Mescidlerden Cennet Köşklerine

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Kasım Sayı: 33

Kıyâmet günü, o zor, o çetin, o hiçbir gölgenin olmadığı hararetli günde Arş’ın gölgesi altında bulunanlardan olabilmek için yüreklerin mescide asılı olması, yani cemaate devam etmek zarurîdir…

EN GÜZEL HASLET: KULLUK

Cenâb-ı Hak, bizlere meccânen sonsuz nimetler bahşetmiş; «Sayamazsınız!» buyurmuştur. Mukabilinde bizden tek arzusu, güzel bir kul olmamız, onun sonsuz nimetlerine nankörlük etmememiz. Üstelik O’nun bu arzusu da, hakikatte kendi ihtiyacı için değil yine bizlere olan merhametinden dolayı bizim ihtiyaç ve istifademiz, neticede Âdem -aleyhisselâm-’ın yaratıldığı cennet nimetlerine nâil olabilmemiz içindir.

Bu çerçevede;

Kulluk; hamd, şükür ve zikir ile nefeslerimizin yıkanması ve her ahvâlde Allah rızâsının aranmasıdır.

Kulluk, hayatın med-cezirleri içinde Hâlık’a teslimiyettir.

Kulluk, gönül âlemimizin nûranîleşmesi, irfanı elde edebilme neticesinde nimetleri idraktir.

Kulluk, dünya ve ukbâ hayatımızın saadet, huzur ve sürûrudur…

Kulluk, Hakk’a mîrac etmeye en büyük fırsat ve insanoğluna verilen en büyük saltanattır. İnsanın, kulluktan daha büyük bir saltanatı hiçbir zaman olmamıştır. Bu bakımdan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, «Kul Peygamber» olarak enbiyâ sultanı olmuştur.

Hazret-i Mevlânâ, kulluk hususunda ayrı bir şevk ve heyecan ile Cenâb-ı Hakk’a şöyle iltica eder:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum…”

“Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım. Ve ben başımı önüme eğdim…”

“Her köle âzad edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim…”

Bu coşkunun sırrı ise şu âyet-i kerîmedir:

 

“Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler, diye yarattım!” (Zâriyât, 56)

Dolayısıyla kulluk, peygamberlerin en birinci hasleti, en temel vazifeleri olmuştur.

Kulluk bu kadar mühim olduğundan dolayı, toplu ibadetlerde ihtiyaç olan kulluk mekânları, mescidler ve camileri Cenâb-ı Hak, bizzat kendine izafe etmiştir. Beytullah / Allâh’ın evi, mesâcidullah / Allâh’ın mescidleri gibi ifadeler bunun en güzel örneğidir. Ancak kullarına hem bir şeref olması hem de bir îman tezahürü olması bakımından Rabbimiz ibadethanelerin îmarını mü’minlere lütfetmiştir. Çünkü;

HER MESCİD BİR CENNET KÖŞKÜ

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bir mescid inşa ederse Cenâb-ı Hak ona cennette bir köşk ihsan eder.” (Müslim, Mesâcid 25)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îman eden, namazını dosdoğru kılan, zekâtını veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler îmar eder. Umulur ki bunlar hidayete erenlerdendir.” (Tevbe, 18)

Cenâb-ı Hakk’ın, mescidlere bu derece ehemmiyet vermesi dolayısıyla Müslüman toplumunda onların yeri çok mühimdir. Nitekim Kuba Mescidi ve Ravza-i Mutahhara yapılırken bizzat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de taş taşımıştır. O şevkle ki;

Mescid-i Nebevî yapılırken kendisine:

“Yâ Rasûlâllah! Siz taşımayın, biz kâfîyiz, biz taşırız.” diyen bir sahâbîye şöyle buyurmuştur:

