Mes’ûliyet

2007 – Agustos, Sayı: 258, Sayfa: 032

İnsan, yaratılanların en şereflisi ve cihânın en güzîde ziynetidir. Cenâb-ı Hak, insanoğluna diğer mahlûkâtına vermediği sayısız nîmet ve kâbiliyetler lutfetmiştir. Bu müstesnâ ihsan ve ikramlarına mukâbil, onu mes’ûliyet sâhibi bir varlık kılmıştır. Allah Teâlâ, biz kullarını imtihan etmek için, nefislerimize “fücûr” ve “takvâ” esaslarını koymuş ve bizlere bu ikisi arasında bir irâde hürriyeti bahşetmiştir. Böylece -neticesine râzı olmak şartıyla-irâdemizi hayra da şerre de yönlendirebilme husûsunda bir serbestlik lutfetmiştir.

Dünya imtihânının bir îcâbı olarak da her bir kuluna ayrı ayrı hayat şartları takdîr etmiştir. Yâni insanoğlu, toplum hayatının nizam, insicam ve huzur üzere devâmı hikmetine binâen, maddî ve mânevî bakımdan çok farklı seviyelerde yaratılmıştır. Bütün insanlara aynı istîdat, aynı meslekî kâbiliyet, aynı maddî ve mânevî özellikler verilmiş olsaydı, toplumda bir hiyerarşi kurulamaz, dolayısıyla huzurlu bir hayat nizâmı söz konusu olmazdı. Bunun içindir ki insanlar, toplum hayatında birbirini yıkayan iki el gibi birbirlerine muhtaç kılınmış ve bir bütünün parçaları gibi birbirini tamamlayan farklılıklar içinde hayat sürmeye memur edilmişlerdir. Dolayısıyla bir imtihan âlemi olan bu dünyada, insanların çok farklı imkânlara sâhip olması, hikmetsiz değildir. Bu durum, mü’minler arasında îmânî ve vicdânî bâzı hak ve mes’ûliyetler meydana getirmektedir. Allah Teâlâ, insanlar içindeki zayıf, güçsüz ve mahrum kullarına, sabredip bu imtihanın ecrine nâil olmalarını; diğer taraftan güçlü, dirâyetli, varlıklı ve kâbiliyetli kullarına da şımarmayıp şükretmelerini emretmiştir. Şükür ise, sırf dil ile yapılamaz. Asıl şükür, nîmeti ondan mahrum olanlara da ikrâm etmek sûretiyle gerçekleşir. Allah rızâsı için zayıfların dâimâ yanıbaşında bulunmak, onların mahrûmiyetlerini telâfîye çalışmak ve onların hayır duâlarını alabilmek, şükrün en güzel ifâdesidir. Hakîkaten zaman zaman kendimize sormamız gerekir ki, “–Ben sağlam ve sağlıklıyım, fakat falan şahıs niye sakat veya hasta? Ben varlıklıyım, fakat falanca niye fakir ve mahrum?” Cevap olarak kendimize demeliyiz ki: “–Allah Teâlâ onu bana emânet etti ve beni ondan mes’ûl kıldı. O hâlde elimdeki imkânları, bu imkânlardan mahrum olanlara tevzî gayreti içinde bulunmaya mecbûrum!..” Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-: “Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) Îman kardeşliğinden doğan mes’ûliyet hassâsiyeti çok mühimdir. Mü’minler birbirlerini, farklı bedenlerde olsalar da tek yürek hâlinde yaşayan bir vücûdun uzuvları gibi telâkkî etmeye mecburdurlar. Bir uzvun acısını bütün bir vücut hissettiği gibi, din kardeşlerinin ıztırâbını duymak, bütün mü’minler için bir vicdan imtihânıdır. Târihimizdeki şu misal, ne kadar rakik bir mü’min gönlünü sergilemektedir: Osmanlı sultanlarından 1. Abdülhamid Hân, Özi Kalesi elden çıkıp masum ahâlîsi kılıçtan geçirildiğinde: “–Eyvah! Asker evlâtlarım ve mâsûm ahâlim parçalandı!” diyerek teessüründen felç olmuş ve bu acıya dayanamayıp vefât etmiştir. Bu hâl, ne derin bir mes’ûliyet hissinin tezâhürüdür! Koca bir cihan sultânına, hayatına mâl olacak derecede “âhh!” çektiren ve kalbini elemle eriten îman hassâsiyeti ne muhteşemdir. İşte bu îman hassâsiyeti kaybolduğu zaman, din kardeşliğinin hukûkuna riâyet edilmemiş ve dolayısıyla da mes’ûliyetler ihlâl edilmiş olur. Mü’minler bu şuur içinde, birbirlerini sevmeyi ve birbirlerine hizmet etmeyi, birbirlerini kollayıp gözetmeyi, rızâ-yı ilâhîye nâiliyet için vazîfe bilmelidirler. Yine mü’minler, iyilik ve duâda dâimâ birbirlerine muhtaçtırlar. Zayıf ve muzdarip mü’minler, güçlü ve varlıklı mü’minlerin iyiliklerine muhtaç, imkân sâhibi mü’minler de zayıf ve mahrumların hayır duâlarına muhtaçtırlar. Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel dile getirir: “Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, ikram ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.” Diğer taraftan, hayatı çeşitli sıkıntılar içinde yaşayan kimseler de başlarına gelen ezâ ve cefâları bir cezâ olarak telâkkî etmemelidirler. Bunların, ilâhî imtihan muktezâsı olduğunu bilmelidirler. Her hâlükârda sabredip hamd ederek, bunun ecrine tâlip olmalıdırlar. Bunun içindir ki; şükreden zenginler ile sabreden fakirler, ilâhî rızâya nâiliyet bakımından müsâvîdirler. Aralarındaki tek fark, birinin yoklukla, diğerininse varlıkla imtihan edilmesidir. Cenâb-ı Hak buna bir misal olmak üzere, Hazret-i Süleyman ile Hazret-i Eyyûb’un hâlini bildirir.

