Mânevî Rehabilitasyon

Gençlerle Hasbihâl -2-

Yıl: 2011 Ay: Mart Sayı: 54

Günümüz insanı, büyük bir mânevî boşluk ve rûhî tatminsizlik içerisinde yaşadığından, pek çok psikolojik hastalıklarla karşı karşıya kalmaktadır. Nitekim günümüzde en çok revaçta olan klinikler de bu saha ile ilgili olanlardır.

Hâlbuki Asr-ı Saâdetʼe baktığımızda herhangi bir psikolojik rahatsızlık vakasıyla karşılaşmıyoruz; gelen rivâyetlerde böyle bir kayda rastlamıyoruz. Hadîs-i şerîflerde maddî hastalıklardan bahsedilip tedâvisine dâir bâzı tavsiyeler naklediliyor. Fakat rûhî bunalımın getirdiği bir hastalık bildirilmiyor.

Zira Asr-ı Saâdet toplumunda ilâhî hakîkatlerle yoğrulup olgunlaşan ruhlar, hayatın en zor şartlarına bile mukâvemet edebilecek bir kuvvet, dirâyet ve metânet kazanmıştı. Aşkla yaşanan îmânın öğrettiği rızâ, tevekkül ve teslîmiyet hâli, müʼminleri bütün dünyevî sıkıntıları aşabilecek bir ruh kıvâmına ulaştırmıştı. Bunun içindir ki müʼmin gönüller, fânî hayatın acı-tatlı bütün tecellîlerini ilâhî bir imtihan olarak görüyor ve her hâlükârda; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” diyerek Cenâb-ı Hakkʼa büyük bir tevekkül ve teslîmiyet gösteriyorlardı.

Atâullah el-İskenderîʼnin şu niyâzı, bu hâlet-i rûhiyeyi ne güzel hulâsa eder:

“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti; Senʼi kaybeden neyi buldu?!”

Bağdatʼta asıldığı darağacında taşlanırken bile rûhî muvâzene ve vecd hâlini kaybetmeyen Hallâc-ı Mansur;

“Yâ Rabbi! Benden evvel beni taşlayanları affet…” diyebilecek kadar mânevî huzur içinde idi. Çünkü o, Allâhʼa dayanıyor, Oʼna güveniyor, gücünü Hakʼtan alıyordu. Bunun içindir ki rûhî bir zaafla bedduâya yönelmiyor, tıpkı Tâifʼte taşlanan Efendimizʼin kendisini taşlayanlar için hidâyet niyâzında bulunması gibi, o da her hâlükârda Hakkʼın rahmetine ilticâ ediyordu.

Yine Roma sirklerinde arslanlara parçalatılan ilk Îsevîler, büyük ateş çukurlarına atılan Ashâb-ı Uhdûd, kolları ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılan Firavunʼun sihirbazları da Allâhʼa tevekkül ediyor, güçlerini Allahʼtan alarak canları pahasına îmanlarını koruma mücâdelesi veriyorlardı.

İşte dünya ve âhirette huzur ve saâdetin özü, gücünü Allahʼtan alabilmenin yoluna girebilmektir. Bilhassa gençliğin en büyük meziyeti, bu îman kuvveti olmalı ki, önündeki yollar açılsın. Günde beş vakit kıldığımız namazların her rekâtında tekrar ettiğimiz; اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ : Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetinin muhtevâsına girebilen bir insanın gözünde, bütün dünya kederleri küçülecektir.

Cemil Meriçʼin güzel bir tâbiri var:

Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.” der.

Gerçekten de namazını tâdil-i erkân ile kılabilen bir insanın rûhî rahatsızlıklara uğraması düşünülemez. Zira namaz, kulun sonsuz kudrete hâlini ve muhtaçlığını arz ederek Oʼna sığınması ve Oʼndan yardım dilemesidir. Sonsuz bir kudrete lâyıkıyla güvenip dayanan bir kimsenin rûhu gerçek huzura erer. Namazlarını bu şuurla, kendini vererek, Cenâb-ı Hakkʼa mülâkî olurcasına bir huşû içinde kılabilen bir müʼminin rûhu, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Hayatın iniş-çıkışları onun rûhî muvâzenesini sarsamaz.

