Nasihatin Faydası

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ağustos, Sayı: 198

KUŞUN ÖĞÜTLERİ

Kıssa ve mesellerin diliyle en gizli ve girift hakikatleri çok güzel bir şekilde anlatan Mevlânâ Hazretleri, değerli eseri Mesnevî’de şu hikmet dolu hikâyeyi anlatır:

“Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı.

Kuş, kendini yakalayana dedi ki:

«–Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kurban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?!.

Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de; bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım?

  • O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim.
  • İkinci öğüdümü damın üstünde vereyim.
  • Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim.

Sen, bu üç öğüt sayesinde mesut olursun!

Elinde iken vereceğim öğüt şudur:

‘–Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!’»

Kuş o değerli olan ilk öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi. Böylece kuş âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:

«–Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme! Geçmişe acımak, geçmişe hasret duymak yanlış bir iştir; giden geri gelmez! Onu yâd etmek de boş şeydir!»

Ondan sonra dedi ki:

«–İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci; seni de, çocuklarını da devlete ve saâdete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!»

Bunun üzerine avcı feryâd u figān etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine;

«–Ben sana; ‘Geçmiş bir şeye gam çekme!’ demedim mi?!.» dedi.

«Mademki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sözümü anlamadın mı?!. Yahut sağır mısın? Sonra, bir de sana;

‘Olmayacak şeye sakın aldanma!’ demedim mi!?.» dedi. Ve devamla;

«A arslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?»

Adam kendine geldi de;

«–Pekiyi!» dedi. «Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!»

«–Evet!» dedi kuş. «Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedava söyleyeyim, öyle mi? Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek, çorak bir yere tohum ekmektir! Yahut çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi, artık hiçbir yama tutmaz!

Ey öğütçü; oraya hikmet tohumu pek ekme!»”

HİSSELER

Nasihat vermek, öğütlerde bulunmak ve kendine yapılan nasihatlerden istifâde etmeye çalışmak, mü’minlerin şiârıdır.

Ebedî kurtuluşun şartı; îmân edip sâlih ameller işleyen takvâ toplumunun, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesidir.

İslâm toplumu, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ile dâimâ zinde ve canlı bir rahmet toplumudur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sen öğüt ver! Çünkü nasihat (ve hatırlatma) mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Din nasihatten ibarettir.” (Buhârî, Îmân, 42)

Nasihatin iki mânâsı vardır:

  • Samimiyet, muhatabının hayrını düşünmek,
  • Hayra davet.

Buradan hareketle nasihatçinin üç husûsiyeti olmalıdır, denilmiştir:

Birincisi: Müslümanların uğradığı musîbetlere kalben üzülmesi,

İkincisi: Müslümanlara nasihat etmeyi kendisine vazife bilmesi,

Üçüncüsü: Şahsiyetiyle güzel bir örnek olarak insanlara kurtuluş yollarını göstermesidir.

HİSSE: SEVİYEYE GÖRE NASİHAT

Hikâyedeki temsilî kuş, muhatabının ahmaklığı sebebiyle, ona üçüncü tavsiyeyi bildirmez.

Çünkü;

Söz, muhatabın durumuna göre söylenmelidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“İnsanlara anlayacakları şekilde (yani akıl ve idrak seviyelerine göre) konuşunuz.” (Buhârî, İlim, 49)

Rabbimiz’in nasihat verme husûsunda Rasûlullah Efendimiz’e ve biz ümmetine bir tâlimâtı da şöyledir:

“Eğer öğüt fayda verirse öğüt ver.” (el-A‘lâ, 9)

İstifâde etmemeye şartlanmış, anlayışsız, nâdan ve gafil kişileri yola getirmek için aşırı derecede kendini yorma!

Mevlânâ Hazretleri yine temsillerle ne güzel anlatır:

“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!”

Çünkü;

Peygamberlerin ve Hak dostlarının bile en büyük iptilâsı, insanları terbiye bahsinde ham ve ahmakları istikametlendirmek husûsudur.

Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu zorluk, tebliğ vazifesini ortadan kaldırmaz. Bu sebeple âyet-i kerîmeye şöyle de meal verilmiştir:

“Fayda verse de vermese de öğüt ver.

  • (Allah’tan) korkan, öğütten yararlanacaktır.
  • Şakî / kötü / bedbaht kimse ise öğütten kaçınır.” (el-A‘lâ, 9-11)

Demek ki;

Tebliğ her hâlükârda devam edecek, ancak muhatabın durumuna göre üslûp ve muhtevâda bir usûl değişikliğine gidilmesi gerekecektir. Âyet-i kerîme bu kademeleri şöyle bildirir:

(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!..” (en-Nahl, 125)

Bu âyette nasihatin, muhataba göre üç seviyesi bildirilmiştir:

Birincisi: İdrak seviyesi yüksek olanlara hikmetle öğüt ver.

