Makbul Kulluk, Bir Ömür… Gerçek Bayram, Ebedî…

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Ekim Sayı: 44

DÜNYANIN LEZZETLERİ FÂNÎ…

Rahmet, mağfiret ve cehennemden âzad mevsimi olan bir Ramazân-ı şerîfi daha yaşadık elhamdülillâh. Sonra da bayrama eriştik.

İnşâallah bu rahmet ikliminden hakkıyla istifade edebilmişizdir. İnşâallah kurtuluşa erenlerden olmuşuzdur. İnşâallah ebedî bayramı hak etmişizdir. Çünkü bayramlar içinde en mühim ve asıl olanı, o ebedî bayram. Hamd sancağının gölgesinde yaşanacak olan bayram. Cennet-i âlâya girildiğinde yaşanacak olan bayram. Cenâb-ı Hakk’ın cemaline mülâkî olduğumuzda yaşanacak olan bayram. Sonsuz nimetler içerisinde hiç bitmeyecek olan ebedî bayram.

İşte bütün mesele o bayrama kavuşabilmek.

Bunun için dünya tarlasında en mühim hasat mevsimi olan Ramazân-ı şerîfi ömrümüzün tamamına yayabilmek şart. Orucun bize kazandırdığı güzellikleri devam ettirebilmek şart. Kur’ân ile alâkamızı Ramazan hassasiyeti ile senenin her ayında canlı tutabilmek şart. Ramazân-ı şerifteki cömertliği, aynı infak ve îsar heyecanı içerisinde sürdürebilmek şart. Kulluk aşkı ve ibadet gayretini, aynı şekilde yaşayabilmek şart.

O zaman;

Son nefesimiz bizi gerçek bayramın eşiğine ulaştırır. Ebedî bayramın idrak ve şuuru, şu anki bayramlarımızı da daha bir bereketli ve feyizli hâle getirir. Behlül Dânâ Hazretleri’nin şu ölçüsü ile yaşamaya başlarız:

“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emin olanadır.”

Unutmamalı ki;

ÂHİRET İÇİN YARATILDIK

Dünya hayatı sadece gelip geçici bir metâdır.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, içinde bulunduğumuz güz mevsiminde şahit olduğumuz hazan manzarasını misal getirerek dünya hayatının fânîliğini, esas hayatın ise âhiret olduğunu şöyle vurgulamaktadır:

“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlât sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Âhirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allâh’ın mağfiret ve rızâsı vardır. Dünya hayatı, aldanış metâından başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20)

Bu âyetin en zirvede idraki içinde olan ve fânî hayat ile bâkî hayat arasındaki farkı çok iyi bilen Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; sıkıntı, darlık ve zorluk demlerinde de, ferah fetih zamanlarında da daima buyurmuştur ki:

“ESAS HAYAT ÂHİRET HAYATIDIR”

Bütün amellerimiz, işlerimiz, gerek cismânî ve gerek rûhânî varlığımız için mutlak dönüş O’nadır. Ne kadar uzun yaşasak da, «Kaalû Belâ» bezminden bu yana ayrı kaldığımız huzûr-i ilâhîye döneceğiz. Çünkü;

“Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (Bakara, 156)

Mademki o huzura döneceğiz. Öyleyse tertemiz hâle gelmemiz, sâlih bir kıvama erişmemiz zarurî. Çünkü her hâlimiz Cenâb-ı Hakk’a ayan durumda. O’ndan gizli kalabilecek hiçbir sır yok. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin. Allâh’ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun huzurunda toplanacağınızı bilin.” (Enfal, 24)

O’nun huzurunda toplanacağımız gün;

“Sırların, gizli hususların ortaya döküldüğü gün…”dür.

Artık;

“O gün insan için ne bir kuvvet ne de bir yardımcı vardır.” (Târık 9-10)

Gizli ve açık her şeyin ortaya döküleceği gün için kullarını îkaz eden Mevlâ Teâlâ, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir.” (İsrâ, 25)

Fakat merhameti gazabına galebe çalan Cenâb-ı Hak; gönül dünyamızdan haberdar olduğunu ihtar ettikten sonra biz kullarına kalplerimizi tasfiye etmemiz, hâlimizi ıslah ederek, sâlih kişiler olmamız için tevbe kapısını sonuna kadar açmıştır;

“Eğer siz sâlih/güzel amel sahibi bir kimse olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 25)

O hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın kalplerimizde saklı sırlarımıza dahî vâkıf olduğu hakikatinin idraki ve şuuru içerisinde tevbe-i nasûha yönelmek zarurîdir.

Tevbe-i nasûh ki;

HER DERDİN ÇARESİ, ÇARESİZLERİN ÇARESİ

Cenâb-ı Hak, tevbe ve istiğfar ederek sâlih amellere yönelen kullarını her türlü sıkıntıdan kurtarır ve onlara pek çok lütuflarda bulunur.

Bir defasında Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi gelmişti. Biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki tarlasının verimsizliğinden, dördüncüsü de çocuğunun olmayışından şikâyette bulunarak ondan himmet talep ettiler. Bu büyük velî, onları sükûnetle dinledikten sonra her birine de istiğfârı tavsiye etti. Yanındakiler kendisine:

“–Efendim, bu kimselerin dert ve sıkıntıları farklı farklı, lâkin siz hepsine de aynı şeyi tavsiye ettiniz?!” dediler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri onlara cevaben şu âyet-i kerîmeyi okudu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12) (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kārî, Beyrut ts. XXII, 277-278)

Allah’tan mağfiret/bağışlanma dilemek, işte böylesine rahmet, lütuf ve bereket kapıları açmakta. Hem dünyada hem âhirette.

Ancak elbette ki tevbelerimiz, gerçek bir tevbe mahiyetinde olmalı.

Şimdi şeytanın zincirleri çözüldü. Ramazân-ı şerifteki gibi zincirli değil, üstelik mü’minlerin kazandığı mânevî makamlarla daha da hırslandı. Dolayısıyla şimdi tevbelerimizde bizi kandırmamasına dikkat etmemiz zarurî. Yani;

Tevbemiz, gerçek bir nedamet olmalı.

Tevbemiz, günahtan nefret ederek bir daha asla dönmemek üzere olmalı.

Yine bol bol amel-i sâlih ile tevbeler pekiştirilmeli.

Kısacası;

TEVBEDE SAMİMİYET ŞART

Hiçbir zaman;

“Allah Teâlâ nasılsa günahları affeder, O çok merhametlidir.” şeklinde nefsânî fısıltılar ve şeytânî düşüncelerle tevbeler bozulmamalı. Yani tekrar günah bataklığına saplanmamalı, insanlığın apaçık düşmanı olan şeytanın hilesine düşülmemeli.

Cenâb-ı Hak, iblisin günaha dalma hususunda insanı gevşekliğe sürükleyen telkinlerine karşı kullarına kendisini şöyle tanıtmıştır:

(Rasûlüm!) Kullarıma, Ben’im, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim azâbımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.” (Hicr, 49, 50)

Şairin ifadesiyle;

Ne merhametli Hudâ, Rabbimiz Gafur ve Rahim,

Fakat azâbı da dehşetli bir azâb-ı elîm… (Seyrî)

Bu gerçeği tam idrak edebilmek, gönülleri samimiyet ve ihlâs ile yoğurur. Tevbede de en birinci şart budur. Aksi hâlde tevbe, ondan beklenen neticeyi vermez. Vermeyince gafil insan, tekrar günaha dalar. Bu meselede unutmamalı ki;

«Allâh’a dönüş» mânâsı taşıyan tevbeden dönmek, Allah yolundan çıkmak, iblis çıkmazına saplanmaktır. Cennet bahçelerinden kaçıp cehennem çukurlarına düşmektir.

Yani; hâlis tevbe yakınlık vesilesi iken, samimiyetten uzak bir tevbe insanı rahmetten uzaklaştırır.