“Sen ey kişi! Taş taşımaya devam et. Zira Allâh’a sen Ben’den daha çok muhtaç değilsin.” Yani Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Efendimiz; “Ben Allâh’a senden daha çok muhtacım.” buyurdu. (İbn Hişâm, I, 496)

Mescid inşası, insanlıkla başlar ve peygamberlerin en şerefli vazifelerinden biridir. Cenâb-ı Hak, ilk mescidi Âdem -aleyhisselâm-’a inşa ettirmiştir ki, o da Kâbe’dir. Asırlar sonra İbrahim -aleyhisselâm-, Kâbe’yi, oğlu İsmail -aleyhisselâm- ile birlikte tekrar inşa etmiştir. Hükümdar bir peygamber olan Süleyman -aleyhisselâm- da meşhur Beyt-i Makdis’i îmar etmiştir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise; «metâf-ı kudsiyân, bûsegâh-ı enbiyâ», yani meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübarek bir makam olan Ravza-i Mutahhara’yı bina etmiştir.

Dolayısıyla mescid inşa etmek, peygamberlerin sünneti. Buradan kullara gelen mesaj, Allâh’ın mescidlerini inşa ve ihya.

Bu gerçeği en güzel şekilde kavrayan dedelerimizden bugün bize ne büyük miraslar kaldı;

ÇİL ÇİL KUBBELER ve KALEM MİNARELER

Ecdadımızın, fethedip gittikleri yerlerde ilk önce kurdukları yerler mescidlerdir. O bahtiyar insanları ve yaptıkları bu büyük hizmeti, Necip Fazıl «ardında çil çil kubbeler serpen ordu» ifadesiyle anlatır. Bir diğer şair de kalem gibi minarelere dikkat çekerek şöyle der:

Kubbemizde biz minâre adında,

Allah Allah diyen kalem dikmişiz!

Muhammed yazıp da gül kanadında,

Sıfât-ı Elif’e alem dikmişiz!.. [Seyrî]

Osmanlı’nın hükümran olduğu bütün topraklarda bu ifadelerin canlı numûneleri yüzyıllardır devam etmektedir. O çil çil kubbelerde ve kalem gibi minarelerde asırlardır okunan ezan sesleri, hiç şüphesiz ki onları inşa ve ihya eden ecdadın îman ve vecdlerine ebediyyen şahâdet edecektir.

Hiç şüphesiz ki ecdadın muhteşem ihlâsı ve rûhânî duyguları, geometriye de ihtişamla aksetmiştir. Nitekim Sultanahmet, Süleymaniye ve Selimiye, âdeta yalvaran bir el misali semaya açılmış minareleriyle dua hâlindeki insan siluetleri gibidir.

Herkes hissetmiştir; Süleymaniye’de kılınan bir namazın ayrı bir tesiri vardır. Zira o muhteşem mabed yapılırken her taşı abdestle konulmuştur. Kanunî Sultan Süleyman, herkesten helâllik istemiştir. Hayvan haklarına bile azamî dikkat gösterilmiştir. Onlar yorgun ve aç vaziyette asla çalıştırılmamıştır. Hâsılı helâl para ile ve hak-hukuka dikkat edilerek yapılan mabedin feyzi de bambaşka olmuştur.

Çünkü takvâ temeli üzerine kurulan mescidlere Cenâb-ı Hak, müstesna bir bereket ve ömür bahşetmektedir. İslâm’ın ilk mescidi olan ve bizzat Hazret-i Peygamber’in mübarek elleriyle temeli atılan Kuba Mescidi hakkında âyet-i kerîmede buyurulur:

“…(Medîne’ye hicretin) ilk gününden takvâ üzerine kurulan Mescid…” (Tevbe, 108)

Gerçekten de ihlâsla yapılan mescidler ve içlerinde kılınan namazlar, bilhassa sâlih kulların namazları, o mekânları apayrı bir rûhâniyet merkezi hâline getirir. Ecdadımızın bu kıvamda tesis ettiği tarihî camilerimizi, bugün kafile kafile turistler niçin ziyaret ediyorlar? Sadece mimarî yapıyı görmek için mi? Hayır. Onlar mimarî haşmetin yanında o mabedlerin mânevî havasından ferahlık almak bakımından da ziyarete koşuyorlar. Yani yaşadıkları boğucu, maddeye râm olmuş hayatlarının kendilerine verdiği sıkletleri oralarda atmaya çalışıyorlar. Mabedlerimizin rûhânî havasında ruhlarını dinlendiriyorlar.

