Muhabbet-i Rasûlullâh`ı Yaşamayanlar Muhabbettullâh`a Ulaşamazlar

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2010 Ay: Temmuz Sayı: 46

Efendim; üç ayların bereket dolu iklîminde yol alıyoruz. Bu huzurlu iklîmde, gönüllerimizi Allah Rasûlü’nün muhabbeti ile tezyin edebilmek için ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetinden misaller verir misiniz?

İnsanlık tarihinin fazîlet, adâlet, diğergamlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ devri olan asr-ı saâdet, baştan sona ashâb-ı kirâm’ın Peygamber Efendimiz’e olan engin muhabbet nişâneleri ile doludur. Zira mâzîleri itibarıyla cahiliye karanlığında yaşayan insanlar, feyiz ve rûhâniyet menbaı olan Âlemler Sultânı’nın gönül mektebinden aldıkları muhabbet dersiyle kemâle ererek «Ashâb-ı Kirâm» pâyesini almışlardır. Yani onlar, muhabbetin mâhiyetini bizzat Allah Rasûlü’nden telâkkî etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’den tahsîl ettikleri o muhabbet dersinin, ashâb-ı kirâmın gönlünde bıraktığı izlerse sonsuzdur. Bu hususta Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu misâli ne zirve bir örnektir:

Birgün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde:

“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etmişti.

Şu hadîs-i şerîf de bu hakîkatin diğer bir misâlidir:

“Bize iyiliği dokunan herkese, bunun karşılığını aynıyla veya daha fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ! Onun o kadar çok iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah Teâlâ verecektir. Bana Ebû Bekr’in malı kadar kimsenin malı faydalı olmamıştır. Eğer kendime bir dost edinseydim, mutlakâ Ebû Bekir’i edinirdim. (Kendini kasdederek) haberiniz olsun, arkadaşınız Allah Teâlâ’nın dostudur.” (Tirmizî, Menâkıb, 15/3661)

Nitekim Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde, yine de O’na sonsuz bir hasret içerisinde kalırdı. Bu hasreti, Rasûlullah Efendimiz’in dâr-ı bekâya irtihallerini müteakip had safhaya çıktı.

Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, babasının vefat ânındaki Hazret-i Peygambere vuslat heyecanını şöyle anlatır:

Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.

“–Pazartesi.” dedik.

“–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e en yakın olanıdır. (Yâni O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed ibn-i Hanbel, I, 8)

Yine ashâb-ı kirâmdan bazıları, Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle yanan ve vefat ânı yaklaşan âşık gönüllere, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâmlar göndermişlerdir.

Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullah âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, hem gönlündeki derin muhabbeti ve vuslat arzusunu izhar sadedinde hem de onun gönlünü hoş etmek için Rasûlullah hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-’a:

“Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bizden selâm götür!” demiştir. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ukbâ âlemini şereflendirdiği haberini aldığında Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’ın aşk ile candan söylediği şu sözler, onun gönlündeki peygamber muhabbetini ne güzel aksettirmektedir:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..”

Hatta bu sahâbî, âmâ olduktan sonra kendisini tesellî etmek için gelenlere de şöyle demiştir:

Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyânın en güzel ceylanlarının gözüne sâhip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa’d, II, 313)

Yine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bir sohbetinde Sevbân -radıyallâhu anh-, Habîbullâh’a pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Gâyet de ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?”

Sevbân -radıyallâhu anh-, bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdâlı gönlüyle şöyle dedi:

“–Anam, babam ve bu cânım sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Senin hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyâda böyle olunca âhırette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69) (Bkz. Vâhıdî, s. 168-170)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Sevbân ile birlikte ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî olan bu ve benzeri hicranlı sözlere ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk kâfilesinin yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kişi sevdiği ile beraberdir…” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)

Tabiî ki, samîmî muhabbet, itâat ve teslîmiyyet şartı ile…

Bir başka muhabbet manzarası da Uhud’dan…

Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhumâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar.[1]

İşte bu engin muhabbet ve müstesnâ gönül kıvamlarından dolayı onlar, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle medhe nâil olmuşlardır:

 “Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sâhibi olanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.” (Âl-i İmrân, 172)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezâhürü, O’na ittibâdır. Ashâb-ı kirâm’da bu hususta bizlere zirve bir örnek teşkil etmiştir.

Nitekim Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhumâ- çocukluğundan itibaren bütün bir hayâtını Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştır.

Meselâ; Efendimiz’in bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bâzen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.

Yine Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anh- bir hac esnâsında Cebel-i Rahme’nin kenarındaki bir kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda:

“Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Vedâ Haccı sonrasında bu kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu.” karşılığını verdi.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i bir gölge gibi takip etmeye çalışan bu âşık sahâbînin vefâtındaki hâli de çok ibretlidir:

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- Mekke’de âniden rahatsızlanır. Rivâyetlere göre Haccac tarafından zehirlenmiştir. Büyük ıztırap çekmektedir. Yaşlı hâliyle onu alıp bir çadıra götürürler. O esnâda ne konuşabilmekte ne de elini kolunu hareket ettirebilmektedir. Yanındakilere bir şeyler anlatmak ister. Lâkin onlar ne istediğini anlayamazlar. Çaresiz bir şekilde beklerken o esnâda çadıra Abdullah ibn-i Ömer’i yakından tanıyan biri girer. Onlar hemen o kimseye Abdullah ibn-i Ömer’in kendilerine bir şeyler anlatmak istediğini, fakat anlayamadıklarını söylerler. O kimse:

“–Siz az önce ona ne yaptınız?” diye sorar.

Onlar da:

“–Abdest aldırdık.” derler.

O kimse yine sorar:

“–Peki abdest aldırırken kulağını mesh ettiniz mi?”

“–Hayır, unuttuk!..” derler.

O zât:

“–Siz onu tanımıyor musunuz? O hayâtı boyunca Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapmaya, sakındığı her şeyden de sakınmaya çalıştı.” der.

Bunun üzerine hemen kulağının arkasını mesh ederler. Bundan sonra Abdullah ibn-i Ömer Hazretleri’nin sıkıntısı dağılır, rahatlayıp tebessüm eder ve ardından mübârek rûhunu huzur içerisinde teslîm eder.

Velhâsıl, kulu Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. Ve muhabbet-i Rasûlullâh’ı yaşamayanlar, muhabbettullâh’a ulaşamazlar.

Rabbimiz, gönüllerimize O eşsiz sultânın ism-i latîfini, nâmını ve salevâtını hiç silinmeyen bir muhabbet yazısı ile nakşeylesin… Cümlemizi O’nun sünneti üzere yaşayıp şefaat-i uzmâsına nâil olan bahtiyar kullarından eylesin…

Âmîn…


Dipnot:

[1] İbn-i Hişâm, III, 53.