Mevsimlik Değil, Hayat Boyu TAKVÂ ve İSTİKAMET

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mayıs, Sayı: 243

وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ / KALPLERİ TİTRER!

“Rablerine dönecekleri için; yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61)

Bu âyetler nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, Allah Rasûlü’ne sordu:

“–Âyette zikredilenler; zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler; namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabul olup olmadığının endişesiyle korkanlardır.” (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Hazret-i Âişe’nin suâline sebebiyet veren anlayış şudur:

“İbâdetlerini yapanlar neden ürpersinler? Ürperdiklerine göre, birtakım günahlar işlemiş ve amellerinin iptal edilmesinden endişe duymuş olmalılar…”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, bu hatalı düşünceyi tashih etti. Çünkü:

AMELLER DE KABULE MUHTAÇ…

Kur’ân-ı Kerim’de Yûnus -aleyhisselâm-’ın kıssası bu bakımdan ibretlidir.

Yûnus -aleyhisselâm-, Ninova şehrine peygamber olarak gönderilmişti. Bu şehrin halkını hak ve hakikate davet etti. Onlar ise kendisini yalanladılar. Hazret-i Yûnus; son olarak onlara, Allâh’ın azâbının üç gün sonra geleceğini bildirerek, vazife mahallini terk etti. Lâkin oradan ayrılması husûsunda ilâhî vahyi beklememişti. Bu ayrılış, onun için bir zelle oldu.

Bindiği gemi fırtınaya yakalanıp batmak üzere iken, gemidekiler;

“–Bu gemide, efendisinden kaçan bir köle var! Bir suçlu var! Onu tespit edip gemiden atmadıkça kurtulamayız!” dediler. Sonunda kur’a çekerek o kişiyi tespit etme yoluna gittiler. Kur’a Yûnus -aleyhisselâm-’a çıktı ve onu denize attılar. Yûnus -aleyhisselâm-’ı büyük bir balık yuttu. Hazret-i Yûnus, balığın karnındaki karanlıklar içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:

لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ

“…Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzîh ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum!..” (el-Enbiyâ, 87)

Cenâb-ı Hak, onun bu tesbihatta bulunması hakkında şöyle buyurur:

“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (es-Saffât, 143-144)

Kalem Sûresi’nde ise şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur:

“Şayet Rabbinden ona (Yûnus’a) bir nimet (af nimeti) yetişmemiş olsaydı o; mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.” (el-Kalem, 49)

İki âyet, iki ayrı safhayı anlatmaktadır:

  • Hazret-i Yûnus’un tesbîh edip istiğfâr etmesi…
  • Cenâb-ı Hakk’ın bu tevbeyi kabul etme nimeti…

Yani bir ameli işlemek kâfî değil. Onun kabulü için de titreyen bir kalp ile ilticâ etmek zarûrî…

AYRICA

Demek ki;

Peygamberler dahî Allâh’a dâimâ tevbe ve ilticâ hâlindedir.

Mahşer meydanından haber veren hadîs-i şerifte; peygamberlerin, kendilerine şefaat için müracaat edenleri, endişe ve acziyet içerisinde Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönlendireceklerini okumaktayız. (Bkz. Ahmed, I, 4)

İsmet sıfatına sahip peygamberlerin şu duâlarında, onların da havf ve recâ arasında bulunduklarını görüyoruz:

Canı, malı ve evlâdıyla imtihandan geçerek, «Halîlullah» makamına vâsıl olan Hazret-i İbrahim; ulaştığı derecede açılan perdeler karşısında, haşyete büründü. Halîl olduğuna güvenmedi ve şöyle niyâz etti:

“İnsanların diriltileceği gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87)

Hazret-i Yûsuf şöyle niyâz etti:

“Rabbim!.. Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına ilhâk eyle!..” (Yûsuf, 101)

Geçmiş ve gelecek zelleleri dahî bağışlanan Peygamberlerin Zirvesi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e de, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde;

“Allah’tan bağışlanma dile!” (Bkz. en-Nisâ, 106; el-Mü’min, 55; Muhammed, 19; en-Nasr, 3)
emri gelmiştir.

