Merhamet Seferberliği

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mart, Sayı: 241

KARDEŞLERİMİZ AĞLARKEN…

Şeyh Sâdî Hazretleri anlatır:

“Bir yıl Şam’da müthiş bir kıtlık oldu. Halk, perişan bir hâle düştü. Bu sırada yanıma bir dostum çıkageldi. Bu dostum; kıtlıktan önce hayli güçlü-kuvvetli, makam-mevkî ve servet sahibi idi. İri cüsseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun ve bitkin bir hâlde görünce şaşırdım. Ona niçin bu hâlde olduğunu sordum. Dostum ise bu suâlime üzülüp hayretler içinde;

«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet?!. Biliyorsan, niçin soruyorsun?!. Görmüyor musun ki felâket son raddeye vardı!..» dedi.

Ben bu defa;

«–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar üzülüp kendini heder ediyorsun ki? Senin her şeyin var.» deyince, o fazîlet ehli dostum, sanki bir âlimin câhile bakışı gibi mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:

«–Kendisi sahilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta olduğunu gören bir insanın kalbinde hiç huzur olur mu? Benim yüzüm, müslümanların dûçâr olduğu ızdıraplar sebebiyle sararıp soldu. Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hâlini gördükçe; yediğim her lokma boğazıma diziliyor, sanki zehir yutuyorum. Bir insanın dostları zindanda iken, o insan bir gülistanda nasıl gezip eğlenebilir?!. Biri ağladığında benim de gözüm nemlenir…»”

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Bugün Doğu Türkistan’da, Myanmar’da, Gazze’de, dünyanın birçok yerinde; müslümanların zulme uğradıklarını, yetim ve öksüz kaldıklarını, evlerinin başlarına yıkıldığını biliyoruz. Birçok müslüman beldesinde; açlık, iç savaş, işgal ve kıtlık sebebiyle büyük mahrumiyetlerin yaşandığını ekranlarda görüyor, haberlerde işitiyoruz.

Bunları bilirken; yardım için kılımızı kıpırdatmadan, nasıl neşe içinde, umursamaz bir hâlde hayat sürebiliriz?

Biz o zor şartların altında olabilirdik, onlar da bizim rahat yaşayışımız içinde olabilirdi.

EFENDİMİZ’İN HOŞNUTLUĞU

Asr-ı saâdette, son derecede yoksul bir kabîle, Medine’ye geldi. Onları perişan vaziyette gören Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gül sîmâsı soldu, derhâl ashâbını yardım seferberliğine davet etti. Ancak onların ihtiyaçları görüldükten sonra, mübârek yüzü ışıldamaya başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Bizler; ümmet-i Muhammed’in mazlumlarının, çaresizlerinin, bîkeslerinin ve mahrumlarının ızdırâbını yüreğimizde hissederek, onların maddî ve mânevî açlıklarını gidermek için harekete geçmezsek, Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzüne yarın mahşer gününde nasıl bakarız?

Mahşer günü ki; başka hiçbir gölgenin bulunmadığı o günde, Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde bulunacak, gölgelenecek yedi kişiden biri de bilhassa zor zamanlarda Allah için kardeş olanlardır. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91)

Bugün de bize düşen, bir merhamet seferberliği başlatmak ve elimizden gelen her türlü imkânla, kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.

Elimizden bir şey gelmese bile, o mazlumlardan ülkemize sığınanları «قَوْلًا مَيْسُورًا / gönül alıcı» sözlerle tesellî etmemiz lâzımdır.

Onların yaşadığı ızdırâbı; sanki öz evlâdımızın başına gelmiş gibi, yüreğimizde hissetmemiz, onlar için Cenâb-ı Hakk’a içli içli duâlar etmemiz kardeşliğimizin îcâbıdır.

Bilhassa;

RAMAZÂN-I ŞERİFTE…

Dînimizde ferdî ibâdetlerle, içtimâî ibâdetler iç içedir.

Ferdî ibâdetlerin zirvesi olan namazın farz olan beş vakti; cemaatle, camilerde içtimâîleşmek sûretiyle edâ edilir.

Oruç da ferdî ve bedenî bir ibâdettir. Ancak, onun da içtimâî yönü infak ve ikrâm ile alâkalıdır.

Zira oruç gönlü yumuşatır. Açların hâlini idrâk ettirir. Orucun verdiği ilk ders, merhamet dersidir. Merhametsizlikle tıkanan kalplerin damarlarını oruç açar. Zira açın hâlinden aç olan anlar.