İkincisi: Halk ve avâm seviyesinde olanlara, güzel mev‘izeler ve vaazlarla nasihat et.

Üçüncüsü: İtirazcılarla da güzelce münâzarada bulun.

Bu kademelendirmeye dikkat edilmezse Hazret-i Ali’nin îkāz ettiği şu husûsa yol açılmış olur:

“İnsanlara;

  • Anlayacakları şekilde konuşun ve anladıkları şeyleri söyleyin!
  • Anlamadıkları hususları da bırakın.

Siz, Allah ve Rasûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhârî, İlim, 49)

Yani;

Konuşulan kişiyi, anlamadığı bir hususta köşeye sıkıştırıp da Hazret-i Peygamber’le karşı karşıya düşürmemek ve onu bu anlayışsızlığı sebebiyle cehâletin kucağına itmemek gerekir.

Kaldı ki;

İlk mektebe giden çocuğa, lise ve üniversite seviyesinde bilgiler verilmez. Süt emen bebeğe baklava verilmeye kalkılırsa, neredeyse boğulmasına sebebiyet verilir.

Demek ki nasihat doğrudur fakat muhatabın seviyesi bu nasihatle mütenâsip değildir.

Nitekim;

Havâssın kitaplarından Hazret-i Mevlânâ’nın «Fîhi mâ-fîh» ve Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri’nin eserleri, güçlü bir hikmete yani havâs seviyesine sahip olmayı gerektirmektedir.

HİSSE: HAMÂKATTEN KAÇMALI

Hikâyede; olmayacak şeylere inanmak, kendisi birkaç gram gelen bir kuşun karnında ağır bir mücevherin olduğu iddiasını düşünmeden kabul etmek, ahmaklığın temsilidir.

Şeytan; Âdem ve Havvâ’yı, yasak ağaca; «Ebediyet ağacı, meleğe dönüşme vasıtası» gibi olmayacak yalanlar söyleyerek yaklaştırdı. Onlar da içlerindeki fânîliğe isyan sebebiyle bu «olmayacak iddialar»a kandılar ve aldandılar. Lâkin çok büyük bir pişmanlığa dûçâr oldular.

Âdem oğullarında da şeytanın iğvâ ve vesveseleri aynıdır.

  • Fânî dünyadan, bekā beklemek ahmaklık değil midir?
  • Âhirete hazırlanmayıp da orada cennet beklemek ahmaklık değil midir?
  • Sonsuz âlem karşısında, bir damladan ibaret olan dünyayı tercih etmek ahmaklık değil midir?
  • Cenâb-ı Hakk’ın; tevbe edenleri, müttakîleri, mü’minleri ve sâlihleri sevdiğini bile bile, günahlar işlemeye devam edip, tevbe etmeye yanaşmayıp bir yandan da âhirette Allâh’ın affını ummak ahmaklık değil midir?

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığı bir kıssada, endişeyle koşan Hazret-i İsa’ya sorarlar:

–Ey Mesih! Neden kaçıyorsun, aslandan mı kaplandan mı?

O ise «ahmaktan kaçtığını» bildirir. Hazret-i İsa’da Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği şifâ mûcizesi vardır. Bu mûcizeyle; -Allâh’ın izniyle- doğuştan körlerin gözünü açmış, alaca hastalarını iyileştirmiş ve ölüleri diriltmiştir. Ancak ahmağa bu şifâ gücünün bile tesir edemediğini bildirir.

Çünkü;

Ahmaklık bir kahr-ı ilâhîdir.

Mü’min; basîret ve firâset sahibi olmalı, insî ve cinnî şeytanların olmayacak telkinlerini reddetmeli, insanı dalâlete düşmekten kurtaran Kur’ân ve Sünnet hakikatlerine sarılmalıdır.

Ömür bize âhireti kazanabilmemiz için verilmiş yegâne sermâyemizdir. Ne yazık ki, nice gafil insan, bu eşsiz sermâyeyi ham hayaller peşinde dünyevî meşgalelere sarf eder ve hay huy içinde tüketir. Hattâ bunun için nice fedâkârlıklarda bulunur.

Meselâ kimisi Himalayaların tepesine çıkmayı kafaya takar, kimisi dünyayı turlamayı hedef edinir. Kimisi bir el veya vücut becerisinde ustalaşmak yahut filânca şeyin koleksiyonunu yapmak ve benzeri ehemmiyetsiz bir husus için neler neler fedâ eder.

İçinde hiçbir mânevî hedef bulunmayan, nefsin garip bir arzusunu yerine getirip; «Ben yaptım!» keyfine ve nefsânî tatminine ulaşmaktan başka bir gayesi olmayan nice zaman israfları…

İnsanı bekleyen onca uhrevî zorlu noktayı düşündüğümüzde, yani âhiret ufuklarından baktığımızda; ömürleri bu gibi boş maksatlara sarf etmek, akşama kadar kumdan kaleler yapıp eve giderken tekmelemek kadar çocukça davranışlardır.

