Muhabbet İmtihani

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Ocak Sayı: 23

MECÂZÎ AŞK – HAKİKÎ AŞK

Gönlümüze huzur veren bütün sevgi ve muhabbetlerin çıkış ve varış noktası, bir bakıma etrafında hâle olması gereken yüce eksen, ilâhî muhabbet ve mârifettir. Zira muhabbet ve mârifet, yaratılış sebep ve sırrımızdır.

Bu itibarla;

Gönlümüzdeki muhabbet tecellîleri, ilâhî muhabbet ve mârifet Kâbe’sine yöneldiği ölçüde bizi büyük vuslata nâil edici vesileler hâline döner. Yani bütün mecâzî muhabbetler de bize aslında hakikî aşka vâsıl olmamız için birer köprü olarak lutfedilmiştir.

Dolayısıyla;

LEYLÂ’DAN MEVLÂ’YA

Ömrü dolduran muhabbet imtihanları, aslında mecâzî aşkların hakikî aşka dönüşmesine kapı açmak içindir. Yani aşkın rotası, dâima Leylâ’dan Mevlâ’ya doğrudur. Erbâb-ı muhabbet, bu rotada sonuna kadar yürürse neticede Allâh’a kavuşur. Nitekim Mecnun’un hayat macerası da bundan ibarettir.

Eğer Mecnun Leylâ’ya takılıp kalsaydı, milyonlarca sıradan insandan biri olurdu. Aşkını ziyan ederdi. Allâh’ın verdiği muhabbet nimetini boşa harcayan bir müflis gibi tükenirdi. Fakat o, beşerî aşkı yücelere doğru basamak yapmasını bildi, Leylâ’dan Mevlâ’ya ulaştı.

İçimizdeki muhabbet cevherinin bize verilmesindeki gerçek maksat işte budur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bütün beşerî aşkları ilâhî aşka vasıta olarak yaratmıştır.

HER SEVGİ İLÂHÎ MUHABBETLE DEĞER KAZANIR

İnsanın evlâdına olan muhabbeti, ailesine olan sevgisi veyahut da para, mal-mülk ve makam gibi diğer muhabbetler, neticede Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya bir vasıta olduğu zaman bir değer ifade eder. Çünkü bütün muhabbetler, O’ndan doğmuştur. O’na olan ilâhî muhabbet şayet gönülde diri ise, diğer muhabbetler de bundan gıdalanarak hayatiyetlerini doğru ve faydalı bir şekilde devam ettirir.

İfade etmeli ki, bütün maddî ve mânevî zaferler, dâima bu ilâhî aşkın neticesidir. Yine bütün mânevî zaferler, kalplerin maddî ve mânevî fetihleri; hep bu ilâhî aşkın lütufları, ihsanları, hediyeleridir.

Bu itibarla Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashâb-ı Kehf’in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı.”

İLÂHÎ AŞKIN TEZAHÜRÜ

Hayata ve kâinata basiret gözü ile bakabilenler, bütün eşyayı ve varlıkları ilâhî aşk ve muhabbetin tezahürü olarak bulurlar. Müşahede ederler ki, her şey aşk ve muhabbetten zuhura gelmiştir. İdrak ederler ki, eğer ezelî muhabbet olmasaydı, kâinat vücuda gelmezdi. Yine o ârifler bilirler ki, varlıkların zuhuru, o ezelî muhabbetin bir neticesidir.

Bu sebepledir ki bu kâinat, Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e ithaf edilmiştir. Yine O’nun hürmetine, insanoğlunun yaşayacağı dünya, müzeyyen ve mükellef bir âlem olarak hazırlanmıştır.

Cenâb-ı Hak; insanı, neden bu kadar mükellef bir âleme gönderdi?