Bu sebeple namaza son derece dikkat etmemiz, ona vakit ayırmamız, namazı mecbûretiyet bertaraf eder gibi aralara sıkıştırmamamız, bilâkis hayatımızda namazın alanını genişletmemiz îcâb eder. Namazdan sonra bile Hakkʼın huzûrunda olduğumuz şuurunu sürekli kalbimizde taşımamız gerekir.

Cenâb-ı Hak namaz üzerinde çok duruyor. Müʼminler için; “Namazı huşû ile, muhâfaza ederek ve dâimî olarak kılarlar.” buyuruyor.[1] Yine böyle bir namazın -Kurʼânî ifâdeyle- “fahşâ ve münker”den, yani edepsizlik, hayâsızlık ve günahlardan koruyacağını bildiriyor.[2]

Yine Cenâb-ı Hak dâimâ kendisine duâ ve ilticâ hâlinde bulunmamızı istiyor. Furkan Sûresiʼnin son âyetinde; (Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” buyuruyor. Onun için duâ çok mühimdir. Dâimâ duâ halinde olmalıyız. Yegâne sığınak, barınak ve dayanağın Cenâb-ı Hak olduğunu unutmamalıyız.

Nitekim yüksek ruhlar, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar. Duâda rûhu dolduran, ilâhî rahmetin ümididir. İsteriz ki Sonsuz Kudret bize merhamet etsin ve üzerimize lûtfunu ihsan buyursun. İlâhî rahmetin ümîdi gönüllerde bir sevdâ hâline gelince, duâ da en yüksek keyfiyetine ulaşmış olur. Bu hâl, takvânın neticesidir. Gözyaşı ve ilâhî rahmetin buluştuğu bir duâ, kevser­lerin en tatlısıdır. Hak âşıkları o kevserin kenarında söyleşir, yanık yürekler onun serinliğiyle ferahlar, yorgun gönüller onu içtikçe dinlenip huzur bulur.

Oruç ibâdeti de bizlere nîmetlerin kadrini hatırlatarak muhtaçların hâlinden anlamamızı telkin eder. Yani orucun verdiği ilk ders, merhamet dersidir. Merhametsizlikle tıkanan kalplerin damarlarını oruç açmaktadır. Zira açın hâlinden aç olan anlar. Nitekim Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a şöyle sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun?” O ise şu cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

Zira İslâm ahlâkının en mühim esaslarından biri; diğergâmlık, yani din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmektir. Bu meyanda her müʼmin ictimâîleşmek mecbûriyetindedir. Ferdiyetçilik, egoistlik, bencillik, hodgâmlık, bir müslümanın ahlâkı olamaz. Müslüman, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna çalışmaktan geçtiğini bilen, din kardeşinin huzuruyla huzur bulan, hüznüyle mahzun olan, diğergâm, merhametli, fedâkâr insandır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Merhamet, îmânın ilk meyvesidir ve bir müʼminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Bu sebeple Allâhʼın rızâsını arayan ve yakınlığını isteyen bir müʼminin merhametsiz olması düşünülemez. Cenâb-ı Hakkʼın Kurʼân-ı Kerîmʼde en çok zikredilen esmâsı da; “Rahmân ve Rahîm” esmâsıdır.

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsızsa yüksek ruhlar için de insanlara acımamak o şekilde imkânsızdır. Zira merhamet, gerçek müʼminlerin tabiat-ı asliyesidir. Merhamet, insanlığımızın şâhididir ve bizi kalp yoluyla Allâhʼa götüren ilâhî bir cevherdir. Merhametsiz insan, en büyük hazineyi ve ebedî saâdetlerin kapısını açan anahtarı kaybetmiş demektir.

Merhamet ve fedâkârlığın en büyük göstergesi ise, Allah yolundaki hizmet ve gayretlerdir. Bunun tipik bir misâlini Bahâuddîn Nakşibend Hazretleriʼnde görüyoruz. O büyük Hak dostu, intisâbının ilk yıllarında, nefsini terbiye edip gurur ve kibrin zıddı olan “hiçlik hâli”ne ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, sahipsiz, yaralı hayvanlara hizmet etmiş, onlara sahip çıkmış, hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek kâbına varılmaz bir hizmet hayâtı yaşamıştır.