Mabed denince işte böylesine ulvî bir kıvamda nice âbide eserlere tuğra çeken ecdadımız, bu yolda en küçük bir hizmetin bile ne büyük ecirler barındırdığını fark etmiş ve ona göre gayret göstermişlerdir. Onlar bilirlerdi ki, mescid inşasında bir tek taş bile taşımak;

BÜYÜK MÜKÂFAT SEBEBİ…

I. Ahmed Han, Sultanahmet Camii’nin temelini attırırken, ilk harcı, talebesi olduğu Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nden teberrük olarak istirham etmiştir. Kendisi de fırsat buldukça tebdîl-i kıyafet ederek caminin inşasında çalışmıştır.

Bu peygamber âşığı padişahın vefatı, çok genç yaşta, 28 yaşındadır. Vefatından bir müddet sonra kızı, onu rüyasında görür. I. Ahmed Hazretleri çok güzel bir mevkidedir. Kızı sorar:

“–Babacığım! Allah sana benim bildiğim güzel meziyetlerinden dolayı mı bu büyük mükâfatı verdi?”

I. Ahmed Han der ki:

“–Hayır kızım. Kastettiğin meziyetlerden değil. Şundan ki; ben fırsat buldukça yaptırdığım caminin inşaatına çoğu kere tebdîl-i kıyafetle gelirdim. Orada hizmet eder, taş taşırdım. Allah bana bu sebeple bu büyük mükâfatı verdi.”

Bir tasavvur edelim;

I. Ahmed Han için, o camiyi yaptırmak, taş taşımaktan daha kolaydır. O zaman topraklar 24 milyon kilometre kareydi. I. Ahmed Han da, bütün kralların önünde eğildiği bir padişahtı. O zamanlar Osmanlı ordusu bir mağlûbiyet görmemişti. Buna rağmen o büyük sultan, mağrur bir sıfatta değil, bir derviş mahviyeti içinde hizmet şuuru ile yaşamış, mühim veya basit demeden her şeyde Allah rızâsını aramıştı. Nitekim kızına; «Camiyi yaptırmaktan ziyade, burada taş taşımamdan dolayı Cenâb-ı Hak bana bu büyük mükâfatı verdi.» ifadesi, onun ilâhî rızâ için amel-i sâlihleri nasıl bir heyecan ve vecd içinde îfâ ettiğini ve bu yolda bedenî ve malî imkânlarını nasıl sarf ettiğini göstermektedir.

Yani padişah, kolay verebileceği imkânın yanında zor verebileceği imkânı (bedenle hizmet ve az zamanını) da Allah yolunda seferber etmiştir. Kimine göre dar olan az imkânların verilebilmesi zordur. Ancak bu zorluğu yenerek Allah yolunda seferber olanların âkıbeti sonsuz kolaylıktır. Bu sırrı idrak içinde kâmil hâle gelen ashâb-ı kirâmın hayatları nice âbide misallerle doludur.