Nâmütenâhî varlık sahibi kılınan Süleyman

-aleyhisselâm- hiçbir zaman mağrur olmamış, dünyâ nîmetleri aslâ kalbini işgâl etmemiş, nîmetlerin asıl sâhibi olan Allâh’a dâimâ şükür hâlinde bulunmuştur. Bu güzel hâli sebebiyle de Cenâb-ı Hakk’ın; “• •” “ne güzel kul”1 iltifâtına mazhar olmuştur.

Öte yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselâm- da, bu imtihânı kendisine takdîr edenin, Allah Teâlâ olduğunu düşünerek dâimâ hâline rızâ göstermiş, hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Eyyûb -aleyhisselâm- da bu rızâ ve teslîmiyeti ile Rabbimiz’in tıpkı Süleyman -aleyhisselâm-’a buyurduğu gibi;

“ • •” “ne güzel kul”2 iltifâtına nâil olmuştur.

Dolayısıyla kulun ne sûrette imtihan edildiği değil, imtihânına ne şekilde cevap verdiği mühimdir. Bu yüzden gerçek bir mü’min, irâdesini her şeyden önce Allah’tan râzı olmak istikâmetinde kullanmalıdır. Bu hissi kökleştirmek için de, mânevî hususlarda kendisinden daha fazîletli olanlara bakıp onları kendisine misâl almalı; buna mukâbil maddî hususlarda kendisinden aşağıdakilere bakıp şükrünü artırmalıdır. Bizzat Cenâb-ı Hak tarafından takdîr edilmiş mahrûmiyetlerden şikâyet etmemeli, dünyâ ve ukbâyı bir bütün olarak düşünüp bunun, ebedî âlemdeki mes’ûliyetini azaltacağı düşüncesiyle tesellî bulmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kulları içinde çok nîmet lutfettiği kimselere çok, az nîmet lutfettiği kimselere de az hesap soracaktır. Yâni bu dünyada nâil olunan nîmetler nisbetinde âhirette hesap vardır. İlâhî adâlet, bu şekilde tezâhür edecektir. Bu itibarla, meselâ Afrika’da dünyâya gelmiş, ibtidâî kavimlere mensup bir insanın veya gâfil bir toplum içinde yaşayan birinin, dînî hakîkatleri kabul husûsundaki mes’ûliyeti, şartları onunla kıyaslanamayacak derecede müsâit olan bir başka dindar ve medenî ülkedeki insanla bir ve aynı olamaz. Dolayısıyla kula lutfedilen bütün nîmetler, onun mes’ûliyet hudutlarını tâyin eden ve mükellefiyet nisâbını belirleyen unsurlardır. Âyet-i kerîmede:

“Allah hiç kimseyi gücünün yetmediğinden mükellef kılmaz…” (el-Bakara, 286) buyrulur.

