Mârifetullaha Eren Kâinâtın Gözbebeği Olur

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Eylül- Sayı: 36

Efendim, Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu Mevlîd-i Şerîf’in Nûr Bahri girişinde yer alan;

Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi

beytini kısaca izah eder misiniz?

İnsan, Allâh’a kulluk etmek için yaratılmıştır. Kulluğun zirvesi ise, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmek, yani mârifetullâha ermektir. Bunun için insanın, Hak’tan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşması ve her an Yüce Mevlâ’nın huzurunda bulunduğunun şuuru içinde olması lazımdır.

Kullukta böyle kalbî bir hassâsiyet kazanan insan, âdeta kâinâtın göz bebeği bir varlık hâline gelir. Merhamet, şefkat, kerem ve affetmek husûsunda kemâle erer. Böylece Süleyman Çelebi’nin bu beytinde ifâde edilen; “kâinâtın ziyneti/süsü olma” şeref ve pâyesini kazanmış olur.

Bu dünyanın yaratılış hikmeti de; insanların ve cinlerin imtihan mekânı olmasıdır. Onun içindir ki Allah Teâlâ, bir îcat bedîası, yani sanat harikası olarak yarattığı bu kâinâtın tefekküründe derinleşmeyi, biz kullarına mühim bir kulluk vazîfesi kılmıştır. Çünkü Allâh’ın yarattıkları üzerinde düşünmek, ibret almaya, hikmetlere vâkıf olmaya, ilâhî kudret ve azametin yüceliğini kavrayıp bu muhteşem nizam içindeki mevkiini/yerini anlamaya sevk eder. Yani tefekkür, bir iman anahtarıdır.

Hakîkaten kul, ilâhî kudret kaleminin çizdiği sır ve hikmet manzaralarıyla dolu kâinâtı tefekkürle seyrederse;

Sebepten müsebbibe, eserden müessire, sanattan sanatkâra zihnen ve kalben intikâl edebilir ve bu sâyede mânen ve rûhen olgunlaşır.

Nitekim gönül dünyasını bu şekilde kemâle erdirebilen bir kimse, meydana gelen her hâdisenin arkasındaki sır ve hikmetlere âşinâ olur, sebepler zincirindeki nihâî sebebi, yani Allâh’ın murâdının ne olduğunu kavrar. Cihandaki bu ilâhî kudret akışları ve azamet tecellîleri karşısında hamd, şükür ve zikir hâlinde yaşamaya gayret ederek Allah Teâlâ ile dost olmaya çalışır.

Mik­ro âlemlerden mak­ro­ âlemlere ka­dar her yerde ilâ­hî sanatın hâ­ri­ka te­zâ­hür­le­riyle donanmış bir hikmetler sergisi olan bu cihânı, âriflerden biri şöyle tarif eder:

“Bu cihân, âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (İlâhî kudret akışlarını ibretle temâşa), ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.”

Sâdî-i Şîrâzî’den de şöyle bir söz nakledilmiştir:

“Ârifler için ağaçlardaki tek bir yaprak, insanı marifetullâh’a götüren bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar dahî, tek bir yaprak bile değildir.”

Velhâsıl kâinat, ârifler nazarında ilâhî bir kitap. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığa ilk emri ise “Oku!” Yani Kur’ân’ı oku, kendini oku, kâinâtı oku…

Ancak kâinat kitabını, kalp gözüyle okumak îcâb eder. Bir mü’minin mânen olgunlaşması da, kâinâtın kendisi için bir okul hâline gelip hikmet ve ibretleri kalben okumasına bağlıdır. Mevlânâ Hazretleri de zâhirî ilimlerin zirvesinde olduğu, fakat henüz Hakk’a yakınlığın lezzetini lâyıkıyla tadamadığı devresini “HAMDIM”, kalpte hikmet tecellîlerine nâil olup ilâhî hazza kavuştuğu devreyi “PİŞTİM”, kâinattaki esrar tecellîlerinin kendisine bir kitap gibi açılıp ayân olduğu olgunluk devresini de “YANDIM” sözleriyle ifâde etmiştir.