Nitekim Yermuk Harbi’nde son nefeslerini şehîden vermek üzere olan üç sahâbî, kendilerine ikram edilen suyu birbirlerine gönderdi. Böylece üçü de o suyu içemeden şehid oldu. Sonunda bir bardak su ortada kaldı. Hakikatte onlar, sonsuz vuslat şerbetini içmişti. Yani onların can boğazda iken, o dar anlarında dahî suyu birbirlerine infak etmeleri, kendileri için ebedî kevsere dönüşmüştü. Çünkü o anda o bir bardak infak, belki de yüzlerce kese altın infakından daha değerliydi. Bu gerçeği şu hadîs-i şerif ne güzel açıklamaktadır:

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram:

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Bu itibarla infak bahsinde hiç kimse imkân darlığından dem vurmamalıdır. İmkânı geniş olanlar da, bu imkânlarıyla beraber dar imkânlarını, yani zamanlarını ve bedenî güçlerini infak edebilmelidirler. Bilhassa mescidlerin îmarında.

HİÇ OLMAZSA…

Mescidlere hizmet bakımından Meymûne -radıyallâhu anhâ-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bize Beytü’l-Makdis hakkında tavsiyelerde bulunun.” diyor. O devirde Mekke-i Mükerreme ile Beytü’l-Makdis arasındaki 2000 kilometrelik mesafe günlerce sürmektedir. Efendimiz buyuruyor ki:

Oraya gidin, onun içinde bir namaz kılın.”

Sonra müşkilât ve imkânsızlıklar sebebiyle ekliyor:

“Gidip içinde namaz kılamıyorsanız, oraya hiç olmazsa kandillerde yanacak zeytinyağı gönderin.”(Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Salât, 14)

Bu ve benzeri mabed hizmetlerinde Allâh Rasûlü’nden daima vârid olan davranış şuydu;

NEBEVÎ ALÂKA VE İLTİFAT…

Ashâb-ı kiramdan Temim Dârî -radıyallâhu anh- Şam’dan gelirken yanında kandil, yağ, ip ve fitil getirmişti. Bunlarla Mescid-i Nebevî’yi aydınlattı. Buna çok sevinen Efendimiz:

“İslâm’ı aydınlattın. Allah da seni dünya ve âhirette nurlandırsın.” buyurdu. (İbn Hacer, el-İsabe, II, 18)

Mescidlere hizmetle alâkalı hikmet dolu bir başka rivayet:

Mesciddeki kumları temizleyen siyahî bir hanım vardı. Bir gün Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kadıncağızı mescidde göremeyince sordu:

“Burada mescidi temizleyen siyahî bir kadıncağız vardı. Nerededir?”

Dediler ki:

“Yâ Rasûlâllah, o vefat etti.”

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- mahzunlaştı:

“Keşke bana haber verseydiniz.” dedi.

Sonra kadıncağızın mezarını sordu. Ziyaretine gitti ve kabri başında ona dua etti.

Bu dâsitânî örneklerle yetişen Osmanlı toplumunun bahtiyar validelerinden olan Hatice Turhan Sultan, temeli atılan Yeni Cami’nin inşasını tamamlatıp ibadete açtı. Bunun yanında mektep, medrese, imâret, kütüphane ve çeşme hayratları yaptı. Ayrıca kandil ve Ramazan gecelerinde bazı çeşmelerden bal şerbeti akıtılması ve namazdan çıkan cemaate ikram edilmesini caminin vakfiyesine koydu. Balın kalitesini dahî vakfiyede tescil ettirdi. O zamanın en vasıflı balı, Trabzon balı idi. Vakfiyedeki balın kalitesi hakkındaki ayrıntı şu şekildedir:

“Trabzon balından gayrı bal alınmayıp her ne kadar pahalı olursa olsun yine Trabzon balı alına! Her kapı için 33 okkalık baldan şerbet yapıla! Senelik sarfiyat için otuz bin okka bal temin edile!”

Camiler hususundaki bu ihlâslı gayretler, Allâh’a hürmet ve tazime vesiledir. Dolayısıyla büyük olsun küçük olsun her mescid ve cami için bu ve benzeri hizmetlerin şeref ve değeri çok büyüktür.