İnsanların en cömerdi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Ramazân-ı şerifte hiçbir engel tanımadan tatlı tatlı esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olur, bütün ibâdet ve ihsanlarını artırdıkça artırırdı.

Kendisine;

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulduğunda;

“–Ramazân-ı şerifte verilen sadaka…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zekât, 28/663)

Dînimizde; kardeşlik vazifelerinin, yerine göre nâfile olan ferdî ibâdetlerden daha önde tutulması gerektiğine şu kıssa mânidar bir misaldir:

UNUTMADIM!

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- bir gün Mescid-i Nebevî’de îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbas;

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum!” dedi.

“–Evet ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falanın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukabilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, ona olan borcumu ödeyemiyorum.” dedi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-;

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?” diye sorunca, adamcağız;

“–Sen bilirsin!” cevabını verdi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- ayakkabılarını alarak mescidden çıktı.

Adam ona;

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu?” diye seslendi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- ise;

“–Hayır! Ben şu kabirde yatan ve aramızdan daha yeni ayrılmış olan zâttan (Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den) duydum ki:

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse bu, kendisi için on yıl îtikâfta kalmış olmaktan daha hayırlıdır.

Bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»

(İbn-i Abbas bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III, 424-425)

İFTAR ETTİRMEK

Oruç ile infak arasındaki alâkanın iyice tesis edilmesi için; oruçluya iftar ettirene, oruç sevâbı va‘dedilmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Bir oruçluya iftar ettirene, oruçlunun ecri kadar ecir verilir ve oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksilmez.” (Tirmizî, Savm, 82)

Bu hadîs-i şerifle amel etmek üzere Hâfız Hammâd bin Seleme -rahmetullâhi aleyh-, Ramazan ayında her gece elli insana iftar ettirirdi. Son gece de bunlara birer elbise giydirirdi.

İslâm medeniyetinde, Ramazân-ı şerif bir ikram seferberliği mevsimi olmuştur. Bilhassa Osmanlı devrinde; Ramazan boyunca, imkân sahipleri, iftar sofralarını herkese açık tutmuşlardır. Hattâ gelenlere bir de hediye hazırlatmış ve «diş kirası» gibi zarif bir isimle kendilerine takdim etmek âdet olmuştur.

Zamanımızda da iftarlar veriliyor. Ancak bazı hususlarda dikkat edilmelidir:

  • Bu sofraların; sadece eşrafın birbirini ağırladığı, ağzı duâlı fukarâ ve mahrumların ayak basamadığı yerler hâline gelmemesi lâzımdır.

Davetlilerin birbiriyle ünsiyet etmesi için, yakın ve benzer içtimâî mevkie sahip insanların birlikte davet edilmesi mâkul ve münasiptir. Ancak başka akşamlarda, zengin veya fakir olmasına bakılmaksızın; akrabalar, komşular, çalışanlar vb. kişiler de davet edilmelidir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfi ölçü edinilmelidir:

“Zenginlerin davet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir!” (Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikâh, 25)

  • Yine bu iftarların verildiği yerler; sâir vakitlerde günahların işlendiği, müskirâtın içildiği yerler olmamalıdır.

Zira mekânlarda, orada işlenen amellerin in‘ikâsı olur.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Semûd Kavmi’nin helâk edildiği yerlerdeki sulardan kaplarını dolduran ashâb-ı kirâma, o suları döktürmüştür.
  • Ebrehe’nin helâk edildiği Muhassir Vadisi’nden hızlıca geçmiştir.

Ayrıca, şuurlu bir müslümanın; günahta yardımlaşmaması, yani günah işleyenleri desteklememesi gerekir. Ramazan dışında menhiyyâtı servis eden bir işletmeyi kiralamak, onları desteklemek olur.

Ecdâdın Ramazan sofralarından güzel bir hâtıra şudur:

GELEMEM PADİŞAHIM!

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultânım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultân’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultânım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Bu kıssada güzel hisseler vardır:

Maalesef kapitalizmin tesiri altında yaşanan devrimizde; şehirler, iktisâdî duruma göre semt semt bölünmüş durumdadır.

Kimisi gecekondu mahallelerinde, kimisi konforlu sitelerde, kimisi husûsî müstakil evlerde oturuyor. Herkes kendi muhitinde olunca, mâtemlere şâhitlik edemez. Sıkıntıları ve mahrumiyetleri göremez. Herkesi kendi gibi zanneder. Bu hikmetle Ramazân-ı şerif, mü’mini aç bırakarak ona açın hâlini anlatır.

Kıssada, Şeyhülislâm Efendi, fukarâ muhitinde oturmakta ve oradan ayrılmak istememektedir. İmkân sahipleri, zaman zaman mâtemlerin civarında dolaşmalıdır.