Bu dünyadaki tezyinat ve nimet, çok daha az olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hak kulunun, O’nu sonsuz kudret akışları içerisinde hayranlık ve aşk hâlinde yakîn ile tanıyarak cennete girmesini istemektedir. Âdem -aleyhisselâm-’ın yaratıldığı cennete dönmesini arzu etmektedir. Bunun içindir ki O, ilâhî kudret ve sanatına cezbedici mükemmellik ve güzelliklerle âlemler donatmış, bunları da insanoğlunun emrine müsahhar kılmıştır. Yerde ve gökte ne varsa yaratıldığı günden itibaren insana âmâdedir. Sâdî Şîrâzî der ki:

“Ârif gönüller için ağaçlardaki tek bir yaprak, mârifetullah dîvânıdır. Gâfiller için ise, bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

Tabiî bunu da idrak edebilmek için kalbin ilâhî muhabbet ve mârifet ikliminde inkişâfı zarurîdir. Kalbimizdeki bütün muhabbet pencerelerini Allah aşkına açabilmemiz gereklidir. Fânî ve izâfî gölgelerden kurtulup bâkî ve asıl olan sevdaya erebilmek lâzımdır. Nitekim peygamberlerin vazifelerinden en mühimi, kalpleri tezkiye edip bu mârifetullâha âşina ve teşne hâle getirmektir.

Zira Kur’ân-ı Kerîm’de de beyan edildiği gibi ümmetlere örnek bir şahsiyet olan bu mübârek elçiler, üç vazife ile memur kılınmışlardır:

1. Allâh’ın âyetlerini okuyup tebliğ etmek,

2. Nefsleri tezkiye ederek temizlemek,

3. Kitap ve hikmeti öğretmek.

Peygamberlerin bu terbiyesi neticesinde tertemiz olan kalpler, kâinatı mikrodan makroya kadar bütün esrarı ile tefekkür etmeye, kendindeki muazzam ilâhî sanata âşina olmaya istikametlenir ve böylece alıp verdiği her nefes, kendisini Hakk’a yaklaştırır.

Cenâb-ı Hak işte böyle kulları için buyurur ki:

(Yüce Allah) göklerde olanları ve yerde olanları, hepsini size âmâde kılmıştır…” (el-Câsiye, 13)

MUHABBET MACERASININ
SÜKÛN NOKTASI

Kısacası bize düşen, bütün bu nimetleri görmek, daha mühimi bu nimetleri vereni görmek ve gittikçe artan bir muhabbet coşkusu içerisinde O’na şükretmektir. Yani aslolan yerde ve gökte bize verilen nimetlere değil, o nimetlerin sahibine bağlılık, muhabbet ve kulluktur.

Leylâ, seneler sonra Mecnun’un yanına gelir. Mecnun onunla alâkalanmaz. Leylâ sorar:

“–Benim için çöllere düşen sen değil miydin?”

Mecnun şu cevabı verir:

“–İzâfî ve gölge olan Leylâ aradan çıktı ve eridi.”

Burada Leylâ, bir zamanlar Mecnun’un hayatının gayesi iken nihayetinde ilâhî muhabbete basamak mevkiinde bulunmaktadır. Yani Mecnun, hakikatini aradığı ilâhî muhabbet âleminde yerini bulunca, hayatındaki Leylâ’nın rolü bitmiştir.

Bu bakımdan Leylâ, sevda yolunda başlangıç itibarıyla gönülleri mecnun eden ve fizikî iradeyi sıfırlandıran ilâhî bir aşk ufkudur. Böyle olduğu nispette Leylâ’lar ile başlayan muhabbet macerası, Mevlâ’da sükûn bulur.

Muhabbet yolunda Leylâ’nın vazife ve hakikati işte budur. O, ilk bakışta emsâlleri gibi sıradan bir insandır. Fakat âşığını, adı Kays iken Mecnun (deli) olarak dillere destan etmiştir.

Düşünmeli ki aşk ile sevilen Leylâ, âşığı ne hâllerle muttasıf etmektedir. Öyleyse şayet aşk ile sevilen Hazret-i Muhammed Mustafa olsa kim bilir âşık, ne hâller içerisinde olacaktır! Ve aşk ile sevilen Hazret-i Allah olunca da kim bilir âşığın hâli nice sırlar manzûmesine dönüşecektir…

İşte sevda bu sır ve hâllere erişebilmektir. Mecnun’un ulaştığı makam da budur.

