Mîrâc’ın Akisleri

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Varlık Nûru, Kâinâtın Sürûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl, kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)

Müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, mü’minleri de bu yolda vesveselerle îmanlarından caydırmak istediler. Hattâ Hazret-i Ebû Bekr’e bile gittiler. Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâ­katinin şevki içinde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.

Müşrikler:

“−Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.

Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlallâh!..” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnûn kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekr’e:

“–Yâ Ebâ Bekr, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)

O günden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh- “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu.

Ashâb-ı kirâm hazarâtı da Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tasdîk ettiler.

Mü’minleri kandıramayan müşrikler, bu defâ Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkarak akıllarınca O’nu imtihan etmeye kalktılar. Beyt-i Makdis’i sordu­lar. Cenâb-ı Hak, Beyt-i Makdis’i Rasûlü’nün gözleri önüne getirdi. Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- da, sorulan suâllere Beyt-i Makdis’i seyrederek cevap verdiler. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)

Müşrikler, bu defâ da yoldaki bir kervandan ve o kervandaki bâzı husûsiyetlerden sordular:

“‒Ey Muhammed! Sen bize, bizim için Beytüʼl-Makdisʼten daha önemli olan kervanımızdan haber ver!” dediler.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Şu vâdide filân oğullarının kâfilesine rastladım. Onları bir hayvanın gizli sesi ürkütmüş, bir develeri kaçmıştı. Ben kaçan develerinin yerini onlara gösterdim.” buyurdu.

Daha sonra şöyle devam etti:

“‒Dacnân mevkiine geldiğimde filân oğullarının kervanına rastladım. İnsanlar uyuyorlardı. İçinde su bulunan bir kapları vardı, onun üzerine bir şey örtmüşlerdi. Örtüsünü açtım ve içindeki suyu içtim. Sonra üzerini yine eskisi gibi kapattım. Onların kâfilesi, şimdi Beyzâʼdan, Tenʼim yokuşundan iniyordur. Kâfilenin önünde boz erkek bir deve, devenin üzerinde de birisi siyah, birisi de alaca iki çuval vardır.”

Aldıkları cevaplarla şaşkına dönen müşrikler:

“‒Lât ve Uzzaʼya yemin olsun ki işte bu, tam bir işarettir.” dediler. “Belki son söylediği doğru çıkmaz.” dü­şüncesiyle Tenʼim yokuşuna doğru hızla gittiler. Kervanı gözlemeye başladılar. Kervan görününce:

“‒Vallâhi işte kervan geliyor! Boz deveyi de en öne sürmüşler!?” dediler.

İlk karşılaştıkları deve, kendilerine târif edildiği gibi idi. Kâfileye su kabını sordular. Onlar da kabı dolu olarak bıraktıklarını, üzerini örttüklerini, fakat sonradan örtüsünü açtıkları zaman içinde su bulamadıklarını söylediler.

Allah Rasûlüʼnün bu su içmesi mesʼelesi aynı zamanda Mîrâcʼın hem bedenen hem de rûhen birlikte tahakkuk ettiğine delâlet eden hususlardan biridir.

Kureyş müşrikleri, diğer kâfilelere de soracaklarını sordular:

“‒Doğrudur! Oʼnun bahsetmiş olduğu vâdide bir sesle irkildik ve bir devemiz de kaçtı. Bir kimse bizi devemize çağırıyordu! Deveyi Oʼnun çağırdığı yerde bulduk ve yakaladık.” dediler.

Hattâ bâzıları bu sesin sahibini de tanımışlar ve; “Bu Muhammedʼin sesidir.” demişlerdi.

Kureyş müşrikleri, kervanlarındaki develerin ve çobanların sayısına varıncaya kadar, sormadık bir şey bırakmadılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hepsinin doğru cevâbını verdi. Çünkü kervan da, o an tıpkı Mescid-i Aksâ gibi Rasûlullâhʼın gözlerinin önüne getirilmişti. Lâkin kalpleri kilitli olanlar, inatlarında devâm ederek:

“–Bu apaçık bir si­hirdir!” dediler. (İbn-i Hişâm, II, 10; İbn-i Seyyid, I, 243; Heysemî, I, 75; Beyhakî, Delâil, II, 356)

Allâh Teâlâ:

اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ

“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma husûsunda şüphe içindedirler.” (Kâf, 15) buyurmaktadır. Her şeyi yoktan var eden Allâh’ın, kulunu Mîrâc’a çıkarmasından daha kolay ne vardır ki? Bunu kabûl etmemek ancak selîm akıldan mahrûmiyetin bir göstergesidir.

Zavallı, ahmak ve bedbaht müşrikler, Mîrâc hâdisesine de inanmamışlar, yine Allâh’ın Rasûlü’nü alaya almışlardı. Artık Âlemlerin Efendisi’nin onların arasında olma nîmetini, yaptıkları yakışıksız hareketlerle tamâmen ellerinden kaçırmışlardı. Artık bu bü­yük nîmetin, kadrini bilmeyen Mekkelilerden geri alınmasının vakti gelmişti. Zîrâ onlar, şerefine yaratıl­dıkları bir Peygamber’e karşı akla hayâle gelmedik haksızlık ve nankörlükte bulunmuşlar, iyice haddi aşmışlardı.

Gerçekten, yapılacak tek şey kalmıştı: “Allâh’ın, Varlık Nûru’nu onların ara­sından çekip alması ve O’nun kadr ü kıymetini bilecek başka bir topluluğa ihsân buyur­ması!..”

Zâten Cenâb-ı Hak, Tâif yolculuğunun üzerinden fazla bir zaman geçmeden Kur’ân’a ve Rasûl’e bey’at edecek mümtaz topluluğun ilk habercilerini bir grup hâlinde Sevgili Habîbi’ne göndermişti…


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER