Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Nisan, Sayı: 242
YARININ SULTANLARI
Yıldırım Bâyezid Hân’ın oğlu Şehzâde Süleyman, derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafından hafifçe cezalandırılmıştı. Şehzâde buna hiddetlenerek doğruca saraya gitti ve durumu babasına şikâyetle anlattı. Yıldırım Han da, derhâl hocaefendiyi çağırtıp sordu:
“–Süleyman’ı niçin cezalandırdın a hocam?”
Hocaefendi, gayet sâkin ve vakur bir şekilde şu tarihî cevabı verdi:
“–Padişahım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idaresine tâlip olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir. Onun câhil kalması, milletine zarar verir. Evet, o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı olamamıştır. Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye memur ve îcâb ettiği şekilde de kendisini terbiyeye mecburum…” dedi.
Yıldırım Bâyezid, hürmetle gözlerini yere çevirdi ve;
“–Haklısınız hocam! Siz, gerekirse, beni bile cezalandırırsınız! Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz cihâna hükmederiz.” dedi.
İnce ruhlu Padişah’ın cevabındaki bu nâzik nükteyi kavrayan hoca; ertesi gün, derse gelip de kendisine oğlunu niçin cezalandırdığını sormak isteyen Yıldırım Hân’a kasten iltifat etmedi. Böylece hocasının mânevî rütbesinin babasından yüksek olduğunu gören şehzâde, hatasını anladı ve o günden sonra derslerine son derece gayret gösteren bir talebe oldu.
Tarih şâhittir ki, Osmanlı sultanlarının; takvâlı âlimlere ve Allah dostlarına olan tâzîmi, kendilerine ihsân edilen ilâhî yardımın başlıca sebeplerindendir.
Şehzâdeler, asla bir saray konforu ve rahatı içinde serbest bırakılmamış; onlara çok kıymetli hocaefendiler tahsis edilerek, en güzel şekilde terbiye edilmeleri ve yetiştirilmeleri sağlanmıştır.
Böylece şehzâdelikten itibaren Osmanlı sultanlarından hemen her birinin, hikmet ve firâsetine danıştığı, sohbetinden feyizyâb olduğu Hak dostları, gönül mürşidleri var oldu. Onlar âdetâ Âl-i Osman’ın yanı sıra mânen devam eden bir «Şeyh Edebâlî silsilesi»ydi.
Emîr Buhârîler, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Akşemseddinler, Yahya Efendiler, Aziz Mahmud Hüdâyîler ve Şemseddin Sivâsîler dâimâ sultanları irşad hâlinde oldular.
Asırlardır gerçekleştirilemeyen İstanbul fethinde Fatih’in muvaffak olmasını sağlayan husus, Akşemseddin Hazretleri’nin verdiği büyük mânevî moral ve destek idi.
Öyle ki, Fatih, İstanbul’u fethettiği gün etrafındakilere;
“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddin gibi aziz ve mübârek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” diyerek vefâsını göstermiştir.
HER KADEMEDE
Ayrıca devletin her köşesinden getirilen zeki evlâtlar da Enderun mektebinde 10 otorite tarafından seher vaktinde başlayan maddî ve mânevî bir tedrisat içinde yetiştirilirlerdi. Buradan da üç kıtaya hükmeden devletin; vezir, paşa, kazasker ve benzeri kıymetli devlet adamları yetişirdi.
Harem de bunun mukabili bir kız mektebiydi. Batılıların, iftira ve bühtanlarıyla eğlence mekânı gibi göstermeye çalıştıkları harem, bilâkis, tam bir İslâm medresesiydi. Seher vaktinde başlayan eğitimde; İslâm ahlâkı, terbiyesi ve edebi kazandırılırdı. Buradan yetişen Vâlide Sultanlar, öyle şefkatli anneler oldular ki, onlardan geriye Avrupa saraylarındaki gibi lüks ve şatafat, pahalı mücevherat mîras kalmadı. Onlardan geriye külliyeler, camiler, imâretler, çeşmeler, hamamlar, dâruşşifâlar, medreseler, tekkeler ve kütüphâneler kaldı. Bugün tarihî mekânlarımızdaki birçok külliye onların hayırseverliğinin nişânesidir.
Bir misal olarak Üsküdar’da tarihten günümüze kalan şu muhteşem dört eser sultan hanımlara aittir:
- Mihrimah Sultan Camii ve külliyesini Kanunî’nin kızı yaptırmıştır.
- Vâlide-i Atik Camii ve külliyesini, III. Murad’ın annesi Nurbânû Vâlide Sultan inşâ ettirmiştir.
- Vâlide-i Cedid Camii ve külliyesi, III. Ahmed’in annesi Gülnûş Emetullah Sultan’ın hayrıdır.
- Çinili Cami ve külliyesini IV. Murad’ın ve İbrahim’in annesi Kösem Sultan binâ ettirmiştir.
Ayrıca Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa ve hanımı Zeynep Hanım’ın yaptırdığı Zeynep Kâmil Hastahânesini de bunlara ilâve edebiliriz.
En zirvede hayat bu eğitimle başladığı gibi, halk tabakasında da; evlâtlar, tahsile sıbyan mektebinde Kur’ân öğrenerek başlarlardı.
Bed’-i besmele, âmîn alayı gibi sevdirici, özendirici merasimlerle, 4-5 yaşlarında elif cüzüne başlayan evlâtlar, istîdatlarına göre medreselerde, dârulhadis, dârulkurrâ ve benzeri eğitim yuvalarında tahsillerini devam ettirirlerdi.
Halk ise tekke ve zâviyelerde, sohbet ve vaazlarda, zamanımızda yaygın eğitim denilen usûlde devamlı mev‘izelerle irşâd olunurdu.
Yakın zamanlara kadar esnaf babalar, evlâtlarını ilk mektep çağından itibaren dükkânlarına götürürlerdi. Bu imkânı olmayanlar evlâtlarını bir ustanın yanına çırak verir, bir sanat öğrenmesini sağlarlardı.
Tarihimizdeki bu ahvâli zikretmemizin sebebi, günümüzde evlâtlarımızın dînî ve mânevî tahsilini mukayese ve mîzan etmektir.
ÂHİRET HAZIRLIĞINA NE KADAR?
Zamanımızda maalesef evlâtların sadece dünyevî eğitimi plânlanıyor. Dünyevî ve meslekî eğitim için yıllar sarf ediliyor. Bir yabancı dil öğrenmesi için nice kurslar, hattâ yurt dışı eğitimler tertip ediliyor.
Hepsi ömür yettiğince, emekliliğe kadar çalışıp dünya maîşetinin kazanılacağı bir meslek için… Yahut evlât; dünya hayatında kültürlü, eğitimli bir insan olsun diye…
Buna karşılık;
Ebedî hayatı alâkadar eden dînî, uhrevî ve mânevî eğitime ne kadar zaman ve imkân ayrılıyor? Ne kadar ihtimam gösteriliyor?
Acı bir mukayese:
Üniversite kazansın diye gayretimiz, imkânlarımızı seferber etmemiz ne kadar? Cenneti kazansın diye ne kadar?
Maalesef bu hususta çok acı bir manzara var:
Mekteplerde mevcut olan bir-iki saatlik din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinin bu bahiste yetersizliği âşikârdır.
Sadece yaz mevsiminde camiye birkaç hafta göndermek de kâfî değildir. Elbette bu imkânlardan istifâde edilmeli, ancak; «bu yeter» diye düşünülmemelidir.
Dünyevî eğitim nasıl, ilk, orta, yüksek… diye devam ettiriliyorsa, uhrevî eğitim de hayat boyu sürdürülmelidir. Yani uhrevî ve dünyevî eğitim birbiriyle mezcedilmelidir. Hattâ uhrevî eğitimin ağır basması sağlanmalıdır.
- Anne karnında duâlarla, helâl lokmalarla evlâtların uhrevî istikbâli derdine düşeceğiz. Daha evlâdına hâmile iken, erkek mi kız mı doğacağını dahî bilmeden, onun istikbâli için Allâh’a yalvaran Hanne Hatun (Hazret-i Meryem’in annesi) gibi, biz de nesil endişesi içinde olacağız.
- Çocuğumuza güzel bir isim koyup, sevdirici telkinlerle dâimâ güzel ahlâkı aşılayacağız. Onlara güzel örnek olacağız.
- 4-6 yaş kurslarına göndererek Kur’ân’a, âdâb-ı muâşerete, güzel kıssalara âşinâlık kazanmalarını sağlayacağız.
- Mektebini, muallimini ve çevresini tayin ederken dikkat edeceğiz. Sâlih-sâliha insanları tercih etmeye gayret edeceğiz.
- İmam-hatip ortaokulu ve liselerini tercih edeceğiz. Bilhassa Kur’ân eğitiminde daha iyi olan proje imam-hatipleri seçeceğiz.
- İmam-hatibe gönderemiyorsak, en azından bir yıl eğitime ara verip bir Kur’ân kursunda; Kur’ân’ı, namazı, siyer-i Nebî’yi güzelce öğrenmelerini temin edeceğiz.