TESTİ DEĞİL,
İÇİNDEKİ MÜHİM

Mecnun’un hakikatini bilmeyen bazı gâfiller, onun hâline acıyarak demişlerdi ki:

“–Ey Mecnun, Leylâ’dan vazgeç artık; ondan daha güzeller var!..”

Mecnun’un cevabı çok mânidar oldu:

“–Maddî beden, sûret ve görünüş şekillerimiz birer testi gibidir. Güzellik de içindeki ilâhî şerbettir. Bilin ki Cenâb-ı Hak, bana bu şerbeti Leylâ’nın testisinden ikrâm etmektedir.

Siz testinin zâhirine bakıyorsunuz, fakat içindekinden haberiniz yok! Çünkü onun içindeki ilâhî güzellik şerbeti, rûhâniyetten nasibi olmayanlara görünmez. Onun içindeki güzellik; namuslu, afif kadınlar gibi efendisinden başkasına hem bakmaz, hem de görünmez. (Rabb’in gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olabilenler, bu sırra âşina olur. Zira onların nazarında mâsivâlar, tamamen eriyip yok olmuştur.)”

Bunun içindir ki Şeyh Sâdî -kuddise sirruh- der ki:

“Leylâ’nın güzelliğine Mecnun’un gönül penceresinden bakmalıdır.”

Yani hakikî Leylâ’yı görebilmek, onun gerçek hüviyetini müşahede edebilmek, ancak Mecnun gibi sâdık bir âşık olabilmeye bağlıdır. Yoksa gözler, suretten başka bir şey görmez. Yani gönül kıvamına göre kimine perde üzerindeki şekiller, kimine de perde ardındaki sırlar zâhirdir. Bu itibarla müşahede tecellîleri hep farklı farklıdır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Her nimetin ve mihnetin görünüşü; kimine cehennemdir, kimine cennet…”

“Gördüğünüz bütün varlıklarda; insan olsun, hayvan olsun, bitki olsun, cansız olsun; her şeyde, gıda da vardır, zehir de. Fakat herkes bunu göremez!”

“Testi meydandadır, görünmektedir. Fakat içindeki iksir gizlidir; onu, yalnız tadan bilir.”

“Yusuf’un sûreti bir kadehe benzerdi. Babası o kadehten neş’eler veren muhabbeti içtikçe mest oluyordu. Kardeşleri ise, o kadehten zehir içiyorlar ve Yusuf’a karşı öfke ve kinleri artıyordu. (Yani nûrânî gözler, Yusuf kadehinden şifalar içerken nefsânî gözler sadece zehir içmekteydiler.)”

“Yusuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emanet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Yâkub’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarının elinde bulunan mûtenâ bir cariye gibiydi. Köle tüccarının nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına aitti.”

“Züleyha da Yusuf kadehinden başka türlü bir iksir içti (nefsânî bir iksir içti) ve dünyevî bir aşkla başka bir çeşit afyon yuttu.”

“Sûret testisinin içindeki muhabbet şerbeti, gayb âlemindendir. Testi ise bu cihandandır. Testi meydanda, içindeki ise pek gizlidir; ancak ehline ayandır.”

“Bu güzel mânevî şerbet, ilâhî aşk; muhabbet ve esrardan nasibi olmayanlara kendini tattırmaz. (Kalbi zindan gibiler aşk nûrundan istifade edemez.) Kalbi fesat ve şehevâtla dolu olanlar, bu mânevî sırra nâil olamazlar. (Çünkü onların kalpleri âmâdır.) Fakat bu sır, aşka âşina ve râm olanlar için ayın ondördü gibi aşikârdır.”