Velhâsıl ilâ­hî sa­na­tın akıl­la­rı âciz bı­ra­kan muhteşem tezâhürleri karşısında insanın gönlüne Ziyâ Paşa’nın şu ifâdeleri gelmektedir:

Süb­hâ­ne men te­hay­ye­ra fî sun‘ihi’l-ukûl

Süb­hâ­ne men bi-kud­re­ti­hî ya’ci­zu’l-fu­hûl

“Sa­na­tı kar­şı­sın­da akıl­la­rın hay­re­te düş­tü­ğü, kud­re­tiy­le en üs­tün âlim­le­ri bi­le âciz bı­ra­kan Al­lah Te­âlâ’yı tes­bîh ede­rim.”

İşte insan, kâinat kitabını ibret ve hikmet nazarıyla okuyup Rabbini yakînen tanıyabildiği zaman; âlemin süsü, kâinâtın göz bebeği ve varlıkların sertâcı olur…

 


Kâinat Kitabı

Hak dostları, kudret-i ilâhînin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. «  اِقْرَاْ / Oku!» tecellîsinden nasîb alırlar. İlâhî kudret ve azameti hayranlıkla seyrederek kâinat kitabının sayfalarını hayret ve dehşet içinde çevirir ve okurlar.

Neler Okurlar Neler…

Hak dostları kâinat sayfalarında görürler ki: Sermâyesi aynı toprakta sayısız bitkiler, rengârenk yapraklar ve çiçekler… Hepsinde ayrı bir meneviş. Renkleri, kokuları, lezzetleri ve şekilleri birbirinden farklı çeşit çeşit meyveler… Bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde hârika desenler içinde kelebekler. Her birinde lisân-ı hâl denilen sırlı beyanlar. Gözlerin bakışına, beynin idrâkine, bilhassa kalplerin hassâsiyetine sunulmuş sonsuz ilâhî hârikalar…

Takvâ ile Derinleşilir

Takvâ sahibi kullar, tefekkürde derinleşirler; açan çiçeklerin, öten kuşların, meyveli ağaçların hepsinin lisânına âşinâ olurlar. Onlardaki zarâfet, incelik ve güzelliği, mânevî hayatlarına aksettirirler.

Çiçekler gibi ince ruhlu, meyveli ağaçlar gibi ikram sahibi olurlar. İşte bunlar, Allâh’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de senâ ettiği bahtiyar kimselerdir.

Her Yer İlâhî Bir Müze

Bu âlemde ne varsa zerreden kürreye kadar her şey ilâhî bir sanat hârikası. Her yer ilâhî bir müze. Her şey bir îcat bedîası. Her tarafta bin bir ilâhî sergi ve nakış…

Semâmızdaki İbret

Cenâb-ı Hak, « وَالشَّمْسِ » (eş-Şems, 1) buyurarak güneşteki ilâhî azamet tecellîlerini tefekküre davet ediyor. Güneşin yaşı takriben 5 milyar yıldır. Isısını kendi merkezindeki nükleer ocağından alıp yanmaya devam eder. İç sıcaklığı 20 milyon 0C, dış sıcaklığı 6 bin 0C’dir.

Dünyamız gibi tam 1 milyon 300 bin tane gezegen hacmindedir. Her saniyede 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. 4 milyon tonluk fark da gaz maddesi hâlinde enerji/ışın hâlinde yayılır. Yani güneş; saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir. Ancak güneşin bugüne kadar kaybettiği madde, sadece 5 binde birdir. Yine güneş, Samanyolu’nda bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan sadece birisidir.

İnsanın şu muazzam ilâhî saltanat karşısında alık, abus ve gâfil kalması ve bu dünyaya geliş ve gidiş sırrından habersiz yaşaması ne hazindir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bizleri şöyle îkaz eder:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39)

Kâinâtın Özü

Kur’ân-ı Kerim, kelâm sûretine bürünmüş bir kâinattır. Kâinat da, fiilî bir Kur’ân’dır. İnsan ise, zübde-i kâinat, yani kâinâtın özü olarak yaratılmıştır. Bu itibarla kâinattaki hikmet cevherini ve sırları fark eden insan, aslında kendindeki cevheri ve sırları fark etmiş olur.

Akıl Terazisi

İlâhî azamet akışları karşısında Ziya Paşa der ki:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez;

Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!