Bu tâlimâtın, Rasûlullah Efendimiz’in, her dem bir önceki mârifetullah seviyesine istiğfâr etmesi mânâsında olduğu ifade edilmiştir.

Kezâ bu emirler, elbette Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında, bizlere yani ümmetinedir. Bize hiçbir zaman amellerimize güvenip gevşemeye düşmemek gerektiğini ihtar eden hakikatlerdir.

Amellere güvenmek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmayacağı bir ucb / kendini beğenme hâlini de ifade eder.

HİÇLİK İÇİNDEYİZ!

Bir tefekkür edelim:

Hangi âciz kul, Âlemlerin Rabbinin tam mânâsıyla hoşnut olacağı bir amel işleyebilir ki?

Sonsuz cennet ikrâmının karşısında bütün amellerimiz bir hiçtir.

Cehennem azâbının bir dokunuşundan kurtulmak mukabilinde bütün amellerimiz bir hiçtir.

Hattâ perverde olduğumuz dünya nimetlerinin şükrü bakımından bile amellerimiz bir hiçtir!

Zira nimetlerden hesaba çekileceğimiz bildirilmiştir. Peygamberimiz; ayakları şişinceye kadar kulluk etmesinin sebebi sorulduğunda;

“–Şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Tefsîru sûre [48], 2; Müslim, Münâfikîn, 81)

Dâimâ bu hiçlik içerisinde, Cenâb-ı Hakk’ın af ve inâyetine sığınmamız ve dâimâ elimizden gelen kulluğu gerçekleştirmemiz îcâb eder.

Bir gün Peygamber Efendimiz buyurdu:

“–Hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez.”

(Ebedî kurtuluşun sadece amelle kazanılamayacağı hakikati, ashâb-ı kirâmı o kadar hayrete düşürdü ki, bu hususta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir istisnâ teşkil edip etmediğini merak ederek;)

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)

MÜJDELİ HABERLER

Bazı müjdeli, bol ecir ve tam bağışlanma va‘deden şu kabîlden hadîs-i şerifleri de bu çerçevede telâkkî etmemiz lâzımdır:

“Kim fazîletine inanarak ve ecrini Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

“Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner.” (Buhârî, Hac, 4, Muhsar, 9, 10; Müslim, Hac, 438. Ayrıca bkz. Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 4; İbn-i Mâce, Menâsik, 3)

“Umre ibâdeti, daha sonraki bir umreye kadar işlenecek günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise, ancak cennettir.” (Buhârî, Umre, 1; Müslim, Hac, 437. Ayrıca bkz. Tirmizî, Hac, 88; Nesâî, Menâsik, 3, 5, 77; İbn-i Mâce, Menâsik, 3)

Misaller çoğaltılabilir.

Bu müjdeler, bu amellerin fazîletini ifade eder. Bizler bu müjdelere sevinerek koşmalıyız. Onları edâ etmeye büyük bir iştiyak göstermeliyiz. Lâkin unutmamalıyız ki;

Bütün bu müjdeler, asla şu mânâda değildir:

“Allâh’ın rızâsını kazanmak için sadece bu ameli işlemek yeter!”

Hayır! Cenâb-ı Hakk’ın emri, hayatın her safhasında O’nun bütün tâlimatlarını yerine getirmemizdir. Bütün emirlerini îfâ edip, bütün yasaklarından hassâsiyet içinde uzak durmamızdır. Kur’ân-ı Kerim’de 258 yerde takvâ emredilmektedir. Dînimizin ibâdât, muâmelât ve ukûbât sahalarında nice uyulması gereken kaideleri vardır. Ferdî, içtimâî, ailevî ve mâlî vazifelerimiz vardır.

Bunlara ilâveten kul hakları apayrı bir bahistir. Bu müjdeler, kul haklarını affettirmez. Zira bu haklar, âhirette hak sahibine sorulacaktır.