Hâsıl-ı kelâm unutmamalı ki bütün mescidler/camiler, hakikatte Kâbe’den birer şubedir. Bu bakımdan hepsi de beytullah, yani Allâh’ın evidir. Dolayısıyla onların îmar ve ihyası, ayrı bir ehemmiyet taşır.

Ancak burada şu hususu vurgulamak gerekir:

Camiler, mekân itibarıyla semaya kadar da yer altına kadar da camidir. Bu gerçeği görmezden gelerek cami altlarını o mâneviyat ve rûhaniyet makamına uyan-uymayan bir alışveriş merkezi hâline getirmek son derecede yanlıştır. Çünkü cami altının da caminin kendisinden bir farkı yoktur. Ecdat buna son derecede riayet etmiş ve camiye gelir olarak yapılan dükkânları cami dışında tesis etmiştir. Bu hassasiyeti göz ardı etmek, büyük bir vebaldir. Gerek rastgele her şeyin satılması, gerekse kira meselesindeki ihlaller, ağır bir âhiret hesabıdır. Hâsılı cami altları, ancak Kur’ân hizmetleri ve Cuma ile bayram günlerinde namaz için değerlendirilirse, maksadına uygun kullanılmış olur.

 Bu şuur ve hassasiyet, bütün mü’minlerin mescidler hakkında riayet etmesi gereken mühim âdâb ve mes’ûliyetlerdendir.

Dolayısıyla mescidlerin zahirî îmarı yanında asıl gerçekleştirilecek îmar;

MÂNEVÎ ÎMAR…

Eğer mânevî îmarı olmazsa mescidler, sadece bir geometri olarak kalır. Ecdadımız Osmanlı, fethettiği beldeleri her biri birer sanat harikası olan mescidlerle donatırken o ibadetgâhların asıl tezyinini ve güzelliğini de mânevî îmarla, yani dolu dolu bir cemaat ile temin ediyordu. Şimdi bizim de her şeyden önce vazifemiz, o mescidleri aynı şekilde cemaatle ihya edebilmektir. Bugün en büyük mes’ûliyetlerimizden biri de budur.

Zaten mescidlerin zahirî îmarından bütün gaye de, böylesi bir mânevî îmar için değil midir? Bu istikamette gayrete son derecede ehemmiyet veren -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, camiye devam ederek orayı mânen de imar ve ihya edenleri; «kalpleri mescide asılı kimseler» olarak tarif eder ve şöyle buyurur:

“Kıyâmet günü çok şiddetli bir gün, zorlu bir gün. Yedi kişi Arş’ın gölgesi altında kalacak, bunlardan biri yürekleri mescide asılı olanlar…” (Buhâri, Ezân 36; Müslim, Zekât 91)

Kalbin mescide asılı olmasının ilk şartı, beş vakti de orada kılmaktır. Bilhassa mescide cemaat olarak devam etmek. Bu çok mühim.

Çünkü cemaatle namaz, insana ayrı bir disiplin kazandırır. Mükâfatı da pek büyüktür. Kaldı ki cemaatle kılınan namazın kabul olma ihtimali daha yüksektir. Yani umulurki, cemaatte bulunan sâlih kulları vesilesiyle diğer kullarının namazlarını da kabul buyurmaktadır. Ayrıca cemaatle namaz, insanı nifak gibi tehlikeli mânevî hastalıklardan muhafaza etmektedir. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bilhassa yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılanların münafık olmayacağını müjdelemektedir.

Diğer taraftan mescidler öyle feyizli ve hikmetli ibadet mekânlarıdır ki oralarda kişilerin dünyevî makam ve mevkileri ne olursa olsun herkes omuz omuza aynı saftadır. Her kul, kendi kalbî durumuna göre bir iltica hâlindedir ve ancak takvâsına göre Hak katında bir değer ifade eder.

Şurasını da unutmamalı ki her ibadetin insan rûhuna kazandırdığı feyizler, rûhâniyetler vardır. Bunların tamamı namazda toplanır. Çünkü namaz, Allâh’a mîrac olmak yönünden ibadetlerin zirvesidir. Zira namaz her şeyden önce Cenâb-ı Hak’la bir mülâkattır. Yani Cenâb-ı Hak, ancak namaz vesilesiyle kuluyla günde beş defa mülâkat istiyor. Bu mülâkatı da camide arzu ediyor. «Secde et ve yaklaş!» yani; «Benim evimde kalp ve beden âhengi içerisinde namaz kılarak Bana mîrac et!» buyuruyor.

Kıyâmet gününde, o zor günde, o çetin günde, o hiçbir gölgenin olmadığı hararetli günde Arş’ın gölgesi altına girenlerden olabilmek için bu çok mühim.

O kadar mühim ki, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, âmâ olan sahâbîye bile cemaate devam etmeme gibi bir izin vermemiştir.

ÖYLEYSE MESCİDE DEVAM ET!

Abdullah bin Ümm-i Mektum’la ilgili rivayet çok mânidârdır. İki gözü de âmâ olan İbn-i Ümm-i Mektum bir gün Efendimiz’e geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! Benim evim Mescid-i Nebevî’ye uzak, beni elimden tutup götürecek kimse yok. Yolda haşerat var. Ben, evimde namaz kılsam olur mu, buna müsaade eder misiniz?” dedi.

Efendimiz bir müddet tefekkür ettikten sonra sordu:

“–Hayye ale’s-salâhı duyuyor musun?”

O da:

“–Duyuyorum yâ Rasûlâllah!” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Öyleyse mescide devam et!” (Nesâî, İmâmet 50) buyurdu.

İbn-i Ümm-i Mektum da bu emr-i Peygamberîye ömrü boyunca riayet etti. Hiçbir gayretten geri durmadı. Bu ihlâs ve fedakârlıkla Kādisiye Muharebelerine dahî iştirak etti. Ona dediler ki:

“–Allah, seni Fetih Sûresi’nde mâzur görüyor, sen âmâsın. Harp ise gözle yapılır.”

O da şu kararlı cevabı verdi:

“–Âmâ olduğum için kılıç yansımalarını görmem. Böylece görenlerden daha cesur olurum. Askerin önünde hiçbir şeye aldırmadan sancağı dimdik tutarım. Arkamdaki asker de benim bu durumumdan cesarete gelir ve Allâh’ın izniyle zafer kolaylaşır.”

Ondaki bu aşk, canlılık ve din gayreti, hakikatte Allâh’a kulluk aşkı, kulluk canlılığı, kulluk gayretidir. Her an namaz hâlinde olabilme kıvamıdır.

Bu mânevî olgunluğa sık sık dikkat çeken Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-; «Onlar, namazlarında dâimdirler.» (Meâric, 23) âyet-i kerîmesini işârî olarak:

“Namazdan sonraki hâlin de aynen namazdaki gibi olmasıdır.” şeklinde tefsir eder.

Buna göre; amel-i kesirler namazı nasıl bozuyorsa, hiç ehemmiyet vermediğimiz mâlâyânîler de namaz bereketiyle husûle gelen mânevî hâli bozar, kalbin rûhâniyetini alır. Bu bakımdan namaz aralarında da namazdaymışız gibi edep, tefekkür ve Allâh’ı zikir hâlinde olmalıyız. Gerekli gereksiz mâlâyânîlerle kalbi meşgul etmemeliyiz.