HİSSE: GAMDAN UZAK DURMAK

Hazret-i Mevlânâ’nın, temsilî olarak kuşun lisânından bildirdiği, «elden gidene hasret çekmemek» tavsiyesi de mühim bir nasihattir.

Devrimizde; geçmişe göre hayat çok kolaylaştığı, maddî mânâda rahatlık ve kolaylıklar son derecede arttığı hâlde, insanlarda psikolojik rahatsızlıklar çoğalmıştır.

İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için, insanlar; kaygı bozukluğu, depresyon ve benzeri psikolojik rahatsızlıklara dûçâr olmakta, kullandıkları ilâçlarla da yarı uyuşuk bir vaziyette ömür sermâyesini israf etmektedirler.

Asr-ı saâdette ashâb-ı kirâmın psikolojik rahatsızlıklara dûçâr olduğuna dair elimizde neredeyse hiçbir kayıt yoktur.

Hâlbuki sahâbe-i kirâm hazerâtının;

  • Kimisi; alay, hakaret ve işkencelere uğradı.
  • Kimisi; bizzat kendi aile fertlerinin baskısına, zulmüne mâruz kaldı.
  • Nicesi, yakınlarını şehid verdi. Dul, yetim ve öksüz kaldı.
  • Nicesi, evlerini barklarını terk edip hicret etti. Varlıktan yokluğa düştü. Kimisi; zulme dûçâr olarak elini, kolunu yahut bacağını kaybetti.
  • Hemen hepsi; muhasara, tehdit ve harp gibi daha nice insan muvâzenesini sarsacak büyük hâdiselere muhatap oldular.

Fakat hiçbiri rûhen çökmedi. Gam ve kasâvete yuvarlanmadı.

Demek ki;

Îmânın lezzeti, Rasûlullah Efendimiz’e ashâb olmanın kıymeti ve secdelerin huşû, vecd ve istiğrâkı onlara bütün dünyevî ızdırapları unutturuyordu.

Demek ki;

Onlar; «Esas hayat âhirettir!» (Buhârî, Cihâd, 110) düstûruna yakînen îmân ederek, dünyanın bütün dert ve tasalarını küçük ve hafif görüyorlardı. Dünyada başlarına gelen her şeyi, âhiret saâdeti için basit bir fedâkârlık olarak kabul ediyor ve üzülmüyorlardı.

Demek ki;

Onlar; Allâh’ın taksîmâtına, kazâ ve kaderine tam bir teslîmiyet ve rızâ gösteriyorlardı. Şikâyeti unutuyor, dâimâ îman nimetine şükretmeye teksif oluyorlardı.

Çin’e, Semerkant’a ve Afrika’ya doğru çok uzun tebliğ yolculuklarında onlar; en zor şartlarda bile üşenmiyorlardı, herhangi bir bıkkınlık yaşamıyorlardı. Zira gönüllerinde aşk-ı Muhammedî’nin hiç bitmeyen ulvî enerjisi, vecdi ve istiğrâkı vardı.

Tasavvuf büyükleri de kişinin; geçmiş zaman gamları ve gelecek zaman endişelerinden kurtulup, «İbnü’l-vakt» olmasını tavsiye etmişlerdir. Yani içinde yaşadığı ânın vazifelerini hakkıyla edâ edip, tevekkül, şükür ve rızâ duygusuyla hareket etmek.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanı gam ve kedere düşürebilecek kıyaslamalar husûsunda şöyle îkāz eder:

“Hayat şartları (maddî olarak) sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız!

Bu, Allâh’ın, üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Hayırda yarışmak ve örnek almak için, mâneviyatta üstün olana yetişmeye çalışmalıdır:

“… Kim dîni husûsunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası husûsunda da kendinden aşağı olana bakıp Allâh’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse;

  • Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar… ” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)

Kader îcâbı, imtihan dünyasında insanın başına çeşitli musîbetler gelebilir. Bunlar üzerine çeşitli ihtimallerle boğuşmak; kişiye fayda vermediği gibi, ruh hâline de zarar getirir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Eğer başına bir iş gelirse;

«–Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.» deme!

«–Allâh’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.»de. Zira;

«Keşke şöyle yapsaydım…» sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” (Müslim, Kader, 34)

Burada yapılmaması tavsiye edilen davranış;

  • Hataların muhasebesi,
  • Günahlara pişmanlık ve
  • Telâfiye çalışmak değildir. Bu hususlarda kişi; elbette nedâmet duymalı, geçmişten ders çıkarmalı, gelecekte tekrarlamamalı ve telâfiye gayret etmelidir.

