Kardeşliğin İhyâsı

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -11-

2008 – Eylul, Sayı: 271, Sayfa: 032

Cenâb-ı Hak bütün mü’minleri kardeş ilân etmiş, kardeşliğin şart ve vecîbelerini beyân etmek için de Peygamber Efendimiz’i biz kullarına numûne-i imtisal kılmıştır. Sahâbe-i kirâm ve Hak dostlarını da, kardeşlik ruh ve şuurunun zamanlara yayılan zirveleri eylemiştir. Dünyâda yalnızca mü’minlere bahşedilen bu müstesnâ saâdet hazînesini muhâfaza etmek, mü’minlerin en mühim vazîfelerindendir. Zîrâ lâyıkıyla sahip çıkılmayan kıymetler, zamanla elden çıkar.

Kardeşlik cevherini muhâfaza etmek; onu şefkat, merhamet, nezâket ve mes’ûliyet şuuruyla yaşamaya bağlıdır. Bu hususta ihmâl ve gaflet göstermek, mü’minlerin arasını bozmak için fırsat kollayan şeytana kapı aralamaktır. Bu fırsatı yakalayan şeytan -aleyhillâne-ise, mü’minlerin nefsâniyetlerini tahrik ederek birbirlerine darılmalarını teminde gecikmez.

Barışma Saâdetine Teşvik

Mü’minlerin birbirlerine gücenip darılmaları ve dargınlığı devâm ettirmeleri, İslâm nazarında çok ağır bir cürüm sayılmıştır. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- biz ümmetini bu hususta şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Kim din kardeşini bir yıl terk edip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günâha girer.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4915)

“Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912)

“Birbirinizi çekememezlik gibi kötü huylara kapılmayınız. Öfke ve hıncınızı birbirinizden çıkarmaya kalkmayınız. Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Başkalarının konuştuklarına kulak kesilmeyiniz… Ey Allâh’ın kulları! Kardeş olunuz!” (Müslim, Birr, 30)

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın beyânına göre; Pazartesi ve Perşembe günü kulların yaptıkları işler Allah Teâlâ’ya arz edilir. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi hâricinde, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları affedilir. Meleklere; “Şu iki kişinin af edilmesini birbirleriyle barışıncaya kadar erteleyin!” diye tembih edilir. (Müslim, Birr, 35-36; Ebû Dâvûd, Edeb, 47)

İslâm kardeşliğini zedelemenin, Allâh’ın merhametinden mahrum bırakan ağır bir îman zaafı olduğu da âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (el-Hucurât, 10)

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

Âyet-i kerîmelerde dargın mü’minlerin aralarını düzeltmeleri açıkça emredilmektedir. Yâni din kardeşliği, “ben haklıyım sen haksızsın” gibi tartışmaların üzerine bir şal atarak, geçmiş husûmetleri unutmayı ve gerektiğinde nefsinden fedâkârlık yaparak mü’min kardeşini affetmenin fazîletine ermeyi gerektirir. Zîrâ küs durmak, Allâh’ın emrine itaatsizliktir. Kâmil bir mü’min, ne pahasına olursa olsun, hiçbir zaman Allâh’ın emrine bile bile itaatsizlik etmez. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da İslâm kardeşliğinin îmân ile münâsebetini şöyle ifâde etmişlerdir:

“Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam îmân etmiş olmazsınız. Size bir şey söyleyeyim ki onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93)

Bu bakımdan, din kardeşliğini muhâfazada titiz olmak ve dargınlığa mahal vermemek, bir îman zarûretidir.