Bir Hak dostu, zaman zaman şu üç yeri tefekkür ile dolaşmayı tavsiye etmiştir:

  • Hastahâneler,
  • Hapishâneler
  • Mezarlıklar…

Kıssadaki ikinci hikmet de şudur:

Bugün de mutfakları olmayan hâneler var. Gazze’de, savaştan çıkan Suriye’de, açlıkla, iç savaşlarla mücadele eden Afrika ve Asya’daki müslüman beldelerinde, nice kardeşimiz evsiz, barksız, yuvasız bir vaziyettedir.

Bu Ramazân-ı şerifte; bizim şefkat elimiz, müşfik yardımlarımız, onlara mutfak olacak, barınak olacak… Bizim yardımlarımız, onları ısıtan soba olacak…

İsmail Atâ Hazretleri, kâmil bir mü’minin gönül hassâsiyetini ne güzel hulâsa eder:

“Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.”

Hiçbir şey yapamıyorsak, onlara duâ etmeliyiz. Mü’minin mü’mine gıyâbındaki duâsı, makbul duâlar cümlesindendir.

SADAKA-İ FITIR

Ramazân-ı şerîf ile infâk arasındaki bir irtibat da, bu ayın sonunda verilen sadaka-i fıtırdır.

Bir Ramazan bayramında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Bu gibi günlerde fakirleri başkasından istemek mahcubiyetinden kurtarın!” (İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, I, 248; Dârekutnî, es-Sünen, II, 152)

Sadaka-i fıtır, bütün aile fertlerinin sıhhat ve selâmetlerine bir şükür ifadesi olarak verilir. Her aile ferdi için; bir günlük yiyecek miktarının, bir mahruma verilmesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlenen 180 TL asgarî huduttur. Kişi için doğru olan; asgarî huduttan değil, kendi yiyip içtiği seviyeden vermesidir.

Vâcib olan fitre için, nisap miktarına sahip olmak yeterlidir. Havelân-ı havl şart değildir. Yani zekât vermeleri farz olmayan, orta hâlli kimselerin de, sadaka-i fıtır vermeleri gerekir.

Kumanyalar, sefer tasları ve benzeri imkânlarla fukarâ ve muhtaç muhitlere zarif ve gönül alıcı ikramlarda bulunmak da çok makbul bir Ramazan ihyâsı olacaktır.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesindeki şu satırlar, ne güzel bir nümûnedir:

“İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine; kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celbetmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Şehid ailelerinin haysiyetlerini koruma hassâsiyeti ne kadar asil bir davranıştır.

Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın, Şam’da kurduğu vakfın şartları da böyle bir hassâsiyet taşır:

Buna göre, kaba ve görgüsüz kimselerin yanında çalışan hizmetkârlar; kazârâ bir tabak kırdıklarında, bir eşyaya zarar verdiklerinde; ev sahipleri tarafından azarlanıp haysiyetleri rencide olmasın diye, kurulan vakıf, bu türlü zararları tazmin eder.

Bu vakfiyelerden görüyoruz ki;

Hamiyetperver bir müslüman, mü’min kardeşlerinin mes’ûliyetini hisseder.

MES’ÛLİYET DUYGUSUYLA İNFAK

Mâlûmdur ki;

Yokluk ve mahrumiyet bazı insanları kötü ve yanlış yollara sevk edebilir. İmkân sahiplerinin bulunduğu bir muhitte; bir müslüman muhtaçlık sebebiyle yanlış bir yola düştüğünde, müslümanlar bu kardeşlerinden mes’ul olurlar.

Çünkü hadîs-i şeriften biliyoruz ki;

Bir müslüman, mü’min kardeşi;

  • Aç ise doyuracak,
  • Câhil ise öğretecek…*

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:

“(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki.» der.

Yakasına yapışan kişi de şu cevabı verir:

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de îkāz etmezdin. Beni o kötülükten alıkoymazdın.»” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, c. III, s. 164, hadis no: 3506)

Eskiden dergâhlar topluma şifâ ve moral tevzî ederdi. Toplumdaki tesellîye muhtaç kimseler; tekkelere gider, orada âdetâ rehabilite olurlardı. Mücrimler ve kırık kalpler orada tedavi olurdu. Açlar imârette çorba içerdi. Hanımıyla münakaşa edenler, bir sohbet dinleyip menfî düşüncelerden uzaklaşırdı. Bütün gönüller orada ihyâ olurdu.

