MUHABBETTEKİ SIR VE RUMUZLAR…

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Haziran Sayı: 100

Mânevî hakikatleri müşahhaslaştırmak için müracaat edilen en tesirli vasıta, temsil ve teşbihtir. Hazret-i Mevlânâ, insan tabiatında sevgilerin adreslerini ve kıymet-i harbiyyelerini idrâk edebileceğimiz, temsillerle dolu bir kıssa anlatır.

Zâhiren bir aşk hikâyesine benzeyen, fakat sır ve hikmetlerle rumuzlu olan bir temsil:

PADİŞAH VE CÂRİYE KISSASI

“Saltanat sahibi asil bir padişah vardı. Bir gün maiyyetiyle beraber ava çıktı. Yolda güzel bir câriye gördü. Câriye, pırıltılı güzelliğiyle padişahı can evinden vurdu. Bir anda kendisine râm etti. Padişah ava giderken avlanmıştı. Bir kuş, kafeste nasıl çırpınırsa, padişahın da canı beden kafesinde öylece çırpınmaya başlamıştı. İçini kavuran sevda ateşini serinletebilmek için, hemen büyük meblâğlar ödeyerek câriyeyi satın aldı. Artık arzusuna kavuştuğunu, saâdete ulaştığını sanıyordu. Fakat hiç de öyle olmadı.

Padişahın sevgili câriyesi çok geçmeden müthiş bir hastalığa yakalandı. Her geçen gün eriyordu. Bir bahar tazeliğindeyken şimdi hazan yaprağına dönmüştü. Yatağa düşmüş, asla kalkamaz olmuştu.

Padişah bir kez daha perişan olmuştu. Her tarafa haber saldı, ne kadar mahir ve meşhur tabip varsa çağırttı, hepsini topladı ve onlara;

“–Benim de, câriyemin de hayatı sizin elinizdedir.” diyerek sevdiğini tedavi etmeleri için âdetâ yalvardı. Sevdasının galebesinden dolayı makamını, mevkiini de unuttu. Acziyet izhâr ederek diller döktü.

Hekimler de, gururlu bir şekilde;

“–Sultânım! Her birimiz tıp sahasında devrin İsa’sıyız! Devâya kavuşturamayacağımız dert yoktur!” dediler. Böbürlenirken; «İnşâallah / Allah dilerse» diye istisnâ etmeyi de ihmâl ettiler.

Ancak benlikleriyle rezil-rüsvây oldular. Çünkü yaptıkları ilâçlar; fayda etmek bir tarafa, câriyenin hastalığını daha da artırdı. Bîçâre câriye zayıfladıkça zayıfladı, tamamen hâlsiz düştü.

Bunu gören padişah, daha da yıkıldı. Yanık bağrından çıkan feryatlarla, boğazı düğüm düğüm oldu.

Dünyadaki bütün hekimlerin acziyetini gören padişahın aklı başına geldi. Mânevî çarelere başvurmak için mescide koştu. Mihrapta secdelere kapandı. Gözyaşlarıyla secdegâhını sırılsıklam ederek Rabbine ilticâ etti:

“Allâh’ım! Sen kalplerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakikî derman olan! Beni kapından çevirme!” diye yalvardı, yalvardı, yalvardı…

Padişahın bu seller gibi akan gözyaşları karşısında Allâh’ın lütuf ve merhamet deryası da coşmaya başladı. Çünkü samimî gözyaşlarının, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi galeyâna getiren bir tesiri vardı. Sonunda, bu içli sızlanış bîçâre padişahın duâsının kabulüne vesile oldu ve Cenâb-ı Hak; ona sâlih ve has kullarından birini, yani ilâhî bir rehberi, câriyenin tedavisi için göndereceğini ilhâm etti.

Padişah, sevinç ve neşe içinde saraya koştu. Daha sarayına varır varmaz gördü ki, ötelerden gelen o misafir, karşısında. O sâlih zâtın nûrundan dolayı, gözleri kamaştı. Zira o zâtın nûrunun karşısında güneşin ziyâsı bile sönük bir duman gibiydi. Padişah, büyük bir hayret ve hayranlıkla âdetâ başsız ve ayaksız bir hâle gelmişti. Gönlünde apayrı hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o şerefli misafire;

“–Benim asıl sevdiğim, o câriye değil, sensin. Fakat dünyada iş işten meydana gelir. Allâh’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” dedi.