İçinde bulunduğumuz günlerde bu îkazlar daha bir ehemmiyetli.  Çünkü;

Cenâb-ı Hak henüz idrak ettiğimiz Ramazân-ı şerifte tevbe ve istiğfar etmemiz, günahlardan arınarak merhamet ve mağfiret ihsanına ermemiz için büyük fırsatlar lutfetti. Elhamdülillâh mü’min gönüller de; oruçlarla, infaklarla, teravihlerle, teheccüdlerle, Kur’ân tilâvetleriyle, îtikâflarla, imkânı olanlar umre ve tavaflarla ilâhî rahmet tuğyanından iştiyakları ve nasipleri nisbetinde istifadeye çalıştı. Ramazân-ı şerîfi tamamlarken tertemiz olabilmek ideal ve aşkı ile kulluk gayreti içinde oldu. Bayrama böyle kavuşuldu.

Dolayısıyla şimdi en mühim mesele;

BU KIVAMI KORUMAK

Şimdi o lâhûtî Ramazân-ı şerif atmosferi yavaş yavaş çekilmekte ve hayat yine maddî telâşın günlük seyrine dönmekte. Ya gönüllerimiz? Gönüllerimiz de aynı telâşın içine mi sürüklenecek yoksa Ramazan-ı şerifte nâil olunan yüce ikramlar ve ihsanlara mazhar olabilme gayretini devam mı ettirecek?

Lisanımız bunun cevabını hemen ve kolayca bilir ve verir. Ancak hâlimizin ve kalbimizin bu husustaki durumu mühim. Dolayısıyla Ramazân-ı şerifte kazanılan kıvam, asla heba edilmemeli.

Bir ay boyunca doldurulan sâlih amel ambarımız, ebedî saadet hırsızı olan şeytana ve fânî hazlar tutkunu olan nefse deldirilmemeli.

Maddî-mânevî açlığı gideren sahurlarla elde edilen seher uyanıklığı, gaflet uykusuna feda edilmemeli. Zira Cenâb-ı Hakk’ın:

«وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَار»

“Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) müjdesine nâil olabilmemiz için seherlerde uyanık olmalı. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ve tazarrûmuz, rûhumuza bir lezzet bahşetmeli.

Camilere, cemaate devama yönelen kalbî iştiyaklar, yerini; «cumadan cumaya…» irtibatsızlığına bırakmamalı.

Mukabeleler, hatimler vesilesiyle artan Kur’ân-ı Kerim ülfeti rafa kaldırılmamalı.

Allah rızâsı için icrâ edilen sohbetlere Ramazan sonrası da bir ibadet vecdi ve heyecanı içinde iştirak etmeli ki sohbetler bizim rûhumuza reçete vermeli.

Oruçla hassaslaşan, merhameti artan gönüllerimiz hantallaşmamalı; zekâtlarla, fitrelerle coşan infak çeşmemiz kurumamalı. Şeyh Sâdî’nin:

“Hak dostları, kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” şeklinde ifade ettiği gibi gariplerin, kimsesizlerin ve yalnızların yanı başında olmalıyız.

“Nasıl olsa Ramazan yine gelir yine affediliriz…” gibi düşüncelere kapılmamalı, günlük hevesâta aldanmamalı, son nefesin her an kapımızı çalabileceği gerçeği akıldan hiç çıkarılmamalı.

Aksi hâlde:

İpliğini sağlamca eğirdikten sonra tekrar söküp bozan bir kişinin hamâkatına düşülür. Neticede bütün bir hasat mevsimi ambarını doldurduktan sonra, mahsulünü nefis ve şeytan faresine kaptıran bir müflis durumuna düşmek kaçınılmaz olur.

Bu hâle düşmemek için bütün ömrümüze Ramazân-ı şerif kıvamını kazandırabilirsek; o zaman en büyük kazanç, ebedî bir bayram saadeti bizleri bekler.

Alışverişin en akıllıcası, kârın en büyüğü budur… Öyleyse;

BİLMELİ Kİ

Dindarlık, sadece Ramazan ayına ve muayyen günlere mahsus değildir; hakikî dindarlık ömürlük bir takvâ hayatı sürmektir. Bu bakımdan Ramazan’dan sonraki aylarda da zamanımızı değerlendirme hususunda gafletten sakınmalıyız.

Ramazân-ı şerif gibi ilâhî irade ile sınırlandırılmış olan ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, bayram günümüz olsun. İhlâslı niyet ve amellerle îfâ ve ihyâsına gayret ettiğimiz bu Ramazân’ımızı -Rabbimizin lutfuyla- aynı rûhâniyet ve feyiz ile gelecek senenin Ramazân’ına bağlayabilme azmi içinde olmalıyız.

Hayatımız, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşarak huzur arama vesileleriyle güzelleşmelidir. Hayatımızın; bir takvâ hayatı, bir ihsan hayatı, bir zühd hayatı hâline gelmesine gayret etmeliyiz.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; bir hadîs-i şeriflerinde ilâhî ikramlara mazhar olan sâlih bir kulun misalini beyan etmektedir. İşte; Hak yolunda infaktan lezzet alan, mahlûkata Hâlık’ının nazarıyla bakarak merhamette derinleşen bir yürek… Böyle bir hayat;

İHSAN HAYATI…

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyuruyor:

“Bir kimse çölde yolculuk ediyordu. Semâdan; «Falan adamın bahçesini sula!» diye bir ses duydu. Başını kaldırıp baktı, gökte sadece bir bulut vardı. Evet, ses oradan geliyordu. Adam hayretler içinde kaldı ve bulutu takip etmeye başladı.

Bulut, kara taşlık bir yere gelince suyunu boşalttı. Yağmur suları bir derede toplandı. Bu defa o şahıs suyu takip etmeye başladı. Önüne bir bahçe çıktı. Bir kişi elindeki kürekle suyu oraya buraya çevirerek bahçesini suluyordu. Onunla konuşmaya karar verdi:

“–Ey Allâh’ın kulu! İsmin nedir?” diye sordu.

O zat, buluttan duyduğu ismi söyledi. Sonra da:

“–İsmimi niçin soruyorsun?” dedi.

O da:

“–Biraz önceki yağmuru yağdıran bulut vardı ya…” diye söze başladı: “Bir kimse o buluta senin adını söyleyerek; «Falanın bahçesini sula!» dedi. Ben de bulutun ardından giderek buraya kadar geldim. Adını da onun için soruyorum. Sen hangi davranışın sebebiyle Allâh’ın bu lutfuna mazhar oldun?”

Bahçe sahibi şunları söyledi:

“–Madem merak ediyorsun söyleyeyim: Şu gördüğün bahçe ürün verince oturup hesap yaparım. Ürünün üçte birini sadaka diye dağıtırım; üçte birini çoluk çocuğumla birlikte yerim; üçte birini de tohumluk yaparım. İşte benim yaptığım bundan ibarettir.” (Müslim, Zühd, 45; Ahmed, II, 296)

Cenâb-ı Hak, kullarını ebedî cennet bayramına kavuşturmayı arzu etmekte. Fakat bu ebedî bayram mükâfatı için, kullarının fânî ömür sermayelerini, Rablerinin rızâsına uygun sarf etmelerini istemektedir. Buna riayet edebilmekse, hayli zordur. Çünkü;

DÜNYA, BÜYÜK ENGEL

Dünya hayatı fânî olduğu hâlde, imtihan sırrı gereği nefislerimiz için yaldızlı ve süslü hâle getirilmiştir. Nefsin mayasında da fânîliğe isyan vardır. Nefis, bâkî olmak ister. Dolayısıyla dünya malını, kendisini fânîlik ve yalnızlıktan kurtaracak bir teminat sanarak ona beyhûde yere sarılır:

 “(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye/sarıcı bir ateşe atılacaktır.” (Hümeze, 3-4)

Gönül gözünü açmış, dünyayı gerçek görüntüsüyle görmüş olanlar ise, dünya malını Hak rızâsı için kullanmayı bilmişler, kendi nefisleri için ona hiç itibar etmemişlerdir. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi malı, iç dünyalarına, gönüllerine sızdırmadıkları için, dünya denizi üzerinde gemilerini rahatça yüzdürmüşlerdir.

