bu gerçek tahsil sayesinde mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla bakış tarzı ashâb-ı kiramda en ideal şekilde tezâhür ediyordu. Onlar merhametlerini, infâk ile tecellî ettirdi. Fakir olanlar bir tutam ekmeği, zengin olanlar da büyük meblâğları gözlerini kırpmadan infâk ediyordu. Çünkü onlar, kalpleriyle eşya arasındaki bağlantıyı da Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bizzat gösterdiği şekilde düzenlemişlerdi.

Zira kalbî beraberliklerin sonuncusu ve en zoru;

5. KALBİN EŞYA İLE BERABERLİĞİ

Kalbin eşya ile, yani varlık ile münasebetlerini düzenlemek zarûrî…

Dünyaya hiçbir varlığı olmadan, çıplak olarak gelen insana, Cenâb-ı Hak; dünya nimetlerini, parayı, eşyayı, servetleri -imtihan hikmeti olarak- az veya çok vermektedir.

İnsan muvakkat bir süre için eline teslim edildi diye, mal benim zanneder. Hâlbuki eşya kendisinin değildir. Ne bu cihana herhangi bir şeye mâlik olarak gelmiştir, ne de bu dünyadan herhangi bir varlığa sahip olarak gidebilir…

Demek ki, kendisine ne verildiyse emâneten verilmiştir. İnsanın en büyük handikabı bunu idrâk edememesi, malı kendisinin zannetmesidir.

Bu zan sebebiyledir ki beşerî sistemlerden komünizm ve kapitalizm, eşyanın kimde olacağının kavgasını yapar. Malı, biri ferde biri topluma ait görür. Aslında ikisi de ayrı ayrı istismar sistemleridir. Malın gücünü bir zulüm vasıtası olarak kullanırlar. Malın gerçek sahibini de inkâr ederler.

İslâm ise, malın sahibinin kim olduğunu tekrar tekrar telkin eder. Âyet-i kerimelerde buyurulur:

اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ

“Mülk Allâh’ındır.”

“Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allâh’ındır.” (el-Bakara, 284)

Bunu idrâk eden kul bilir ki, mal elinde emânettir. Kendisi yalnızca tasarrufçudur. Tasarruflarında Mâlikü’l-Mülk olan Cenâb-ı Hakk’ın, mülkün hakikî sahibinin şartlarına riâyet etmek mecburiyetindedir. Âhirette de tasarruflarından da hesaba çekilecektir.

Mal, iki uçlu bıçak gibidir. Bir tarafta nefsin arzu ve temâyülleri… Diğer tarafta Cenâb-ı Hakk’ın emirleri…

Nedir o emirler; nelerdir o;

TASARRUF ŞARTLARI:

Cenâb-ı Hak Sûre-i İsrâ’da;

“…Gereksiz yere saçıp savurma. Zira böyle saçıp savuranlar şeytanın dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) buyuruyor.

Hümeze Sûresi’nde de;

“Mal(ı infâk etmeyip) biriktiren ve onu (keyifle) sayıp duran” pintinin hâlini ve âkıbetini beyan buyuruyor:

(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin tâ üstüne çıkan ateşidir. Onlar (bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette o (ateş) üzerlerine kapatılmıştır.”

Demek ki, Allâh’a ait mülk üzerinde tasarruf eden kula; pintilik de yasak, müsriflik de yasak… Nefsine -lüzumundan fazla- harcamak da yasak, nefsine saklamak da…

Ya nereye sarf edecek?

Hazret-i Mevlânâ servetin sahtesini ve hakikîsini ne güzel anlatıyor:

 “Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olabilmek, rüyada define bulmaya benzer. Dünyada mal, nesilden nesile aktarılır. Yine dünyada kalır. Esas meziyet malı kullanmayı bilip, âhirete sermaye yapabilmektir.”

“İnsanın aslî evine ulaşabilmesi için birçok dünya konaklarından vazgeçmesi lâzım ki, onları bırakıp, menziline gidebilsin.”

Sahâbe bunu bildi, bunu başardı. Misallerini verdiğimiz üzere, Allâh’ın kendilerine rızık verdiği maldan infâk ederek; köleleri âzad, fakirleri âbâd ettiler. Aynı istikametten devam eden nesiller; vakıflar, camiler, mektepler, imâretler, çeşmeler yaparak emânet sermayeyi, hakikî servetlere çevirdiler.

Kalbin, mala karşı alâkasını tanzimin en güzel nümûnesi Süleyman -aleyhisselâm-’dır. Cenâb-ı Hak onun için;

نِعْمَ الْعَبْدُ

“O ne güzel bir kuldur.” buyuruyor. Bu güzel hitap, mal muhabbet ve hırsına karşı gönlünü koruyan, eşyayı bir âhiret sermayesi gören her mü’mine yönelmiştir.

Bunu başaramayan ise; kendi eliyle kendini tehlikeye, helâke sevk ediyor demektir.

Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi 195. âyet-i kerîmesinde buyurur:

وَاَنْفِقُوا فٖ۪ى سَبٖ۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْدٖ۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ وَاَحْسِنُو اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ

(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. (Yaptığınızı) güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.”

Kalbin beş beraberliğinin hülâsası;

Kur’ân’ın ve Sünnet’in bildirdiği muhtevâ içinde bir hayat…

Nefsânî arzuların bertarâf edildiği, rûhânî istîdatların inkişâf ettirildiği, kalbin; Hakk’ın arzusu istikametinde Allâh’ın dîninde sebat ve sükûnete erdiği, zikrullah ile itmi’nân ve huzur bulduğu bir hayat…

Yâ Rabbî!

Dünyada ve âhirette bayram olacak bir hayat…

Nefsânî hayatı bertaraf neticesinde rûhânî iklimin bayramı olacak bir hayat…

Yâ Rabbî!

İdrâk edeceğimiz bu kurban bayramı münasebetiyle Hakk’a teslîmiyet yakınlık ile müzeyyen bir ebediyyet…

Yâ Rabbî!

Ebedî sabahı, sonsuz bir bayram edecek hayırlı bir ömür…

Yâ Rabbi; kalplerimizi zikrullah ile itmi’nan ve huzûra erdir. Kalplerimizi dîninde sâbit eyle, arzun istikametinde sükûnete erdir. Bizleri «muhabbetullâh»a ve sevdiklerinin muhabbetine nâil eyle. Kalplerimizde mâsivâ muhabbeti bırakma…

Yâ Rabbi! Bizlere; ensar ve muhâcirînin kardeşliğinden, fedâkârlığından, merhametinden, sehâvet, hizmet ve kanaatkârlığından hisseler nasîb eyle…

Âmîn!..