O nur yüzlü kudsî misafiri muhabbetle kucakladı. Bir yandan o zâtın elini, alnını öpüyor, bir yandan da; «Acaba halkın gözünde perde mi var ki, bu hakikati görmezler? Nasıl oluyor da bu kadar parlak bir mehtâba âmâ kesiliyorlar?» diye düşünüyordu. Böylece tarifsiz bir sürûra gark olarak;

«Düştüğüm ibtilâya sabır ve tahammül göstererek ne büyük bir mânevî hazineye nâil oldum.» dedi. Sonra ona derdini açtı:

“–Ey bana Rabbimin hediyesi! Ey;

اَلصَّبْرُمِفْتَاحُالْفَرَجِ

«Sabır, sürûrun anahtarıdır.» (Deylemî, Müsned, 3844) hadîsinin canlı mânâsı! Hoş geldin! Anladım ki, sensiz başımıza belâ ve musîbet yağar. Şu geniş olan semâlar bile bize dar gelir. İşte düştüğüm dert!..” diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanına götürdü.

Bu hekim, bir mâneviyat sultânıydı. Basîret ve firâset sahibiydi. Hakk’ın nûruyla hastaya daha ilk bakışta teşhisini yaptı:

Câriyenin hastalığı gönlündeydi. Çünkü onun vücudunda gerçekte hiçbir hastalık yoktu. Gönlü ise yaralı, gamlı ve perişandı.

Mânevî hekim, vaziyeti padişaha hulâsa etti ve câriyeyi konuşturabilmek için oradaki herkesi dışarı çıkardı. Sonra onun nabzını tutarak çeşitli sualler sormaya başladı. Memleketini, başından geçen hâdiseleri ve benzeri her şeyi sordu. Maksadı, bahsi geçen isim ve mevzuların nabzında meydana getireceği değişikliği tespit ederek, sakladığı sırları açığa çıkarmaktı. Nitekim «Semerkant» şehrinden bahsedilince câriyenin nabız atışı hızlandı. Yüzü önce kızardı, sonra sarardı. Semerkant ipucunu takip ederek, şehrin esnafını saymaya başladı. «Kuyumcu» sözü geçtiğinde de câriye kendini kaybedecek kadar sırrını ele verdi.

Mânevî hekim, ihtiyaç duyduğu mâlûmâtı elde etmişti. Sultâna hemen Semerkant’a adam göndermesini, câriyenin âşık olduğu kuyumcuyu getirmesini ve eğer iyileşmesini istiyorsa câriyeyi de ona hediye etmesini istedi.

Padişah, çâresiz bu talebi yerine getirdi. Böylece sevdiğine kavuşan câriye, her geçen gün iyileşmeye başladı ve bir bahar dalı gibi eski güzellik ve letâfetine kavuştu.

Hekimin esas maksadı, padişahın derdine devâ bulmaktı. Câriyenin eski sıhhatine kavuşması, bunun bir adımı idi. İkinci adımda kuyumcu için gayet tesirli bir şerbet yaptı. Kuyumcu, şerbeti içti ve kızın gözü önünde yavaş yavaş erimeye, zayıflayıp çirkinleşmeye başladı. İzâfî güzellikleri kayboldu; abesleri, kusurları ortaya çıktı.

Gün geçtikçe tükenen kuyumcu, nihâyet câriyenin gözünden düştü ve bir müddet sonra da öldü, her fânî gibi toprak altına girdi. Böylece bîçâre câriye de, düştüğü dünyevî ibtilâdan arındı, tertemiz oldu.”

Bu hikâye, iki ayrı cins arasında geçen bir aşk hikâyesi değil, her insanın iç dünyasında yaşanan bir maceranın rumuzlu temsilidir.

RUMUZLAR

Hikâyedeki padişah, rûh-i sultânî;

Câriye, dünyada onun emrine verilmiş nefs;

Kuyumcu; câriyenin, yani nefsin zebûnu olduğu fânî hevâ ve hevesler;

Hekim ise mürşid-i kâmildir.

