Nefs Engelini Aşmanın Yolu

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2008 – Ay: Kasım – Sayı: 26

Nefs nedir, niçin verilmiştir ve nasıl tezkiye edilebilir?

Mânevî terbiye ile kötülüklerinden arındırılmamış ham bir nefs; insanın içindeki bütün süflî arzulardır; kulu Rabb’inden uzaklaştıran bütün menfî temâyül ve duygulardır.

Cenâb-ı Hak, bu dünyayı bir imtihan âlemi kılmıştır. Allâh’a kulluk için yaratılmış olan cihan, ince hakikatlerle ve ilâhî kudretin hikmet dolu nakışlarıyla tezyîn edilmiş bir ibâdethâne ve bir irfan mektebidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyrulur.

Yani dünya, insanoğlunun kulluk derecesinin tespit edildiği bir imtihan dershânesidir. Allah Teâlâ, biz kullarına bir imtihan malzemesi olarak da, “nefs” engelini vermiştir. Bu öyle bir engeldir ki, aşılmadığı takdirde kalbi yüce hakîkatlere karşı âdetâ âmâ eder. İnsanı, sefâletini saâdet zannetme bedbahtlığına dûçâr eder. Nefsânî arzular putlaşınca da insan, nefsinin putperesti hâline gelir. Bu hazin âkıbete dûçâr olan kimse, iki parmağını iki gözünün üzerine koymuş biri gibidir ki, hiçbir şeyi görmesi mümkün değildir. Bunun gibi süflî arzularının esiri olan bir kişi de, kalp gözünün önüne nefsiyle kalın bir perde çekmiş demektir.

İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirebilme imkânına belli bir ölçüde sâhip kılındığı içindir ki, mükâfâta da cezâya da muhâtab olabilecek bir varlıktır. Yâni Cenâb-ı Hak, imtihan hikmetine binâen biz kullarını müsbet ve menfî zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. İnsan, fıtratında bulunan rûhânî vasıflarını inkişâf ettirmek sûretiyle nefs engeline mâruz olmayan meleklerden bile üstün bir mevkîye erişebilirken, yine fıtratındaki nefsânî arzulara râm olma neticesinde insanlık haysiyetini kaybederek hayvanlardan bile daha aşağı bir noktaya düşebilir. Yâni insan, iç âleminde birbirinin zıddı durumundaki iki büyük câzibe merkezinden hangisine meylederse ona râm olur.

Hazret-i Mevlânâ, insanın iç âlemindeki zıt kutuplar arasında süregelen mücâdeleyi şu hikmetli sözlerle hülâsa eder:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Bu hususta Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzî’ye şu nasihati de pek ibretlidir:

“Senin serhatlerde karşılaştığın düşman, hakîkî düşman değildir. Senin esas düşmanın, içindeki nefsindir; sen onu terbiye etmeye bak!”

Hakîkaten insanda nefs ön plânda ise rûhânî özellikler dumûra uğrar, rûhâniyet ön plânda ise nefs tesirsiz hâle gelir. Bu bakımdan gönüllerini rûhânî güzellikler etrafında inkişâf ettirmek isteyenler, evvelâ nefsin çirkinliklerini bertaraf etmeyi başarmak mecburiyetindedirler. Zîrâ cerahati temizlenmemiş bir yaraya merhem sürmenin hiçbir faydası olmaz. Bu bakımdan insanın ham vasıftan kâmil vasfa yükselebilmesi için nefs tezkiyesi zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bâzı hakîkatleri özellikle vurgulamak için onlar üzerine yemin eder. Üzerine yemin edilen husûsun ehemmiyeti derecesinde bu yeminler bazen iki defa, bazen de üç veya dört defa olur. Nefis tezkiyesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu buradan da anlayabiliriz ki, Rabbimiz bu hususta ilâhî azamet tecellîleri üzerine tam yedi defa yemin ettikten sonra:

“Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 9-10) buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta böyle üst üste yedi defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın ebedî kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne derecede önemli ve zarûrî olduğunu ifadeye kâfîdir.

Nitekim Tebük Seferi gibi en büyük ve en meşakkatli bir gazveden dönülürken Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın beyân ettiği:

“Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!”[1] hadîs-i şerîfi, nefisle mücâdelenin hem güçlüğünü hem de zarûretini ifâde etmektedir.

Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan “nefs”, genellikle insanın mâruz bulunduğu kötü huyları akla getirir. Hâlbuki nefsin özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi, onun çirkinliklerini mânevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.

Mânevî terbiyeden mahrum bir nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sâhibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak helâkine sebep olur. Fakat bir at iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sâhibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Yâni nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem yüksek bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sâhip, âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.

Öte yandan nefs, kendisine karşı girişilen mücâdele ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten gerekli olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temâyüllerini ilâhî rızâya uygun düstûrlarla terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri, insanı bir süvârîye benzeterek şöyle der:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helâk olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şâyet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tutarak bineğinden istifade et!”

Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet etmek, aynı zamanda nebevî usûlün bir gereğidir. Zîrâ Peygamber Efendimiz – Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere mânî olmuş; ruhbanlık gibi bir hayat tarzının İslâm’da mevcut olmadığını ifâde buyurmuştur.

Yâni nefsin tezkiye edilmesi, belli terbiyevî ölçülere riâyetle îfâ edilmesi gereken hassas bir eğitim işidir. Bu mânevî terbiye faâliyeti, tasavvuf ilminin sahasına girer. Nitekim tasavvuf, nefsin çirkin huylarını bertaraf ederek güzel ahlâka kavuşmanın eğitimidir, takvâya erebilme sanatıdır. Hayatın med-cezirleri ve değişen şartları karşısında nefsin serkeşliğini rızâ ve tevekkül iksîriyle teskîn ederek Allâh’ın takdîrine râzı olabilme sanatıdır. Yine tasavvuf, ihlâsa ermektir, ihsan duygusuyla yaşamaktır. Esâsen takvâ, ihlâs ve ihsan gibi mefhumların hepsi tasavvufla âdeta aynı mânâyı ifade eden farklı kelimelerdir.

Cenâb-ı Hak, insanoğlunun önüne koyduğu nefs engelini aşmanın imkân ve vâsıtalarını, başta en büyük insan terbiyecileri olan “peygamberler” ve onların insanlığa hizmetini kıyâmete kadar devam ettirecek olan “evliyâ” ve “ulemâ” silsilesi hâlinde lutfetmiştir.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nebevî terbiyesi, esâsen nefse karşı verilen amansız bir mücâdele sûretinde gerçekleşmiştir. Bu nebevî terbiye ile yetişen sahâbe-i kirâm, ham vasıflardan arınarak kâmil insan hüviyetine kavuşmuş, örnek bir nesil hâline gelmiştir.

Bizler de nefs engelini aşıp kâmil bir insan olabilmek için; Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in emir ve tavsiyelerine gönülden itaat etmek ve O’nun zamanlar üstü vârisleri durumundaki Hak dostlarının izinden yürüyüp onların irşad ve terbiyelerine teslîm olmak durumundayız.

Nefs engelini aşmaya muvaffak olanlar, Hak dostu, kâmil bir mü’min olurlar. Bunlardan biri olan Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

Hiz­me­ti­ne ba­kan talebesi bir­gün Dâvûd-i Tâî’ye:

“–Bi­raz et pi­şir­dim; arzu buyurmaz mısınız?” de­di. Üs­tâ­dı­nın sü­kût et­me­si üze­ri­ne de eti ge­tirip önüne koydu. An­cak Dâ­vûd-i Tâî -kud­di­se sir­ruh-, önü­ne ko­nan ete ba­ka­rak:

“–Fa­lan­ca ye­tim­ler­den ne ha­ber var ev­lâ­dım?” di­ye sor­du. Talebe, du­rum­la­rı­nın ye­rin­de ol­ma­dı­ğı­nı ifâde sa­de­din­de içi­ni çe­kip:

“–Bil­di­ği­niz gi­bi efen­dim!” de­di. O bü­yük Hak dos­tu:

“–O hâl­de bu eti on­la­ra gö­tü­rü­ver!” de­di. Ha­zır­la­dı­ğı ik­râ­mı üs­tâ­dı­nın ye­me­si­ni ar­zu eden sa­mî­mî talebe ise:

“–Efen­dim, siz de uzun za­man­dır et ye­me­di­niz!..” di­ye ıs­rar ede­cek ol­du. Fa­kat Dâ­vûd-i Tâî Haz­ret­le­ri kabûl et­me­yip:

“–Ev­lâ­dım! Bu eti ben yer­sem kısa bir müddet sonra dı­şa­rı çı­kar, fa­kat o ye­tim­ler yer­se, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’­ya çı­kar!..” dedi.

İşte nefsinin fânî takıntılarını aşabilenler; “nefsî nefsî” hodgâmlığından, “ümmetî ümmetî” diğergâmlığına yükselebilmiş büyük ruhlardır. Onlar, başkalarının huzur, saâdet ve selâmeti için gayret ve himmet etmedikçe kendi kurtuluşlarının mümkün olmadığının idrâkine ermişlerdir. Bu sebeple de kendilerini toplumdan mes’ûl hissederler. Müşterisi az dükkânlardan alışveriş eder, yâni yetimlerin, gariplerin, dertlilerin derdiyle dertlenir, mâtemlerin civârında dolaşırlar. Fânî nîmetlerden fedâkârlık ederek bâkî olan nîmetleri satın almaya çalışırlar.

Unutmayalım ki, hepimiz Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz. Bu dünyada asıl felâket, nîmetleri sırf nefsine tahsis etme hırsıyla nefsânî arzularını putlaştırarak Hak’tan gâfil kalma bedbahtlığıdır. Asıl saâdet de ecel gelip çatmadan evvel nefsi tezkiye edip onun gaflet perdelerini aralayarak Hakk’a yakınlığın hazzını tatmaktır. Çünkü bu yakınlık, ebedî âlemde ilâhî rahmete ve yakınlığa mazhariyetin en büyük vesîlesidir.


[1] Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73.