Demek ki kulluk bir bütündür. Kulluk mevsimlik değil, ömürlüktür. Sadece Ramazanlara, Hicaz ziyaretlerine mahsus bir kulluğa güvenmek, büyük bir aldanıştır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi müstakîm ol, dosdoğru ol!” (Hûd, 112)

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

Yani;

  • Bütün emirler yerine getirilecek. (İstikamet)
  • Bu vazife, son nefese kadar ömrün tamamına şâmil olacak. (Hüsn-i hâtime)

İstikametsiz, zikzaklı, iniş-çıkışlı bir kulluk hayatı, bir mü’mini bu müjdelere eriştirmez. Çünkü denilmiştir ki;

“Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.”

Şöyle ki;

Ancak kâmil bir Ramazân-ı şerif edâsı, geçmiş günahları bağışlatır…

Ancak kâmil bir hac, kişiyi annesinden doğduğu günkü gibi günahsız hâle getirir…

Ancak kâmil bir namaz, kötülükten alıkoyar…

Bizim amellerimizin bu müjdelere ne kadar mutâbık ve muvâfık olduğunu bilemiyoruz. Yine mahşer yerinde amel defterlerimizi alıncaya kadar bilemeyeceğiz.

İbâdetlerin ecir ve derecelerinin hisse hisse olduğunu şu hadîs-i şeriften de anlıyoruz:

“Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri, hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ahmed, IV, 321)

Kimi ameller ise tamamen iptal olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

YA İPTAL OLURSA!

Meselâ;

  • Riyâ, başa kakmak ve eziyet etmek, infakları iptal eder.
  • Rasûlullah Efendimiz’e hürmetsizlik, amelleri boşa çıkarır.
  • Haset, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi amellerin sevâbını tüketir.

Velhâsıl kul, hiçbir zaman ameline güvenemez.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Bkz. el-Mâide, 27)

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder…” (Müslim, Zekât, 65)

Dolayısıyla;

Kul, amelinin makbul olup olmadığından emin olamaz, dâimâ korku ve ümit arasında istikametini muhafaza etmeye gayret eder.

İşlenen amellere veya Allâh’ın geniş ve sonsuz rahmetine güvenerek; kullukta fireler vermek, birtakım gafletlere düşmek, şeytanın Allâh’ın rahmetiyle kandırması diye tarif edilir ve Kur’ân-ı
Kerim’de iki kere bu hususta îkaz gelmiştir:

وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

“…O aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!” (Lokmân, 33; Fâtır, 5)

Hazret-i Ebûbekir’in şu îkazları bu bahiste korku ve ümit dengesini ne güzel tesis etmektedir:

“Görmedin mi ki;

Allah Teâlâ cennet ehlini yaptıkları sâlih amellerin en güzeliyle zikretti ve onların kötülüklerinden geçiverdi ki bunu gören kişi;

«–Benim amelim bunların ameline nasıl ulaşabilir ki!» desin.

Yine görmüyor musun, Allah Teâlâ, cehennem ehlini, işledikleri en kötü amellerle zikretti; yaptıkları iyilikleri ise reddetti ki bunu gören kişi;

«–Ben bunlardan daha hayırlıyım!» desin.

Allah hem rahmet âyetini hem azap âyetini birlikte zikretti ki, mü’min hem rağbet (ümit) etsin, hem korksun. Böylece Allah’tan hakkın dışında bir şey temennî etmesin ve kendi elleriyle kendini helâke atmasın.” (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, 19/297)

Amellere veya Allâh’ın affına itimat edip gevşememek husûsunda en ileri nokta ise şu hakikattir:

ÎMANLA GÖÇMENİN TEMİNÂTI VAR MI?

Amellerin kabulünün ilk ve temel şartı îmandır. Îmânı son nefese kadar muhafaza edebilmenin de teminâtı yoktur. -Allah muhafaza- insan bir çatlak taşa basarak kayıp gidebilir.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin, henüz gençlik ve yiğitlik hâlinde iken beli bükülmüş ve zayıflamıştı.