Bunun için önce namazın ehemmiyetini en güzel şekilde kavramak gerekir. Namaz ki;

MÜ’MİNİN MÎRÂCI…

Namaz, maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızı Cenâb-ı Hakk’a arz etmektir. Düşünmeli; hâlimizi fânîlere ne kadar, asıl muînimiz (yardım edicimiz) olan Allâh’a ne kadar arz edip yardım istiyoruz? Allâh’a herkesten, her şeyden daha çok arz etmeli değil miyiz? Elbette. Nitekim Fâtiha Sûresi’nin bize talim ettiği gerçek budur. Kur’ân-ı Kerîm’in o ilk sûresi, maddî ve mânevî hâlimiz hakkında Cenâb-ı Hakk’tan yardım istemeye vesile. Sırât-ı müstakim için bir yalvarış. En büyük dua da zaten bu. Yani Allâh’ın kendilerine nimet verdiği sâlihlerin gittiği sırât-ı müstakimde hidayet üzere olmak. Böyle olunca Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Bana dua edin, size icabet edeyim.” (Mü’min, 60)

En güzel dua ve ilticalar, namazdaki dua ve ilticalardır. Nitekim namazın Arapçası olan salât kelimesi, aynı zamanda dua mânâsını da ihtiva etmektedir.

Bütün mesele, güzel bir kul olabilmek, şu fânî ömrü ibadet ve amel-i sâlihlerle tezyin edebilmek…

İbadetin de en mühim gayesi, hiç şüphesiz ki iç âlemi temizlemek Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan feyz alabilmek…

Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti, bütün muhabbetleri bertaraf etmeli ki Allah ve Rasûlü’ne olan sevgimiz tecellî etsin. Bu tecellîyi gerçekleştirmek için;

HER ŞEY İMTİHAN VESİLESİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfat Allah katındadır.” (Enfâl, 28)

Öyleyse kendimize soralım:

Allâh’a sevgimiz ne kadar, mallara, evlâtlara ne kadar? Mallarımızı ne kadar Allah yolunda seferber ediyoruz? Evlâtlarımızı ne kadar Allah yolunda yetiştiriyoruz?

Bir başka âyette buyurulur:

“Ey îman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının.” (Teğâbün, 14)

Yani sizi Allah’tan uzaklaştırırlar, sizi dünya muhabbetine doğru sevk ederek gaflete dûçâr ederler. Bu bakımdan kulluk eğitiminde en mühim husus, bu noktada muhabbetlerin yanlış kullanılmaması ve malların put hâline getirilmemesi, yani;

KALBİN MALA MAHKÛM OLMAMASI…

Kalbimiz bir para kasası hâline gelmemeli. Cenâb-ı Hak, bunu arzu ediyor. İnfak âyetleri bu gerçeği vurguluyor. Bunun için riyazat yani kifayet miktarı ölçüsü içinde yaşayarak Allâh’ın verdiği imkânları Allah yolunda cömertçe sarf edebilmek şart. Zaten mülk, hakikatte Allâh’a ait.

Ne altın senin, ne gümüş senin, ne dünya malı senin. Çıplak geldik, çıplak gideceğiz. Sadece işlenilen amellerle gidilecek. Mal da beden de muvakkat/geçici bir nimet. Hepsi de iki uçlu bıçak gibi. Onlar sayesinde ya şükreden cömert bir kul olur kazanırsın, ya nankörlük edip cimrilik veya israf girdabında kaybolur, kaybedersin. Böyle bir kaybediş ise, en acı hüsran…

Cenâb-ı Hak, bu sebeple açıkça îkaz etmektedir:

(Ey Rasûlüm!) Altın ve gümüşü yığıp (sadece biriktirip) onları Allah yolunda infak etmeyenleri acıklı bir azap ile müjdele! Bugün o altın ve gümüşler o gün cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır ve onlara denir ki: «İşte bu kendin için biriktirdiğin servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri tadın!»” (Tevbe, 35)

Böyle bir elim azaptan kurtuluş için;

YOĞUNLAŞACAĞIMIZ ÜÇ ŞEY

Yukarıdaki âyet indiği zaman sahâbe-i kiram, birbirine baktılar ve sonra da Fahr-i Cihan Efendimiz’e sordular:

“Yâ Rasûlâllah! Kazanalım infak edelim, kazanalım infak edelim, kazandıklarımızı Allah yolunda sarf edelim, bu şekilde Allâh’a yaklaşalım. Madem Allah biriktirmemizi istemiyor, peki yâ Rasûlâllah! Kendimizi ne üzerine yoğunlaştıralım?”