İşte o gönül erlerinden bir cihan hükümdarının sergilediği;

ZÜHD ANLAYIŞI…

Cengâver hakan Yavuz Sultan Selim Han, çok sade bir hayat yaşadı. Az uyuduğu için ekseriyetle geceleri kitap okumakla geçirirdi. Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Ağaçtan tabak kullanırdı. Dünyevî lezzetlerden hoşlanmazdı.

Bir gün oğlu Süleyman’ı (Kanunî’yi) çok süslü kaftanlar içerisinde görünce, nükteli bir şekilde:

“Oğlum, o kadar süslenmişsin ki, annene giyecek bir şey bırakmamışsın!..” dedi.

Kendisi pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara:

“Süslü ve şâşaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?” derdi.

Üç kıtaya hidâyet, hak-hukuk tevzî eden bir hükümdarın, helâl olan dünya nimetlerine dahî gönlünü kaptırmaması, gözünü kat kat daha kıymetli olan âhiret yurduna çevirmiş ve daha önemlisi gönlünü Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına bağlamış olmasındandır. Bir bakıma Ramazân-ı şerîfi bütün bir ömrüne teşmil etmesindendir.

Bizler de;

Bir ay boyunca tuttuğumuz oruç ibadetiyle bir nevi zühd hayatı yaşadık. Şimdi bu zühd hayatının aynı tecellîlerle devam etmesi için yapılması gereken şey, takvâya sarılmak. Bu takvânın bir cüzünün de Şevval ayında tutulacak altı gün oruç olduğunu da unutmamak îcab eder.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu ve benzeri nâfilelerle yaşadığı mükemmel takvâ hayatı ümmete en güzel bir misaldir. Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ın senâsına mazhar olmuş, ömrüne yemin edilmiştir. Dolayısıyla en bereketli hayat;

O’NUN TAKVÂ HAYATI

O’nun vefatından sonra Âişe -radıyallâhu anhâ-, giyile giyile yıpranmış yamalı bir elbise gösterip şöyle söylemişti:

“Vallâhi Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, rûhunu işte bunların içinde teslim etti.” (Buhârî, Humus, 5; Libas, 19; Müslim, Libâs, 35; Ebû Dâvûd, Libâs, 5; Tirmizî, Libâs, 10; İbn-i Mace, Libâs, 1)

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbına işte böylesine mütevâzı ve zühd ölçüleri içerisinde bir yaşayış ile en güzel şekilde numune olmuştu. Neticede diğergâm, hizmet ehli, merhametli, şefkatli bir nesil meydana geldi ve onlar cihana müstesnâ bir faziletler medeniyeti sundular.

Bu medeniyette her haslet, takvâdan ibaret oldu. Her güzel davranış, ihlâs toprağında yeşerdi. Tevâzu ve vakar, gönüllerin en vazgeçilmez libası hâline geldi. Bilhassa bütün mahlûkata hizmet, mağfiret yarışında en mühim kulluk şuuru ve rızâ-yı ilâhî şartı oldu. Denilebilir ki;

Sahâbe-i kiram ve onları ihsan üzere takip eden bütün İslâm âlimleri ve Allah dostlarının hayatı, tamamıyla hizmet ömrüdür. En güzel haslet ve dâsitânî faziletlerle dolu bir;

HİZMET ÖMRÜ…

Ashâbın ileri gelenlerinden Selman -radıyallâhu anh-, Medâin şehrinde valiydi. Bir gün Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir kimse Medâin’e geldi. Yanında bir yük de incir getirmişti. Yolda Selman -radıyallâhu anh-’a rastladı. Mübarek sahâbînin sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, henüz onu tanımıyordu. Tanımadığı için de sırf onun elbise ve hâline bakarak seslendi:

“–Gel şunu taşı!”

Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:

“–Yükünü taşıyan bu adam validir!” dediler.