- Devamında da tahsillerini sâlih arkadaşlarla beraber, şahsiyetlerini koruyabilecekleri ortamlarda sürdürmelerine yardımcı olacağız.
Unutmayalım ki;
EN BÜYÜK KÜLTÜR İSLÂM!
İslâmiyet, çok büyük bir kültür ve medeniyettir.
Bu medeniyetin sahibi Cenâb-ı Hak’tır.
Onu inşâ eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Bu medeniyetin ana Kitâb’ı, Allah kelâmı Kur’ân-ı Kerim’dir. Onda ağaçlar kalem, cümle deryâlar mürekkep olsa yazıp bitirilemeyecek sonsuz hikmet, mârifet ve ilim vardır. Nice ilmî mûcizeler göstermiştir ki, Kur’ân önde gider, ilimler onun arkasında emekler…
Yine bu medeniyetin temelinde Sünnet-i Seniyye vardır. Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde o medeniyetin muazzam âbidelerini yükseltmiş, cihânın yetiştirdiği en muazzam müçtehidler, müfessirler, muhaddisler ve mutasavvıflar vardır… Dünyevî îcat ve keşiflerin dahî birçoğunun ardında İslâm âlimlerinin, seyyahlarının ve mimarlarının imzaları vardır.
Dolayısıyla bir müslüman, kendi kültür ve medeniyetine asla hor bakmamalıdır. Evlâdının kültürlü, geniş imkânlara sahip, eğitimli bir kişi olmasının yolu, illâ gayr-i meşrû, gayr-i İslâmî eğitim müesseselerinden tahsil görmekle mümkün olur zannetmemelidir. Bu gibi şeytânî vesveselere kapılmamalıdır.
Her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle âhenk arz eder.
İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi; selîm beşerî fıtratın, ilâhî ilim, irfan ve hikmet ile teçhiz edilmiş olmasıdır. Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi, ortaya mükemmel bir medeniyet şâhikası çıkarmıştır.
Evlâdımızı bu kültürden mahrum etmek büyük bir hüsrandır.
“–Ben umreye götürüyorum, yaz kursuna gönderiyorum, vazifemi yapıyorum.” diyerek mes’ûliyetten kurtulmak mümkün değildir.
Tek çare yaşamak ve yaşatmaktır:
ÖRNEK OLARAK, TEMSİL EDEREK…
Âyet-i kerîmede Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitâben buyurulur:
“(Şüphesiz) Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ahlâkı yaşar ve yaşatırdı.
Bir anne-baba da bu ahlâkı yaşayacak ve yaşatacak. Kendisi yaşatamadığı noktada, evlâdını bu vazifeyi deruhte edecek müesseselere gönderecek.
Peygamber Efendimiz, ashâbına 23 sene İslâm’ı öğretti. Bu kültür ancak 23 senede tamamlandı. Demek ki bunun hayat boyu devam eden bir tahsil hâlinde yaşanması lâzım. Ayrıca takvâ ehli ve istikamet sahibi hocalardan tahsil görmek lâzım.
Asr-ı saâdette Mekke’de Erkam’ın evi, Medine’de ise Mescid-i Nebevî’nin yanında Suffe vardı.
İmkânı, evi-barkı olmayan sahâbîler orada ikāmet ederek, Rasûlullah Efendimiz’e talebe olurlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de en çok ashâb-ı suffe ile alâkadar olurdu. Çünkü onları İslâm’ı tebliğ edecek davetçiler olarak yetiştirirdi.
Gariban kimseler yanında; Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- gibi Medine’de baba evleri olan genç sahâbîler de orada bulunarak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâlîminden istifâde etmeye çalışırlardı.
Zamanımızdaki Kur’ân müesseseleri, ashâb-ı suffenin günümüzdeki uzantısıdır.
Anne-babanın gücünün azaldığı bir devirdeyiz. Yapay zekâ, internet, cep telefonları çocuklar üzerinde, anne-babalarından daha müessir. Bunlar faydalı olarak da kullanılabilecek iken, hep zararlı netice veriyor. Çünkü bunların programlarını, ekseriyâ hevâ ve heves düşkünü fâsık ve fâcir zihniyetler hazırlamaktadır. Batı medyası ve yerli taklitçileri başı çekmektedir. Bunlar, tarih boyu devam eden haçlı seferlerinin günümüzdeki nesilleri ve milletleri tahrip edici saldırı metotlarından bazılarıdır.