Efendimiz buyurdu ki:

“Kendinizi üç şey üzerine yoğunlaştırın:

1. Zikreden bir dil;

2. Şükreden bir kalp;

3. Kendisine Allah yolunda destek olacak zevce…” (Tirmizî, Tefsir, 9/9)

Zikreden bir dil demek, Cenâb-ı Hakk’ı her hâlimizde unutmamak demektir. Zaten her şeye «Bismillâhirrahmânirrahim» ile başlıyoruz. Peki, zikreden bir dil, ne kadar zikredecek? Hayatın her nefesinde. Bütün nefeslerimiz zikirle yıkanacak. Ne şekilde? Ayaktayken, otururken, yanlarımız üzerindeyken… O zaman zikreden bir lisana sahip olmuş oluruz.

Şükreden bir kalp ise, kulluğun ve sonsuz ilâhî nimetlerin şuurunda olmak demek. Elhamdülillâh ki, Müslüman olarak dünyaya geldik. Müslüman olarak yaşamaya gayret ediyoruz. Bundan daha büyük bir nimet mi var? Elhamdülillâh, bir İslâm toplumu içinde, bir Müslüman memleketteyiz. Elhamdülillâh, rûhumuza hayat bahşeden ezan sadaları içindeyiz, bunun şükrünü, bedelini ödemek mümkün mü? Bunun bedeli nedir? Allâh’ın verdiği nimetleri Allah yolunda isti’mal etme, Allah yolunda kullanabilme. Unutmamalı ki o nimetler ve uzuvlarımız, kıyâmet günü birer lisan hâline gelecek ve onlar vasıtasıyla yaptığımız amellere ve işlere şahitlik edecektir (bkz. Fussilet 21-22). Dolayısıyla kalbin şükrü, kitap ve sünnet modelini hayatımızın her safhasında yaşayarak gerçekleşmelidir. Tâ ki gerçek şükre ulaşmış olalım. Ticarî hayatta, aile hayatında, içtimâî hayatta, kısacası ömrümüzün her safhasında kalbî bir şükür, iki cihan bereketi demektir.

Zikreden lisan ve şükreden kalp ile Allah yolunda bize destek olacak bir eş, dini tamamlamak ve cennet huzuru demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bu dünyadan sevdirilen üç şeyden biri de sâliha hanımdır. Ancak hanımlar, sâliha olmak noktasında kendi ölçülerine ve zaaflarına göre hareket etmemeli ve kendilerini özellikle Hazret-i Hatice, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Âişe ve diğer annelerimizle mîzan etmelidirler. Çünkü sâliha kadınlığın yegâne ölçüsü onlardır. Onların ölçüleri içerisinde olgunlaşanların evlâtları, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimizin rûhânî dokularından hisse alırlar. O zaman evlâtlarımız, bir şükür vesilesi ve bizlerin devam eden parçası olurlar. Zaten onlara olan gerçek merhametimiz, o ciğerparelerimizi; dine, îmana, vatana, millete, ezana, bayrağa sâdık olarak yetiştirebilmek değil mi? Ardımızdan onları güzel bir mirasçı olarak bırakabilmek değil mi? Unutmamalı ki evlâtları ihmal etmek, kıyâmet günü onları ana-babalarına karşı sadece dâvâcı edecektir.

Yâ Rabbî, kul olarak yarattın, kul olarak yaşat, huzuruna Müslüman bir kul olarak gelebilmeyi nasip eyle! Kulluk mekânı olan mescidleri, hem zahirî hem de mânevî olarak ihya ve îmar etmeye muvaffak eyle! Neslimizi; ezan, Kur’ân, îman, vatan ve bayrağından ayırma!

Âmin!..