Şamlı derhâl:

“–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selman -radıyallâhu anh-:

“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa‘d, IV, 88)

Hazret-i Selman -radıyallâhu anh-’ın bu tevâzu hâli, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’den, O’nun şahsında bütün ümmetinden talep ettiği bir lisandır ki onun da vasfı;

RAHMET LİSANI

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Müslümanların sayıca az ve ekseriyetle fakir olduğu, üstelik baskı ve zulümler altında inlediği Mekke devrinde ashâbının fakir olanlarını da, kendisine zimmetli hissediyor ve onlara ne bulursa infak ediyordu. Fakat verecek bir şey bulamadığında ızdırap içinde, yüzlerine bakamadığı için yüzünü çeviriyordu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine «قَوْلًا مَيْسُورًا» gönül alıcı bir söz söyle.” (İsrâ, 28)

Bu âyet-i kerîme, mü’minlerin içtimâîleşmeleri, yani birbirlerinin dert ortağı olmaları zaruretini ifade etmektedir. Bir mü’min, daima etrafına İslâm’ın güler yüzünü göstermek mecburiyetindedir. Bunun için maddî imkânı olmayanların dahî tatlı bir lisan ile mü’minlerin gönüllerini hoşnut etmeye çalışması gerekmektedir. Yani bir ömür rahmet dilini kullanmalıdır. Şairin dediği gibi;

Ağzın güzelim sözlere olmuşsa mezar,

Tüm dilleri bilsen ne çıkar, sâde zarar!

İnsanla konuşmak mı murâdın, dostum,

Bir tatlı dil öğren, onu herkes anlar!.. (Seyrî)

Varlığın Nûru olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ömrü boyunca haksız yere kimseyi incitmemiştir. Bu açıdan da O’nun hayatı; sözüyle, sükûtuyla, fiiliyle, duruşuyla tam bir numune. Bambaşka bir;

ZARAFET HAYATI

Efendimiz’in küçük hizmetkârı Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ben Rasûlullâh’ın ellerinden daha yumuşak olan ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum. Allah Rasûlü’nün kokusundan daha hoş bir râyiha da koklamadım. Efendimiz’e tam on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile; «Üf!» demedi. Yaptığım bir şey sebebiyle;

«Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir iş sebebiyle de bir kez bile;

«Şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi. (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Gönüllere ulaşmanın ne büyük bir fazilet olduğunu bilen Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Bir gönül al ki, hacc-ı ekber olsun.”

Zira ilâhî nazarların insandaki tecelligâhı kalp olduğu gibi, kâinattaki tecelligâhı da Kâbe’dir. Yani kâinat içinde Kâbe, bir mânâda insan vücudundaki kalp mesâbesindedir. Bu açıdan bir gönlü kazanan, bir mânâda haccetmiş gibi olur. Yani haccın rûhâniyetinden nasiplenir. Yoksa tasavvuf ehlinden sâdır olan bu tür sözler, insan sevgisinin şer’î hac emrinin yerini tutacağı gibi bâtıl bir yorumla yanlış anlaşılmamalıdır.

Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur;

“Merhem ol, sakın diken olma.”

Çünkü hayatların ancak böyle ihsan, takvâ, zühd, hizmet ve rahmete adandığı bir cemiyette hiç şüphesiz ki daimî bir bayram hâli yaşanacaktır. Böyle bir cemiyetin fertleri kendilerini ebedî bayram saadetine kavuşturacak olan ilâhî rızâya da erişeceklerdir.

Velhâsıl;

Gerçek bayram, Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. O hâlde bu sevinç günlerinde özellikle de yetim, kimsesiz, fakir ve muhtaçları sevindirelim ki, ilâhî rahmet ve merhamet tecellîlerinden nasib alabilelim.

Cenâb-ı Hak cümlemize, râzı olduğu bir hayat ile yaşamayı ve O’na takvâlı bir Müslüman olarak kavuşmayı ihsan eylesin. Bizleri rûz-i mahşerde livâ-yı hamd altında, havz-ı kevser serinliğinde, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in eşiğinde ebedî bayrama eriştirsin.

Âmîn!..