Vuslat sarayından ayrılan padişah, yani rûh-i sultânî; çıktığı mârifet avında önüne çıkan câriyeyi, yani nefsi görünce kendi mevkî ve şerefini unutarak onun câzibesine kapılır. O anda yaratılış gayesi olan kulluk ve mârifeti unutur. Âdetâ kendisi avlanır ve nefsinin esiri olur. Nefsin ona tâbî olması gerekirken; o, nefse tâbî olur.

Fakat nefs, bu büyük bağlılığa da vefâ göstermez. Dünyevî/süflî tabiatı îcâbı olarak gözü dâimâ aşağılara, esfel-i sâfilîne doğru bakmaktadır. Orayı saâdet zannetmektedir. Bu sebeple; dünyevî istekleri, altın ve gümüşü temsil eden kuyumcuya âşık olur, rûha yâr olmaz. Yani altın ve gümüşe râm olur.

Onun fânî lezzetlere kul olup da düştüğü acıklı vaziyeti Cenâb-ı Hak, şöyle ifade buyurur:

“…Altın ve gümüşü biriktirmek sûretiyle Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara can yakıcı bir azabı müjdele!”(et-Tevbe 34)

Ruh ve nefs iki ayrı dünyadır. Rûhun, nefsi tedavi için başvurduğu hekimler, mâneviyâta ehil olmayan bilgiçlerdir. Çare olmak yerine derdi derinleştirirler. Böylece ruh, mânevî arayışlara girer.

Nefsin, dolayısıyla rûhun tek hâl çaresi, hâzık bir hekim, yani bir mürşid-i kâmildir. Ruh, mürşid-i kâmili görünce, hakikî mahbûbunun nefs değil, mürşid-i kâmil olduğunu idrâk eder ve onun her dediğine tâbî olur.

Böylece perestiş ettiği dünya nimetleri onun gözünde aşağılanır, kalbini tatmine medâr olacak «muhabbetullâh»a tevcih gerçekleşir.

Nefse, aşkıyla perişan olduğu hevâ ve heveslerin hiçliği ve çirkinliği, mürşid-i kâmil tarafından gösterilir. Dünyanın câzibesine aldanmamanın yolu; işin âkıbetine, aynadaki son nakışa bakmak sûretiyle gösterilir. Fânîliğe isyan içinde olan ruh ve nefsin muhabbeti, böylece bâkî olana tevcih edilir.

Hekimin verdiği şerbetle kuyumcunun eriyişi; insanın ibret nazarına, fânî varlıkların başlangıçtaki câzibelerinin, son noktada nasıl pörsüyüp yok olduğunun âdetâ hızlandırılmış bir çekim ile gösterilmesinden ibârettir:

“Bir ömür boyu peşinden koştuğun fânî alâka ve rağbetlerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını seyret; ibret al! (Yani boğazından girerken nasıldılar, senden ayrılırken ne hâle geldiler, bir bak! Senin boğazına girerken o letâfeti düşün, senden çıkarken o kaçtığın teressübâtı düşün! Nerden ne hâle?)”

Mânevî hekimin bu nasihatlerini işiten nefs de; nihayet bütün isteklerinin fânî ve gel-geç boş arzular olduğunu, kuyumcunun eriyip ölmesi, yani gönülden kaybolması neticesinde anlar, dünyevî bütün ihtiraslarından sıyrılarak temizlenir, rûha lâyık bir mahbûb olur.

Anlar ki;

Ehl-i irfânın verdiği zehir gibi acı reçeteler canlara safâ, ruhlara gıdadır. Yani onların sunduğu iksirler, gönlün ve nefsin içinde çöreklenen ve zaman zaman şâha kalkan nice sinsi yılanları ve zehirli akrepleri bertarâf eyler ve kul, Hakk’ın gönül sarayındaki yerini bulur.

O hâlde;

SEVGİ NEDİR?

Bu suâlin cevabı, ancak sevginin sahtesini hakikîsinden ayırmak sûretiyle verilebilir.

Zira misâlimizde de görüldüğü üzere sevgi, ulvî ve süflî olmak üzere derece derecedir.

Muhabbet; iyi, güzel ve hayırlı görünen bir şeye karşı kalpte meydana gelen temâyül, istek ve arzudur.