İşte bu gönül kıvâmıyla ve nefsini aşarak mahlûkâta hizmet edebilmek, Hakkʼın rızâsını aramanın en güzel yollarından biridir. Bu ise kâmil ruhların zaferidir.

Öte yandan cömertlik de müʼminlerin alâmet-i fârikasıdır. Müʼmin, zengin de olsa, fakir de olsa ganî gönüllü ve fedâkâr insandır. Cenâb-ı Hak, pek çok âyet-i kerîmede infâkı emrederek müʼminleri maldan ve candan fedâkârlığa dâvet etmektedir.

Allah rızâsı için infâk edilen zekât ve sadakalar, toplumda zengin ile fakir arasındaki husûmeti bertaraf ederek din kardeşliğinin pekiştirilmesine de vesîle olur. İctimâî huzur ve yardımlaşma duyguları gelişir. Dolayısıyla sıhhatli ve sağlam bir toplum yapısının teşekkülüne zemin hazırlar.

Cemil Meriç der ki:

“Oruç, (zekât ve infak) gibi ibadetlere devam eden bir toplumda sosyolojik patlamalar olmaz. Bunun sonucunda büyük buhranlar yaşanmaz, zulüm olmaz.”

Şu iki misal, İslâm ahlâkının bir topluma kazandırdığı huzuru ifâde bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlı’nın son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dâir kitabın bir ekinde anlatıldığına göre, 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler, kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşâhede ettiği gerçek, son derece ibretli idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Çünkü herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Netice itibârıyla böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan çıkarmak imkânsız!..”

Meşhur seyyah De la Motraye de şöyle der:

“Osmanlı ülkesinde birisinin evi yanıp bütün âile efrâdının dünyâlık nâmına nesi varsa hepsi kül olup gitse bile, diğer toplumlarda görülen kadın hıçkırıkları ve çocuk ağlamaları onlarda görülmez. Bütün servetleri böyle yok olmuş kimselerde Allâh’ın takdîrine karşı tam bir tevekkül ve teslîmiyet görülür. Hayırsever ahâli, ona derhal evin yeniden inşâ edilip döşenmesine kâfî gelecek miktarda, hattâ bâzen lüzûmundan fazla yardımda bulunur.”

Bu sebeple Yaratanʼdan ötürü yaratılana merhamet, şefkat, fedâkâr­lık ve hizmeti tabiat-ı asliye hâline getirebilen fertlerden oluşan bir toplumda rûhî buhranlar, maddî sıkıntılar, geçimsizlikler, çatışmalar, yerini huzur ve sükûna terk eder.

Nitekim eskiden vakıflar, halkın maddî sıkıntılarına; tekkeler ve dergâhlar da mânevî problemlerine çâre oluyordu. O müesseseler, bir tür rehabilitasyon merkezi vazifesi görüyordu. İşi bozulan, evde âilesi ile sıkıntı yaşayan, herhangi bir problemi olan oraya gidiyor, orada mânen tedâvi görüyordu. Dergâhın sohbetiyle, zikriyle, rûhâniyetiyle huzur bulup dönüyordu. Günümüzde maalesef bu gibi mânevî tesellî imkânları azaldığı için stres artıyor, insanlar saldırganlaşıyor.

Velhâsıl, gönlünü bütün mahlûkâtın huzur bulacağı bir rahmet dergâhı kılabilen, hizmet ve gayret ehli, vakıf insanlara bilhassa zamanımızda çok daha büyük bir ihtiyaç bulunuyor. İnsanlık, geçmişte olduğu gibi bugün de maddî-mânevî yaralarına lûtuf merhemi olacak kâmil insanları arıyor…

Cenâb-ı Hak, bütün niyet ve amellerimizi kendi rızâsıyla telif eylesin! Elimizden, dilimizden ve gönlümüzden bütün insanlık müstefîd olsun; huzur, saâdet, selâmet ve hidâyet bulsun!

Âmîn…


Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Müʼminûn 2, 9; el-Meâric, 23.

[2] Bkz. el-Ankebût, 45.