Buradaki îkaz, daha ziyade; dünyevî, maddî ve kaderî mevzularda kişinin geçmişin gamlarında boğulmasına ve yanlış te’villerde bulunmasına mâni olmaya yöneliktir.

Meselâ;

Kişi hac yolunda bir kaza geçirse;

“–Ben hacca gittiğim için bu kaza başıma geldi! Keşke hacca gitmeseydim!” diye bir te’vilde bulunursa, bu, çok çirkin ve yanlış olur.

Böyle bir yorumlayış, gafletin bir ifadesidir. Çünkü gaybı yalnızca Allah bilir. Hacca gitmeseydi, başına ne geleceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Öyleyse bunu konuşmanın faydası yok, zararı vardır. Hacca gitmesi farzdı ve o vazifesini yaparken başına bir imtihan geldi. Şimdi yapması gereken sabretmektir. Hakikat budur.

HİSSE: KÜÇÜK GÖRME!

Küçük bir kuşun, bir insana nasihat edişi temsil eder ki;

Nasihat eden kimsenin her zaman muhatabından daha büyük olması gerekmez.

Hazret-i Süleyman; bir karıncanın sözünü dinlemiş, tebessüm etmiş ve hislenerek niyazda bulunmuştur.

Ülû’l-azim bir peygamber olan Hazret-i Musa, Hızır -aleyhisselâm-’a talebe olmuş ve ondan nice hikmetler öğrenmiştir.

Hazret-i Peygamber; dâimâ ashâbıyla istişâre eder, harp ve benzeri birçok dünyevî mevzuda onların fikirlerini sorardı. Peygamberliğinin bidâyetinde Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’nın, Hudeybiye’de firâsetli hanımı Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-’nın telkinleriyle huzur bulmuştu.

Söz, sahibinden mücerred olarak değerlendirilmelidir. Tavsiye, daha alt bir seviyeden geliyor diye, onu küçük görmek; kibir ve gurur alâmetidir. Zira akıl akıldan üstündür. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” (Yûsuf, 76)

Husûsen, kişinin kendi mânevî ihtiyacını görmesi çok zordur. En bilgili hâkim dahî kendi dâvâsına kendisi hâkimlik edemez.

Bu sebeple, hiç kimse mânevî ve dînî nasihatlerden müstağnî değildir.

HİSSE: NASİHATİ NASIL DİNLİYORUZ?

Kuşun birinci ve ikinci nasihatini dinleyen kişi, daha o saniyede, nasihatin tersini yapmakta ve kuşun olmayacak sözüne inanıp, geçmişe pişman olmaktadır.

Hikâye bu bakımdan, müslümanlara bir îkaz mâhiyetindedir:

  • Nice ilâhî tâlimatlar dinliyoruz.
  • Nice nebevî mesajlar dinliyoruz.
  • Nice hikmetli sözler, vaazlar dinliyoruz.
  • Günümüzde telefonlar vasıtasıyla nice nasihat ve tavsiyeleri okuyor, birbirimize gönderiyoruz. Bir takvim yaprağı bile bize bir telkinde bulunuyor.

Ancak;

Ne kadar istifâde ediyoruz? Bu sözler, bir kulağımızdan girip diğerinden çıkıyor mu? Durup mânâsını düşünüyor muyuz? Amel etmeye çalışıyor muyuz? Bugünü bir mîlât kabul edip, o tavsiyeyi hayatımızın düstûru hâline getirmeye azmediyor muyuz?

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ağızdan çıkan kulağa kadar gider. Kalpten çıkan ise gönle ulaşır.”

Eğer bu tavsiyeler bizde, hayatımızda ve ailemizde hiçbir değişiklik meydana getirmiyorsa, hikâyedeki adamdan farkımız nedir? Gülünç bir vaziyete düşmez miyiz?

«İşittik!» sözünü; «İtaat ettik!» azmiyle taçlandırmamız lâzımdır. Aksi hâlde, ilâhî gazaba uğrayan kavmin; «İşittik, fakat uymadık, isyan ettik!» şeklindeki küstahlığına düşmek tehlikesi vardır.

Nasihat çok mühim. Lâkin istifâde etmeye gayret etmek de çok mühim. Sohbetler çok faydalı; ancak o sohbetlerdeki irşadları, vaazları ve hikmetleri hayata nakşetmeye gayret etmemiz lâzım. Nasihati faydasıyla mîzân etmemiz elzem…

Rabbimiz; bizleri, hakkı, sabrı ve merhameti birbirine tavsiye eden kullarından eylesin.

Nasihatleri dinleyen, muktezâsıyla amel eden ve kendini ıslah ettiği gibi, mü’min kardeşlerini de nasihatleriyle irşâd eden rahmet insanları zümresine ilhak buyursun.

Âmîn!..