Bugün de birer rahmet insanı olan mü’minlerin gönülleri, böyle birer dergâh hâline gelmelidir.

Bu mes’ûliyet aynı zamanda, mü’mini israf ve pintilikten de muhafaza eder:

İNFÂK İÇİN RİYÂZAT

Verebilmek için, artırmak lâzımdır. Nefis, eline geçeni nefsânî arzulara tahsis etmek ister.

  • İsraf ve savurganlık da,
  • Cimrilik ve pintilik de mezmumdur, kınanmıştır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.

Gereksiz yere de saçıp savurma! Saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir!..” (el-İsrâ, 26-27)

Demek ki;

Bir müslüman, Allâh’ın kendisine nasîb ettiği rızıktan, riyâzat ölçüsünde, yani israfa ve savurganlığa düşmeden, kifâyet kadarıyla istifâde edecek, dâimâ infâk edebilmek için imkân oluşturmaya çalışacaktır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Şunu iyi bil ki; bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte rûha fayda vardır; onu vebalden kurtarır.

Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur!

Altın, zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur.

Ekin ekenin ambarı boşalır; lâkin hasat vakti gelince, saçtığı tohumlara karşılık kaç mislini geri alır! Boşalttığı bir ambara mukabil, kaç ambar dolusunu iade alır!..

Fakat buğday, yerinde kullanılmaz da ambarda saklanırsa; bitlere, küçük kurtlara, farelere yem olur. Bunlar da onu tamamıyla mahvederler.”

Ecdâdımız, bu îkazlar ve tembihler neticesinde, hayır ve hasenâtı bir hayat düsturu hâline getirdi.

ECDÂDIN HAYIR YARIŞI

Ecdâdımızın bilhassa Ramazân-ı şerifte gerçekleştirdiği bir hayır şekli de bakkallara giderek zimem (veresiye) defterlerinden borçları sildirmekti. Bu infakta da her iki taraf birbirini görmezdi.

Gizli infâkın muhteşem bir edâ şekli de «Sadaka Taşları»dır.

Sadaka taşları cami avlularında ve bazı tekkelerin bahçelerinde olurdu. Bu taşlar büyük ve baş kısımları oyuk olurdu. Bu oyuklara zengin ve hayır sahipleri; kimsenin göremeyeceği zamanlarda, sabah çok erken saatte veya akşam karanlığında bir miktar para bırakırdı. İhtiyaç sahibi kişiler de buradan ihtiyacı kadar para alır, gerisine dokunmazdı. Sadakayı veren de alan da birbirini görmezdi.

Devlet ricâli de Ramazân-ı şerifte fukarânın vaziyetini düşünerek, temel gıdâ maddelerinde fiyat artışının tahdit edilmesini emrederdi:

Sultan I. Abdülhamid’in bir fermanı -sadeleştirilmiş olarak- şöyledir:

“Vezirim! Oruç ayı girmeden önce İstanbul’da Allâh’ın bütün kullarının yediği ekmeğin fiyat tanzimini kesin olarak emrediyorum. Hemen gerekli fiyat düzenlemesi yapılsın!”

Osmanlı medeniyetinde, vakıflar toplumu bir ağ gibi örmüştü. Kayıtlı 26.000 küsur vakıftan, 1.400’den fazlası da hanımlar tarafından tesis edilmişti.

Bilhassa erken yaşta Osmanlı sarayının Harem mektebine alınıp İslâmî terbiyeyle yetiştirilen, ilerleyen yıllarda şehzâdelerle evlendirilip vâlide sultan olan padişah zevce ve annelerinin hayır-hasenatları dillere destan olmuştur.

Tarihî şehirlerimizdeki çift minareli camiler ve etrafındaki külliyeler bu hanım sultanlara aittir. Onlar mücevherlerini, hulliyatlarını / ziynetlerini vakfederek bu büyük hayırlara dönüştürdüler. Onlardan geriye mücevherler, elmaslar ve inciler değil, imâretler, çeşmeler, hamamlar, mektepler, dergâhlar ve camiler mîras kaldı. Âhiretleri için de ne büyük bir sermâye oldu!..

Böyle sayısız vakıflar sayesinde; toplumda hiç kimsenin, çaresiz ve mahrum kalmaması temin edilirdi.

Meselâ bir aile reisi vefât etse, dul hanımına mahalle sahip çıkardı. Kızları ihtimamla büyütülür, çeyizi hazırlanıp evlendirilirdi. Yetim evlâtlarının yetiştirilmesine riâyet gösterilirdi.