Demek ki evlâtlarımızı ancak husûsî, teşkilâtlı gayretlerle kuşatabiliriz. Bunun için her fırsatı değerlendirmeliyiz. Bilhassa mektep eğitiminin tatile girdiği yaz mevsimlerini…
YAZ MEVSİMİ
Yaz mevsimiyle alâkalı olarak, dikkat edilmesi gereken bir mevzu da şudur:
Zamanımızda evlâtların hayatındaki her boşluk; telefon, internet ve televizyonun menfî programlarıyla doldurulmaktadır.
Benim imam-hatip okuduğum yıllarda, cumartesi günü de bir ders günüydü. Yarım gün de olsa tahsil devam ediyordu. Zamanımızda çeşitli bahanelerle eğitim defalarca tatil ediliyor. Bahsettiğimiz üzere, eskiden bu boşluklar şuurlu aileler ve sahip çıkan babaların gayretiyle dolduruluyordu. Lâkin bugün bebekler bile, eline telefon veya tablet verilerek avutulur oldu. Dolayısıyla boşlukların hayırlı bir şekilde doldurulması pek mühimdir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Bir (hayır) işini bitirince hemen (başka bir iş veya ibâdete) koyul ve yalnız Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)
Demek ki;
Çocuk olsun, genç olsun, yetişkin olsun, hayatta boşluk bırakmamak gereklidir, dâimâ hayırlı faaliyetlerle doldurmak lâzımdır. Şu sualleri sormalı ve cevaplandırmalıyız:
Bu yaz mevsimini evlâdım ne ile geçirecek? Hangi programı uygulayacak? Vaktini israf mı edecek? Kötü çevre ve mekânlara gitmesine engel olabilecek miyim?
Yazımızın başında ifade ettiğimiz üzere, padişahlar dahî evlâtlarını eğitmek için büyük gayret gösterdiler. Onları padişah çocuğu şımarıklığına terk etmediler.
Zamanımızda ise, orta hâlli insanların evlâtları bile, yanlış psikolojik telkinlerle âdetâ dokunulmaz addediliyor. Geniş imkânlar içinde, bomboş bırakılıyor. İmâm-ı Şâfiî’nin buyurduğu gibi:
“Hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgal eder.”
Akşemseddin Hazretleri’nin gönlünden taşan şu güzel öğütlerine kulak verelim:
“Dünya rahatlığı, âhiret rahatlığına nisbetle yok gibidir. Cismânî lezzet, rûhânî lezzete nisbetle bir hiçtir. Hiçe iltifât etmeyiniz!”
İşte evlâtlara bu mânevî lezzetleri tattırmak gerekir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Çocuk, elmayı görmeden kokulu soğanı elinden bırakır mı?”
Demek ki;
Mânevî lezzetleri tattırmadan, nefsânî tatların sarhoşluğundan onları koruyabilmek kolay değildir. İş işten geçtikten sonra sadece yasaklamak, kızmak ve bağırmak da bir müddet sonra anne-babaları bezdirir, evlâtları da arsız eder.
Çare İslâm ahlâkını ömür boyu ailecek yaşamak ve yaşatmaktır.
Bu aynı zamanda millî bir dâvâdır. İçtimâî bir meseledir. Zira;
Bir toplumda gençler güç ve kuvvetlerini, hayır-hasenâta, fazîletlere hasr ediyorlarsa orada huzur vardır, saâdet vardır. İstikbalde de o millet yükselecektir.
Lâkin bir toplumda gençler; güç ve kuvvetlerini nefsâniyetin, hevâ ve heveslerin peşinde israf ediyorlarsa, orada felâket vardır, büyük bir hüsran vardır. İstikbalde de çöküş vardır.
Buhranlı zamanlarda, bir medeniyetin yetiştirdiği insan tipi devreye girer. Allâh’ın yardımı da o milletin mânevî kıvâmına göre tecellî eder.
Bunu Çanakkale’de gördük. Düşman karşısında imkânımız, mukayese edilemeyecek kadar zayıf olduğu hâlde Rabbimiz büyük bir nusret tecellî ettirdi. Düşman Allâh’ın yardımıyla bertaraf edildi. O harbe gönderilen Mehmetçiğin ruh hâli de, şehâdete koşan kınalı koçlar gibiydi. Onları gönderen annelerin ruh hâli, şehîd annesi olmayı canına minnet bilen sâliha hanımlar vasfındaydı.
Dünyevî tahsile ekseriya; büyük adam olur, zengin olur, yüksek makamlara gelir diye heves edilir.
Lâkin bu hedefler gerçekleşirken ya evlâdımız zâlim bir fert olursa?