“‒Ey Süfyan! Henüz ihtiyarlık zamanın gelmedi. Senin akranların iki büklüm olmamışlarken sana ne oldu ki böyle zayıf düştün?” diye sordular. Hazret şöyle buyurdu:

“–Benim bir hocam vardı. Ondan ilim okurdum. Ölüm hâlinde başucunda oturdum, ona îman telkin ettim, fakat bir netice hâsıl olmadı. Bunu gören birinin, nasıl beli bükülmesin?!.” (Bkz. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 70)

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri; talebelerinden hüsn-i hâtime için, yani îmân ile son nefesi verebilmek için duâ isterdi. Kardeşine yazdığı mektuptaki şu satırlar, beyne’l-havf ve’r-recâ husûsiyetinin tarifi gibidir:

“…Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri (lâyıkıyla) tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum. Sen ise beni kendinden daha hayırlı görüyorsun! Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümidini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır.”
(Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s: 138-139, no: 28)

Allâh’ın sâlih kullarındaki havf ve recâ tecellîleri türlü türlüdür.

Hâlid-i Bağdâdî gibi Hak dostlarında, havf / korku galip iken, Hazret-i Mevlânâ’da recâ / ümit galiptir.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, vefât edeceği güne, ilâhî aşk ve cezbe içinde; «şeb-i arûs / düğün gecesi» demiş, ölümü, Allâh’a vuslat heyecanıyla karşılamıştır.

Lâkin her iki tecellî de, beyne’l-havf ve’r-recâ / korku ve ümit muvâzenesi içindedir.

MİSÂLİ VAR!

Îmânı sonradan kaybedenler hakkında Kur’ân-ı Kerim’de iki şahıs misal verilir:

Kārûn ve Bel‘âm bin Bâûrâ…

İkisi de başlangıçta dindar kimseler iken, daha sonra hevâlarına uyarak îmanlarını kaybettiler ve hüsrana uğradılar.

Kārûn, zenginliğine mağrur olup haset ve kibir ile perişan oldu. Şımardığı malıyla yerin dibine geçirildi. (Bkz. el-Kasas, 76-82)

Bel‘âm ise ism-i âzama nâil olup, duâsı müstecâb bir âlim olmuş iken; nefsine uydu, şeytanın peşine takıldı ve sonunda enâniyeti sebebiyle Hazret-i Musa’ya tavır koydu. Nefsâniyetin galebesi hâlinde, şaşkın bir kelb gibi dilini sarkıtan bir bedbaht oldu!.. (Bkz. el-A‘râf, 175-178)

Demek ki;

Uhrevî dereceler, dünyevî apoletler gibi geri alınmaz değildir. Dünyada bir insan çalışır bir makam elde eder, tez yazar, doktora derecesi alır. Ömrünün sonuna kadar o derece ondan geri alınmaz. Bilgileri unutsa da alınmaz.

Ama uhrevî derecelerin böyle bir teminâtı yoktur. Kul; Allah Teâlâ’nın gazabını celbedecek bir kusur işlerse, bulunduğu dereceden uzaklaşır ve helâk olur!..

Diğer taraftan;

Îman son nefese kadar korunmuş olsa da;

  • Yerine getirilmeyen farzlar ve diğer vazifeler,
  • İşlenen haramlar, günahlar ve
  • Kul hakları için âhirette ağır bir hesap mü’mini beklemektedir. Afv-ı ilâhîye mazhar olamazlarsa, mü’minler de, cehenneme girecek ve hesabını veremedikleri günahları sebebiyle azap göreceklerdir.

Hiçbir mü’min, cehennem hakikatini bile bile günah işleyemez. İnsan; Allâh’ı unuttuğu, gafletin körlüğüne kapıldığı anda günah işler.

GEVŞEKLİK YOK!..

Velhâsıl kulluk vazifeleri husûsunda sırf belli dönemlerde değil, her dâim gayretli olmak îcâb eder. Gevşeklik, rehâvet, tembellik ve ihmalkârlıktan ve kazanılan ibâdet vecdini kaybetmekten, son derece sakınmak gerekir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin Amr bin Âs -radıyallâhu anhümâ-’ya şu tavsiyede bulunmuştur:

“–Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devam ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19)

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en çok sevdiği ibâdet, sahibinin devamlı yaptığı ibâdet idi. (Buhârî, Îmân, 32; Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 221)

Demek ki; Kur’ân’daki tabirle;

“İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92) tâlimâtına ibâdet hayatımızda da dâimâ dikkat etmek mecburiyetindeyiz.