Elie Kedourie’nin kitabında anlatıldığına göre;

19’uncu asır sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık baş göstermişti. Bunun üzerine İngilizler, -kıtlıktan hareketle- bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit etmek için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşâhede ettiği gerçek, son derece ibretli idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Netice olarak; böyle güçlü bir içtimâî yapı içinde, kıtlıktan hareketle bir isyan üretmek imkânsız!..”

Yani İslâm toplumunun fakiri olabilir ama dilencisi olmaz. Kimse dilenmek zorunda bırakılmaz!..

Zengini de fakiri de, İslâm’ın getirdiği bir vakar içinde yaşar. Fakirinde kanaatin zenginliği, zengininde riyâzatın îtidâli ve tevâzuu olur.

Bu vakıflar, toplumda âdetâ hizmet aramıştır. Fakir kızları evlendiren, yetim evlâtları büyüten ve okutan, fakir talebelere, mahpushânedeki muhtaçlara, çalışamaz hâle gelmiş ihtiyarlara yiyecek, giyecek ve barınak sağlayan nice muhteşem vakıflar vardır.

Ecdâdın vakfiyelerinde hayran bırakan şu çok câlib-i dikkat hizmetleri bir tefekkür edelim:

  • Kış günlerinde cami cemaatinin abdest sularının ısıtılması,
  • O günün mahdut imkânlarıyla yaz günlerinde yoldan geçenlere soğuk su ikrâmı,
  • Göçmen kuşların korunması, dağlardaki vahşî hayvanların artan yemeklerle doyurulması,
  • Ağaçlandırma ve çevre koruma…

Vakıf tesis edenler; vakıflarında ücreti mukabilinde vazife yapacak muallim ve tabiplere, bilhassa şefkatli davranmalarını şart koşarak da, yine mânevî bir müeyyide ile, hizmetin zarâfet ve nezâketini temine gayret etmişlerdir. (Tarihte İlginç Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2012)

NEZÂKET MEDENİYETİ

Ecdâdımız; akıl hastalarını, «muhterem âcizler» diye adlandırmıştır.

İnsana bakış tarzının mükemmelliğini tefekkür ediniz:

İnsan olma bakımından muhterem, lâkin muhtaçlığın ifadesi bakımından âcizler…

Bu merhamet kuşlara kadar uzandı. Camilerin duvarlarına kuş evleri konuldu. Yaralı göçmen kuşlara hizmet eden vakıflar kuruldu.

Biz de ecdâdımız gibi yardım ve hayır seferberliğine koşalım. Bu vazifeyi gerçekleştirmediğimiz takdirde, mahşer gününde ilâhî muâheze ile karşılaşacağımızı unutmayalım.

Bugün ümmet bizden maddî ve mânevî yardım bekliyor. Bu sessiz feryatlara sağır kalmak, bizi âhiret mahrumu eyler.

İNFAK ve MAZLUMLAR

İnfak seferberliğinin pek mühim iki faydası da şunlardır:

  • İslâmî eğitimin desteklenmesi ve
  • Mü’min kardeşlerimize ümit aşılamak.

Âhiretten uzak, dünyevî tahsil anlayışıyla yetişenler, güya yüksek tahsil yapanlar; ekseriyetle, zâlimleri destekliyor yahut zulme karşı sessiz ve bîgâne kalıyor. Gazze ve benzeri mezâlimlerde dâimâ bu hâli üzülerek gördük.

Bu fecî âkıbetten korumak için, evlâtlarımızı İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirmeliyiz. Onlara Kur’ân ve Sünnet tahsilini kazandıracak müesseseleri de infak seferberliğiyle desteklemeliyiz. Her devirde ashâb-ı suffe nefesini canlı tutmalıyız.

Müslümanların maddî-mânevî tesânüdü devam ettikçe;

Müslüman hiçbir zaman bedbin olmaz dâimâ nikbin olur.

Unutmayalım ki;

Üzerimizdeki güneş; Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semûdların bir müddet saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da onların harabeleri üzerine haşmetle doğan aynı güneştir.

Bugünkü zâlimler de günün birinde cezalarını bulacak, mağlûp olacaklardır.

Biz ise, mazlumlar için ne yaptığımızın hesabıyla karşı karşıya kalacağız.

Cenâb-ı Hak; bizi, bu Ramazân-ı şerîfi hayır-hasenat seferberliği hâlinde idrâk edebilen ve kıymetlendiren kullarından eylesin.

Bizleri ve nesillerimizi, ecdâdın vakıf medeniyetini yaşatan ve istikbâle taşıyan bahtiyarlardan kılsın.

Âmîn!..

_________________________________

* Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21.