MADDEYE TAKILAN
MÂNÂYI GÖREMEZ

Alnında nûr-i Muhammedî’yi taşıyan Hazret-i Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılınca, Allah -celle celâlühû-, onu orada helâk etmedi. Şiddetli susamış bir yolcu, içinde su var sanarak kuyuya bir kova saldı. İpe tutunan Hazret-i Yusuf, kova ile birlikte yukarı çıkınca, yolcu, susuzluğunu unutuverdi. Karşısında akıllara durgunluk veren bir güzellik görerek hayret ve dehşetler içinde kaldı. Ancak gâfil yolcu, bu güzelliğin mânevî tarafını göremedi. Onun maddesine takıldı ve gâfilâne bir şekilde az bir dünyevî ücretle onu elinden çıkardı. Aynen Leylâ’lara takılı kalıp ilâhî vuslata eremeyenler gibi…

Hâlbuki: “Bir kova su bulurum.” ümit ve sevdası ile ipini kuyuya salan adamın, karşısında Hazret-i Yusuf’un güzelliğini görünce suyu da, kuyuyu da unutması, ona büyük bir fırsattı. Bu fırsatta onun, güzelliğin vurgunu olması, aşk-ı ilâhînin tecellisinde güneş altında bir mercek gibi bütün izâfî ve fânî takıntıları yakması îcap ederdi. Yazık ki o aklı kıt, dünyaya tamahkâr adam, Hazret-i Yusuf’tan elde edeceği dünyevî menfaate aldandı. Eline geçen mânevî ganîmeti hebâ etti.

Hazret-i Mevlânâ, bu hâli şu beyti ile ne güzel ifade eder:

“Dünyaya ve dış sûrete gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir?”

“Nitekim budalanın biri, kuşun gölgesini sımsıkı yakalamak istedi. Ama dalın üzerindeki kuş bile buna şaştı kaldı.”

Hâsılı gerçek muhabbette, seven ile sevilenin arasına herhangi bir gayrilik girmemeli ve gerçek âşık, mâşukuna ivazsız, garazsız ve «hasbeten lillah» (sırf Allâh’a râm olmuş) bir sevgi ile bağlı olmalıdır.

ALLÂH’A DOSTLUK SIRRI

İlâhî aşkın sembolü olan İbrahim -aleyhisselâm- mancınıkla ateşe atılacaktı. O esnada melekler imdada koştu. Başta Cebrâil -aleyhisselâm- olmak üzere hepsi de Hazret-i İbrahim’e:

“–Ne yapmamızı arzu edersin ey Halîlullah?” dediler.

İbrahim -aleyhisselâm- ise, mütevekkil ve Rabb’inden râzı bir hâl içerisinde şu cevabı verdi:

“–Dostla dostun arasına girmeyin!”

İşte bu muhabbet ve mârifet kıvamıdır ki, kulu meleklerden üstün makamlara yükseltmektedir.

Çünkü bu iki sır, yani muhabbet ve mârifet sayesinde insanoğlu, bütün çilelerin, sıkıntıların ve imtihanların üstesinden başarıyla gelebilmektedir. Zira muhabbet ve mârifet, en dayanılmaz acıları bile en tatlı bir bala dönüştüren iksir-i ilâhîdir.

Onun içindir ki, bütün peygamberler, kendilerine toplumları tarafından yapılan eziyetlere son derece rızâ hâlinde sabretmişler ve böylece nice ulaşılmaz rütbelere vâsıl olmuşlardır.

Bilhassa Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, insanların ve bütün peygamberlerin en çok çile çemberinden geçeni olmuş, fakat aynı zamanda en yüce makamlara, peygamberlerin imamı olmak makamına ve «Habîbullah» iltifatına mazhar olmuştur.

Bütün bunlar, muhabbetteki yükseklik ve derinliğin tecellîleridir. Kimde bu muhabbetten bir nebze varsa, o da Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- istikametinde yüceliklere doğru kanat açar. Fakat kimin de muhabbeti yoksa ona da ballar bile zehir tesiri gösterir.