Bu arzu üç şeye müteveccih / yönelik olabilir:

1. Lezzet; 2. Fayda; 3. Fazîlet…

Talip olunan lezzet eğer nefsânî bir keyif ise, bu muhabbet, merkebin arpaya duyduğu şehvet gibi basit ve süflî bir sevgidir. İnsanoğluna; nefsi gereği mal, hanım, evlât, binek gibi bazı maddî varlıklara temâyül verilmiştir. Bunlarda hodgâmlık / bencillik kınanmış; fedâkârlık / îsâr övülmüştür. Haram-helâl çizgisi, şüphelilerden kaçınma verâ ve takvâsı ve mubahlarda riyâzat ve kifâf-ı nefs ile nefsânî istekleri dizginlemek dînin özünde mevcuttur.

Nefsânî hoyratlıklar bertarâf edildikçe lezzetler rûhânî buud kazanır, o takdirde sevgi de ulvîleşir. «Zikrullah»tan, infaktan, hizmetten alınan ulvî lezzetler gibi.

Aklın gördüğü ve istediği fayda ve menfaat de, mâtuf olduğu gayeye göre kıymet kazanır. Hazret-i Süleyman’ın cihadda faydasını gördüğü, dolayısıyla vasıtasıyla sevap kazandığı için atları sevmesi gibi muhabbetler, güzel maksatlara mebnî olduğu için güzeldir. Fetih ve zaferleri, İslâm’ın galebesini ve gönülleri fethetmeyi sevmek de böyledir.

Fazîlet kesbetmek için beslenen sevgi ise, rûhânîdir ve ulvîdir. İlmi, irfânı, âlimleri, nâfile ibâdetleri sevmek böyledir. Allah; sevdiği kullara, böyle sevgiler bahşeder.

İnsanlar; ne yaparlarsa aslında sevgileri, istekleri istikametinde yaparlar. Ferhatlar sevdaları uğrunda dağları delmiş, Mecnunlar çöllere düşmüş, Keremler yanıp kül olmuşlardır. Yine sevda uğrunda Züleyhâlar musîbetlere dûçâr olmuş, misafirleri ellerini doğramış, nice şairler dîvanlar, nice nâsirler destanlar kaleme almışlardır.

Fakat burada sayılan ve misallendirilen bütün sevgiler; hakikî muhabbet için, yani muhabbetullah için sadece bir basamak ve vasıta hükmündedir. O hakikî muhabbetin lezzetine eren İbrahim bin Edhem Hazretleri, o sevginin fazîlet ve üstünlüğünü şu çarpıcı ifade ile dile getirir:

“İlâhî muhabbette duyduğumuz ilâhî lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Bu hakikatin idrâki, padişah ve câriye kıssasındaki incelikleri anlayarak yaşamaya bağlı. O kıssadan tahsil edilebilecek daha nice hisseler elbette vardır. Ancak hulâsası şudur:

MUHABBETİN TEVCÎHİ, KALBİN SANATI

Muhabbet, iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Yani hayra da şerre de vesile olur. İnsandaki muhabbet istîdâdı, fânî lezzet ve süflî menfaatlere yönlendirildiğinde, insanı rezil ve rüsvây ederek esfel-i sâfîline çekmekte ve insanın haysiyet ve şerefini ziyân ederek onu en yüce mertebelerden, yani âlâ-yı illiyyinden mahrum etmektedir.

Fânî lezzetlerin, ancak zâfiyete ve akāmete uğrayınca sıfırlandığını; fakat bâkî lezzetlerin sonsuza kadar devam ettiğini idrâk etmek, insanı bu mahrumiyetlerden muhafaza eder. Bunu başarabilmek, kalbin sanatıdır. Bu sanatın muallimi de hikâyedeki hekim gibi, peygamberler ve Hak dostlarıdır. Rabbimiz bizleri onların şifâlı yollarından ayırmasın.

Yâ Rab! Bizlere eşyanın hakikatini göstererek, kalplerimizi fânî hevâ ve heveslerin zebûnu olmaktan muhafaza eyle… Kalplerimizin muhabbet istîdâdını, refîk-i âlâya tevcih eyle…

Ey Vedûd ve Şâfî Rabbimiz! İllet ve marazlardan hâlî kılarak kalplerimizi selîm eyle… Yegâne şifâ ve gıdamız olan «muhabbetullâh»ı gönüllerimize nasip ve müyesser eyle!..

Âmîn!..