Ömür boyu istikamet hâlinde bir kulluğun zarûretini bize bildiren en güzel nümûne, sahâbe-i kirâmın hâlidir.

Sahâbe içinde, aşere-i mübeşşereye dâhil olan, yani daha dünyada iken cennetle müjdelenen, «sâbikûn»dan / ilk müslümanlardan olan, Bedir ehlinden, bey‘atü’r-Rıdvân ashâbından olup Cenâb-ı Hak’tan husûsî medh u senâlara nâil olan sahâbîler bile, son nefeslerine kadar takvâ ve istikamet içerinde kalpleri titreyerek yaşadılar.

Çünkü, onlar bu medh u senâlara erişmişlerse de, aynı zamanda bazı ilâhî îkazlara da muhatap olmuşlardı.

MÜJDELER YANINDA ÎKAZLAR

Meselâ;

Uhud’da, münafıkların propagandasına kapılıp onlara kulak verenler hakkında;

هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ اَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ

“…Onlar o gün, îmandan çok, kâfirliğe yakın idiler…” (Âl-i İmrân, 167) buyuruldu.

Bu ne dehşetli bir îkazdır!

Yine bu harp esnasında; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Ayneyn Geçidi’ne yerleştirdiği okçular, -yedi kişi hâriç- ganîmet toplama derdine düşerek yerlerini terk ettiler. Bu hâdiseye âyet-i kerîmede şöyle temas edildi:

مِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۚ

  • Dünyayı isteyeniniz de vardı,
  • Âhireti isteyeniniz de vardı. (Âl-i İmrân, 152)

Yani Rabbimiz ganîmet peşine koşup, Efendimiz’in verdiği emri unutanları dünyayı isteyenler diyerek azarladı.

Yerlerinden ayrılmayıp şehîd olanları, âhireti isteyenler diyerek medh u senâ etti.

Yine Medine’de bir kıtlık zamanı, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbede iken, şehre bir kervan geldi. Kervanın çıngırak seslerini duyanlar, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hutbede bırakıp kervana koştular. Mescidde sadece 12 kişi kalmıştı. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Onlar bir ticaret veya bir eğlence görünce hemen oraya akın edip, Sen’i hutbede ayakta bırakıverdiler. De ki:

«–Allâh’ın katındaki mükâfat, ticaretten de, eğlenceden de daha hayırlıdır!» Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (el-Cum‘a, 11)

Bu da büyük bir ihtardı.

Yani sahâbî efendilerimiz, endişe edecekleri îkaz ve ihtarlara da muhatap oldular. Sadece müjdelerle avunmadılar, bu îkazlarla dâimâ son nefese kadar kulluk heyecanlarını taze tuttular.

Çünkü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en yakınlarına şöyle buyurmuştur:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

Sevgili zevcesi Hazret-i Âişe’ye şöyle buyurmuştur:

“–Üç yer vardır ki oralarda kimse kimseyi düşünmez:

Birincisi: Mîzanda ameller tartılırken, terazinin hafif mi yoksa ağır mı geldiğini öğrenmeden,

İkincisi: «… İşte buyurun kitâbımı okuyun!» (el-Hâkka, 19) deyinceye kadar amel defterleri verilirken; defterinin sağından mı, solundan mı, arkasından mı verileceğini bilmeden,

Üçüncüsü: Bir de cehennemin sırtlarına Sırat Köprüsü kurulduğunda. Köprünün iki yanında pek çok kancalar ve sert dikenler vardır. Allah Teâlâ bu kancalar vasıtasıyla mahlûkātından dilediğini yakalayıp cehenneme atar. İşte kişi bu kancalardan kurtulup kurtulamayacağını öğrenmedikçe kimseyi düşünemez.»” (Bkz. Hâkim, IV, 622/8722)

SAHÂBENİN KULLUK İSTİKRÂRI

Sahâbe efendilerimiz; hayırlı hiçbir iş için; “Vakit yok!” demediler.