Demek ki Allah ne kadar güç ve imkân verdiyse o kadar mes’ûl tutar. Âyet-i kerîmenin mefhûm-ı muhâlifince3, bir kul, gücünün yettiklerini îfâ etmez ise, bundan da mes’ûl olur. Yâni muktedir olup da yapamadığımız iyilikler ve meselâ hakkı ve hayrı tavsiye edip zulüm ve şerden sakındırmak gibi hizmetlerden dolayı da âhirette hesâba çekileceğimizi dikkate almak mecbûriyetindeyiz.

Bu noktada biz mü’minler için çok mühim bir mesele ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; zekât gibi maddî bir mükellefiyetin nisâbını, yâni ne miktarda verdiğimizde mes’ûliyetinden kurtulacağımızı tespit etmek kolaydır. Lâkin Allâh’ın kuluna lutfettiği maddî-mânevî bütün nîmetler de, o kulda bir mes’ûliyet nisâbı meydana getirir ki, bunun miktarını tâyin etmek çok zordur. Meselâ Allah yolunda gayret etmek, bütün insanlara Cenâb-ı Hakk’ın yüklediği bir borçtur. Lâkin zekâttakinin zıddına, bunun ne nisâbı ne de nisbeti bellidir.

Kimi insan, az nîmete nâil olduğundan, onun mes’ûliyetinin nisâbı -faraza- bir “bardak” hacmi kadardır. Hâlbuki kimi insanın mes’ûliyet nisâbı,

-faraza- bir “kazan” gibi geniş bir hacme sahiptir. Yâni üzerimizde ilâhî takdirle meydana gelen nasipler, bizi farklı nisaplarla mükellef kılmıştır. Elinde kazan olan, onun dibinde bir bardaklık su götürürse, kazanı boş götürmüş olur. Nasıl ki yüz milyar zekât borcu olan bir adam, on milyar ödemekle bu borçtan kurtulamazsa, diğer nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetler de aynen böyledir. Bu bakımdan üzerimizdeki nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetin nisâbını tam olarak bilmemiz mümkün olmadığından, yapmış olduğumuz namaz-niyaz ve hayır-hasenâta aslâ güvenmememiz îcâb eder. Zîrâ mes’ûliyet kabımızın istiâbı belki çok daha büyüktür de, yaptığımız sâlih ameller o kabın içerisinde kaybolup gidiyordur. Devr-i saâdette buna dâir pek çok misal yaşanmıştır. Bir bedevî gelip; yalnız farzları yapacağını söylemiş, Efendimiz de onun hakkında; “–Eğer sözüne sahip çıkarsa kurtuldu.” buyurmuştur.4 Çünkü o şahsın kabı bir bardaklıktır. Buna mukabil, Allah Rasûlü, fazîlet ehli güzîde sahâbîlerden biri olan Muâz -radıyallâhu anh-’a her seferinde; “Bu da kâfî değil!” diyerek üst üste pek çok tavsiyelerde bulunmuş, en son olarak da: “–Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” buyurmuştur. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Evet, bildir yâ Rasûlallâh!” deyince Peygamber Efendimiz dilini tutmuş ve: “–Dilini koru!” buyurmuştur. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Biz konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” diye sorunca Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Allah iyiliğini versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurmuştur.5 Velhâsıl mes’ûliyet hacmi bakımından, kimin elinde kazan, kimin elinde bardak olduğunu bilemeyiz. Zâten nefsimiz de bunu bilmemizi istemez. Çünkü belki kazanımız vardır da; “Benim bardağım var, bu kadar su bana yeter, yâni bu kadar amelim beni kurtarır!” diye kendimizi avutuyoruzdur. Nice kazan sahibi, kendisini bardak sahipleriyle kıyaslayıp; “Ben kabımı doldurdum!” zannetmektedir. Birçok kimse de, Akdeniz’le Marmara Denizi’ni mukâyese etmek gibi bir gaflet içerisinde, kendini toplumla kıyaslayarak vicdânını tesellî etmektedir.