Gazze hâdisesi, bütün tahsil âlemine bir ayna tutmuştur:
Zâlimlere ve onları destekleyenlere bakıyoruz. Müşterek vasıfları: Sırf dünyevî tahsil ile doktoralar, çifte fakülteler bitirmek…
Evlâtlarımızın böyle bir zâlim veya zâlim destekçisi olmasından Allâh’a sığınmalı ve bunun tedbiri olarak da, mâneviyatlarına îtinâ göstermeliyiz.
Geçtiğimiz aylarda, mâneviyat olmadan sadece dünyevî tahsilin nasıl neticeler verdiğine dair bir hâdise gördük:
Küçücük bebekleri, para kazanma uğruna ölüme terk eden bir çete ile karşılaştık.
Ne yazık!
- Tıp tahsili yapmış, hastahâne açmış, fakat çocuk cellâdı olmuş!
- Hukuk tahsili yapmış, fakat vicdânî hisleri dumûra uğramış kimseler de, bu cinayet şebekesine ortak olmuş!
Bu sebeple dünyevî tahsil ile uhrevî tahsili mezcetmek zarûrîdir.
Zâlimlerin, anlık, günlük yükselişlerini değil; âhir ve âkıbetlerini tefekkür etmeliyiz:
ZÂLİMLERİN DEĞİŞMEZ ÂKIBETİ
Firavun bir çocuk kātiliydi. Tahtını devirecek Musa’yı yok etmek için yüz binlerce çocuk katletti.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri, Fusûsu’l-Hikem adlı eserinde şöyle buyurur:
“Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Musa’yı imhâ için -rivâyete göre- yetmiş bin mâsûmu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Musa’ya hayatında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi Musa’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı, Musa’ya ait olacaktı. Zira gaye o idi.”
Binlerce bebeğin rûhâniyetiyle de te’yîd olunan Musa -aleyhisselâm-, kavmini Firavun’un zulmünden kurtardı. Peşinden gelen Firavun da Kızıldeniz’de boğuldu. Cenâb-ı Hak onun cesedini ibret için bıraktı. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla beraber) insanlardan birçoğu, Bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.” (Yûnus, 92)
Zemahşerî, bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr eder:
“Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.” (Zemahşerî, III, 24)
Yakın bir zaman önce yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi, sahilde secdeye kapanmış bir vaziyette bulunmuştur. Şu an bu ceset, British Museum’da bulunmakta, halka teşhir edilerek, âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi bir ibret manzarası sergilenmektedir.
Yani bugün Gazze’de, Filistin’de şehîd olan her mâsum da bir gün tecellî edecek ilâhî yardıma -inşâallah- ilâve olunmaktadır.
Aynı zulmü, tahtını korumak ve Cenâb-ı Hak ile hâşâ mücadele etmek için Nemrut da yapmaya kalktı. O da nice bebekleri öldürdü. Lâkin Hazret-i İbrahim’in zuhûruna mâni olamadı. Nihayet Nemrut da bir sinek tarafından helâk edildi.
Makedonyalı İskender de dünya hâkimiyeti için büyük bir istîlâ hareketi başlattı. Geçtiği her yerde gözyaşı, kan ve irin bıraktı. Yaptığı zulümlerin karşılığında, genç yaşta bir fâhişe tarafından öldürüldü.
Tarihteki büyük zâlimlerden Firavun, Nemrut, Ebrehe, Hülâgû ve günümüze kadar gelen bütün benzerleri, insanlığın düşmanı ve yüz karası oldular. Hiç sevilmedikleri gibi, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar. Saltanatları da hüsranla son buldu.
Dostluğun Allah’taki kaynağına ulaşan büyük İslâm şahsiyetlerinden olan Şâh-ı Nakşibend, Abdülkādir Geylânî, Mevlânâ, Yûnus, Hüdâyî ve emsâli Hak dostları ile onların gönül ikliminden feyz alan büyük İslâm fatihleri, ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular. Sevdiler, sevildiler. Dünya hayatlarından sonra da dostluk ve muhabbette ebedîleştiler, fânî gök kubbede hoş bir sedâ bıraktılar.
O sedâlardan istifâde ederek;
Kendimiz ve evlâtlarımız, bütün hayatımızı; yazıyla, kışıyla, gündüzüyle ve gecesiyle; kullukla, ahlâkî hasletlerle ve fedâkârlıklarla tezyîn etmeliyiz.
Rabbimiz; başta kendimizi irşâd edebilmemizi, kalb-i selîme kavuşabilmemizi müyesser eylesin.
Sonra evlâtlarımızı ve nesillerimizi Allah yolunda, İslâm ahlâkıyla müzeyyen birer fert olarak yetiştirebilmemizi nasip buyursun.
Âmîn!..