Hazret-i Ebûbekir; her gün bir hizmet olarak, yetim komşularının keçilerini sağardı. Halîfe olunca, bu yetimler;

“–Onca vazifenin yükü altında, artık bize yardım edemez herhâlde!” dediler. Ancak Hazret-i Ebûbekir, hilâfetin meşgalesi arasında, o hizmetin îfâsını da terk etmedi.

Demek ki Allah Teâlâ; samimî niyetle hayır işlemek isteyenlere, zaman içinde zaman lutfetmektedir.

Hazret-i Ömer; zühd içinde yaşayıp Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ardından üçüncü olabilmenin hassâsiyetini yaşıyor, halîfelik tahsisatını artırmasını söyleyen kızına;

“–Yüküm ağır olursa, onlarından ardından gidemem!” diye endişesini dile getiriyordu. (Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125)

Gündüzleri ümmetin işleri için yorulan Halîfe, geceleri de; «Bir bîkes, bir yardıma muhtaç kimse var mıdır?» diye mes’ûliyet duygusu içinde Medine sokaklarında dolaşırdı. Hattâ böyle bir esnada, annesinin süte su kat emrine karşı çıkıp;

«–Halîfe görmüyor ama, Allah görmüyor mu?» diyen sâliha bir kızı tespit etmiş, onu evlâdıyla evlendirmiş ve bu silsileden Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- dünyaya gelmişti. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

Aynı şuurla Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-, sofradaki birkaç çeşit ikram karşısında ürperiyor ve;

“İyiliklerimizin karşılığının dünyada verilmiş olmasından, (âhirete bir şey kalmamasından) korkuyorum. (Ya âhiretteki nasibim eksiliyorsa!)” diye gözyaşlarına gark olup sofrayı terk ediyordu. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Aynı şuurla Şam orduları kumandanı Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh-;

“–Birkaç köle sahibi oldum onların hakkını veremem!” endişesiyle, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bıraktığı hâli muhafaza edemediğini düşünerek ağlıyordu. (Heysemî, X, 256)

Aynı şuurla Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, seksen küsur yaşında bir mücâhid olarak İstanbul önlerinde son nefesini şehîden verdi.

Çünkü bu sahâbî şöyle anlatır:

“Biz Mekke’nin fethinden sonra;

«–Artık bahçelerimize dönelim, yeni müslümanlar bundan sonraki vazifeleri üstlensin!» dedik.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

«Allah yolunda (malınızı ve canınızı) infâk edin de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! Bir de ihsanda bulunun! Zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195)” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Aynı şuurla Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm -radıyallâhu anh-, âmâ olduğu hâlde cihaddan geri kalmadı. Kādisiyye harplerinde sancağı taşıdı.

Aynı hassâsiyetle Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-;

“–Sen sahâbî değil misin?” diye soranlara;

“–Gerçek sahâbî âhirette Efendimiz ile beraber olandır.” diyordu. (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

EZCÜMLE

Cenâb-ı Hak bizleri, Zâtına kulluk etmemiz için yarattı. Bizler hayatın her safhasında, bir bütün hâlinde, İslâmiyet’in bütün kaidelerini yerine getirmekle mükellefiz. Bu hususta imkânlarımızın tamamından mes’ûlüz. Kulluğumuzu elimizden geldiğince îfâ etmeli, lâkin dâimâ O’nun engin rahmetine sığınmalıyız.

Hem dünyada hem de âhirette cennet rahatı içinde olmak mümkün değildir. Mü’min dünya ihtirâsını dizginlemeli ve yönünü, gerçek hayat olan âhiret saâdetine çevirmelidir.

Cenâb-ı Hak, işleyebildiğimiz sâlih amelleri nezd-i ilâhîsinde ahsen-i kabul ile makbul buyursun. Onları iptal ve zâyî edecek hatalara düşmekten bizleri masûn eylesin. His, fikir ve amellerimizi, rızâsıyla te’lif buyursun.

Âmîn!..