Hâlbuki Allâh’ın topluma verdiği nîmetlerle şahıslara verdiği nîmetler ayrı ayrıdır. Bunun için hiçbir zaman Allah yolunda yaptığımız hizmetleri kâfî görmemeli, yapabileceğimiz hizmetlerin nihâyetine erdiğimizi de düşünmemeliyiz. Nâil olduğumuz nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetten kurtulabilmek için, son nefesimize kadar var gücümüzle gayret etmeliyiz.

Ayrıca çeşitli mahrûmiyetler sebebiyle kendimizi Allah yolunda gayretten muaf görme gafletinden de sakınmalıyız. Bu hususta fedâkâr sahâbîlerin hâli ne güzel bir numûnedir: Sahâbeden Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- âmâ olduğu için seferden muaf tutulmuş olmasına rağmen “Ben de sancağı taşırım.” diyerek Kadisiye Seferi’ne katılmıştı. Tebük Seferi esnâsında da fakir bir sahâbî, binek bulamadığı için seferden muaf tutulduğu hâlde, savaş kazanılır da gâzî olursa alacağı ganimeti bağışlama karşılığında bir süvârinin bineğine ortak olmuş, yine de o seferden geri kalmamıştı. Zîrâ o mübârek sahâbîler çok iyi biliyorlardı ki, bir hayrı işleyebilmek için çekilen çileler ve yapılan fedâkârlıklar, onun ecrinin katlanarak artmasına vesîle olmaktadır. Allah rızâsı arayışıyla yapılan bütün samîmî hizmetler, kalbî olgunluğun bir tezâhürüdür, Rabbimiz’e yakınlık vesîlesidir. O hâlde; hastalık, sakatlık, fakirlik ve benzeri mahrûmiyetler içinde bile bulunsak; “Nasıl olsa ben mâzurum…” diyerek bir kenara çekilmek yerine, bu yoldaki fânî engelleri bertarâf ederek Allâh’ın dînine hizmet için elimizden gelen her hayrı îfâya çalışmalıyız. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) Kendinizi Tehlikeye Atmayın!.. Emevîler devrinde, Allah Rasûlü’nün fetih müjdesine nâil olmak isteyen İslâm ordusu, İstanbul önlerine gelmişti. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören bir İslâm askeri; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde: “–Lâ ilâhe illâllâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine; «Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zîrâ Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu. Âyet-i kerîmede buyrulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.”

İşte bu ilâhî îkâza bütün samîmiyetiyle ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de, kulluk mes’ûliyetinin hakkını verebilme endişesi içerisinde, hiçbir zaman amellerini yeterli görmemiş ve Allah yolunda hizmetten geri kalmamıştır. Îman heyecanıyla seksen küsur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnâsında vefât ederek şehidlik mertebesine nâil olmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972) İslâm târihine iki buçuk senelik hilâfetiyle en büyük imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz de, dâimâ bir vicdan muhâsebesi içinde bulunurdu. Hanımının kendisini tesellî sadedinde söylediği sözlerine mukâbil: “–Ey Fâtıma! Yarın hesap gününde Rabbim beni mes’ûl olduğum insanlardan dolayı sorguya çekerse, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!” der ve sanki suya düşmüş yaralı bir kuşun çırpınışı gibi hâlden hâle girerdi… Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99)

“Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8)