Bu bakımdan;

GÂFİLE ÖLÜM GÖRÜNEN, ÂŞIĞA VUSLATTIR

Bütün hâdise ve hakikatlerin durumu, onları yaşayacak olan kimselerin durumlarına göre farklı farklı mahiyetlere sahiptir. Meselâ son nefes ânı, dıştan bakanlar için bir ölüm tecellîsi, ancak ârif ve âşık kimseler için ise bir vuslat ânıdır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ o ânı bir şeb-i arus, yani düğün gecesi olarak değerlendirir ve geride kalanlara vuslat neşesi içinde şu vasiyette bulunur:

“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”

“Sakın ola ki öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”

“(Fakat ben rûhumla büyük bir coşku içerisinde vuslata doğru kanat açtığımda sakın ola ki) cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) «buluşma» yani vuslat vaktimdir!”

“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «Veda, veda!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”

“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, güneşle ay batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”

“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır! (Hem de ebedî bir hayata…)”

“(Dıştan bakınca toprağın kara bağrında bir çukurdan ibaret olan şu) mezar, insana hapishane gibi, zindan gibi görünse de, orası aslında rûhun (dünyanın iptilâ ve musibetlerinden) kurtulduğu (ve huzur bulduğu) yerdir!”

“Hangi tohum toprağa atıldı, ekildi de tekrar bitmedi; vakti gelince topraktan filizlenmedi? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?”

“Hangi kova suya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusuf’u neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryât etsin?”

“Bu dünyaya ağzını yumunca, öte tarafa aç! Artık senin hayhuyun ve uğraşmaların mekânsızlık âlemindedir!”

Hazret-i Mevlânâ, bir ömür bu ruh hâli içinde yaşamış ve gerçek hayatın âhiret hayatı olduğu düstûru ile vuslat iklimine kanat açmıştır. Bu tecellîyi de şöyle ifade etmiştir:

“Ben ölü idim, dirildim; ağlamaktaydım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ebedî devlet buldum…”

İşte ilâhî aşk yolunda erilmesi gereken en yüce hâl. Aşk ile dirilmek hâli. Kulluktaki bütün maksat, Allâh’a bu hâl içerisinde secde ederek yaklaşabilmek. Bu durumda;

EN BÜYÜK İMTİHANIMIZ

Dünyada en büyük imtihanımız, muhabbet ve mârifet imtihanıdır. Bu iki imtihanı en güzel şekilde kazananlar; bütün imtihanların, çilelerin, ıstırapların, belâ ve musibetlerin üstesinden kolaylıkla gelirler. Dünyaları da âhiretleri de vuslat cennetine döner. Her zaman Hak’la beraberliğin feyzi ve bereketi ile yaşarlar. Velhâsıl;

TOHUM TOPRAKTA İNKİŞAF EDER

Bütün kitâbî ve zâhirî bilgiler, hakikatte tohumlara benzer. Tohumlar, toprağa ekilmeyip sadece ambarda kaldığında yıllar geçse de onlar yine tohumdan ibaret kalırlar. Üstelik bazen de haşerâta yem olurlar. Bunun gibi, kitâbî ve zâhirî bilgiler de yalnızca satırlarda veya raflarda kaldığında durum aynıdır. Buna mukabil toprağın bağrına ekilen tohumlar ise, vasıflarına göre inkişâf eder, fidan olup serpilir. Hattâ bazıları devâsâ çınarlar hâline gelir. Tıpkı bu şekilde gönül toprağına ekilen ilim, irfan ve ilâhî aşk tohumları da, kalpleri birer mâneviyat bahçesi hâline getirir ki, onların gerçek meyveleri, yani kemâl tecellîleri ömrün her mevsiminde tezahür eder.

Yâ Rabbî, cümlemize muhabbet ve mârifet vadisinde bu tecellîler ile yaşamayı nasip eyle! Bütün acıları lezzete, bütün elemleri safâya ve bütün seyyiâtımızı hasenâta tebdil edecek, hasretimizi yakınlığa ve fânîliğimizi ebedî vuslata dönüştürecek gerçek muhabbetler ve mârifetler ile ömrümüzü müzeyyen eyle. Bizleri ancak aşk-ı Muhammedî ile huzuruna erdir! Sev, sevdir, sevindir Allâh’ım!..

Âmîn!..