Âyet-i kerîmeler mûcibince ömrümüzün sonuna kadar, devamlı artan bir hizmet aşkı içinde gayret etmeliyiz. Bu hususta da Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ı örnek almalıyız. O, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri sabahlara kadar gözyaşları içinde namaz kılar, istiğfâr ederdi. Mescid yapılırken mübârek sırtında taş taşırdı. Arâziye çıktıklarında yemek pişirilmesi için odun toplardı. Bedir Harbi’ne gidilirken de üç sahâbî ile nöbetleşe deveye bindi. Sahâbîler, kendi haklarını ısrarla O’na ikrâm etmek istediler. Fakat O, bunu kabul etmedi ve: “–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422) Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına lutfettiği kâbiliyet ve imkânların nisâbını tâyin etmek mümkün olmadığından, son nefesimize kadar, tâkatimiz nisbetinde kendimizi Hak yolunda hizmete adamak durumundayız. a Öte yandan îman nîmetinin doğurduğu şükür borcumuzun en güzel îfâ ediliş şekli, îmandan mahrumlara veya günahkâr insanlara, yumuşak bir lisan ve İslâm’ın güler yüzüyle yapılacak olan tebliğ ve irşadlardır. Fakat şuna da dikkat etmek gerekir ki, günahkâr insanlar, yaralı bir kuş gibidirler. Onlara fayda verecek olan, öfke değil, merhamettir. Yâni günâha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak îcâb eder. Böyle nezih ve derin bir duygu ise -daha ziyâde- tasavvufu lâyıkıyla hazmetmiş muhitlerin müsâmahakâr iklîminde elde edilebilir. Günümüzde pek çok insan, dînen irâde zaaflarıyla mâlul olduğundan, toplum içinde hastâne koridorlarında dolaşan bir doktor hissiyâtı içinde bulunmamız gerekmektedir. Nasıl ki bir doktorun hastaya tedâvî çâreleri sunması, onun insânî ve vicdânî mes’ûliyeti ise, mânevî hastalıklara müptelâ insanlar karşısında biz de irşad mes’ûliyeti taşımak mecbûriyetindeyiz. Nitekim Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Din, nasihattir.” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 42) Ve nasîhatin mükerrerliğinin lüzûmuna işâret etmek için de bu sözü üç kere tekrarlamıştır. Ameline Güvenme!.. Kulun hiçbir ameli, kendisine lutfedilmiş olan nîmetlerin şükür borcunu tam olarak ödemeye kâfî gelmez. Bunun içindir ki, sâlih ve ârif kullar ve hattâ peygamberler dahî, yalnız amellerinin mukâbilinde değil, onlara ilâveten Allâh’ın af ve merhametiyle muhâsebe olunmayı arzu ederler. Nitekim birgün Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâbını ifrat ve tefritten uzak, muvâzeneli bir kulluk hayatı yaşamaya dâvet ederek: “–Orta yolu tutunuz, (Kitap ve Sünnet’in istikâmeti üzere) dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Sahâbîler: “–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Bir adam, doğduğu günden, yaşlanıp öldüğü güne kadar Allah rızâsı için ve tâat niyetiyle alnını yerden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de kıyâmet günü amellerini az görür.” (Ahmed, c. IV, s. 185)

Yâni böyle âbid bir mü’min bile amellerinin kurtuluşuna kâfî gelmeyeceğini anlar. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-de geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı hâlde yine de: “Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) niyâzında bulunarak insanoğlunun bu husustaki mutlak aczini beyân etmiştir. Dolayısıyla bizlere düşen, hiçbir zaman gayreti elden bırakmamakla birlikte, amellerimizle kendimizi tesellî etmeyip Allah’tan af ve kerem dilemektir. Velhâsıl, insanların fânî lezzetler ve nefsânî arzular kıskacında rûhî buhranların girdabında helâk olduğu günümüzde, üzerimizdeki ilâhî mes’ûliyetlerin daha da ağırlaşmış olduğu muhakkaktır. Rabbimiz, üzerimizdeki mes’ûliyetlerin gerekli kıldığı ölçüde gayret gösterebilmemizi nasîb eylesin! Kusur ve noksanlarımızı bağışlayıp cümlemizi cennet ve cemâliyle müşerref kılsın… Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Sâd Sûresi, 30. âyet. 2) Bkz. Sâd Sûresi, 44. âyet. 3) Mefhûm-ı muhâlif: Bir sözün zıddından çıkan mânâ. 4) Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Buhârî, Îmân 34, Savm 1, Şehâdât 26; Müslim, Îmân 8, 9. 5) Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Tirmizî, Îman, 8; İbn-i Mâce, Fiten, 12.