Ahnef bin Kays şöyle buyurur:

“Kardeşlik, ince ve latif bir cevherdir. Onu korumazsan kazâya uğrar. Dâimâ hiddetini yenmekle onu koru ki, sana zulmeden gelip senden özür dilesin. Var olanla yetin, ne kendin için fazlasını ara, ne de kardeşinin kusuruna bak.” (İhyâ, II, 466)

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, takvâ sahibi mü’minlerin vasıfları sayılırken; “…Onlar öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” buyrulur. (Âl-i İmrân, 134)

Mevlânâ Hazretleri de, mü’minlerin, Allah için birbirlerinin kusurlarını affedip iyilikte bulunarak kardeşliği yaşatmaları gerektiğine şöyle işâret buyurur:

“Din kardeşinden bir cefâ gördünse, onun bin vefâsı olduğunu hatırla!.. Çünkü iyilik, günâha karşı şefaatçi gibidir.”

Din kardeşinden hatâ veya kusur gördüğünde ona küsmek yerine, onun nice güzel hasletlerinin bulunduğunu düşünüp bunlar hatırına onu affetmek ve onun asıl böyle durumlarda yardıma muhtaç olduğunu bilip yanında olmak îcâb eder.

Günaha Nefret, Günahkâra Merhamet…

Rivâyete göre iki kardeşlikten birisi istikâmetini bozduğu için, diğerine:

“–Artık bu kardeşinden vazgeç!” derler. O ise:

“–Ne münâsebet! Bilâkis o, asıl şimdi bana muhtaç oldu. Böyle bir zamanda onu terk etmek doğru olur mu hiç?! Ben şimdi ona öğüt verecek ve düzelmesi için Allâh’a duâ edeceğim.” der.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi de, düştüğü bir zaaf neticesinde son derece mahcûb olup dergâhtan kaçar. Bir müddet sonra, gönlü harâbeye dönmüş bu talebe, dostlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverir. Talebe, hocasını fark edip utancı sebebiyle derhal uzaklaşır. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruh-, yanındakilere:

“–Siz dönün, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip talebesinin ardınca gider. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini tâkib ettiğini görünce heyecana kapılarak adımlarını sıklaştırır. Girdiği bir çıkmaz sokakta mahcûbiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî başını duvara çarpar. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girip başını önüne eğer. Hazret müşfik sesiyle:

“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde ve müşkil zamanlarda olur.” der ve onu gönül sarayına alıp dergâhına götürür. (Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ, 469)

İslâm kardeşliği, nesep kardeşliği gibidir, hattâ daha da ileridir. İnsanın, günâha sürüklenen akrabâsını silip atması câiz olmadığı gibi, kardeşlik edindiği bir kimseyi de hatâ ve günahları sebebiyle tamamen reddetmesi ve dışlaması da uygun olmaz. Doğru olan, düşeni elinden tutup kaldırmaktır. Bunun için Allah Teâlâ, Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-’a akrabâları hakkında:

“Eğer Sana isyân ederlerse, «Ben sizin amelinizden berîyim!» de.” (eş-Şuarâ, 216) buyurmuştur. Câlib-i dikkattir ki; “Sizin yaptığınızdan berîyim.” demesini emretmiştir, “Sizden berîyim.” demesini değil!.. Yâni günâha olan nefreti günahkâra taşırmamak îcâb eder.

Mü’min, din kardeşinin huzûrunda veya gıyâbında, onun hoşlanmayacağı sözleri söylemekten kaçınmalıdır. Ancak emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker husûsunda, sükûta müsâade yoktur. Yâni gerektiğinde din kardeşini îkâz için münâsip bir lisanla, tenhâda, gözlerden uzak olarak, başbaşa nasihatte bulunmak zarûrîdir. Böyle bir durumda onun hoşlanıp hoşlanmadığına bakılmaz. Zîrâ bu îkazlar, her ne kadar görünüşte ağırına giderse de, gerçekte onun için büyük bir iyiliktir.

Hak dostlarından Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri sona erip ayrıldıklarında, Hazret içli içli ağlamaya başladı. Bu hâle şaşıran dostları, niçin ağladığını sordular. O ince ruhlu Hak dostu, derin bir iç çekti ve nemli gözlerle:

“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim. O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acabâ benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şâyet o, benim hatâ ve kusurlarımdan dolayı istikâmete gelmediyse, yarın hâlim nice olur!..” dedi ve boğazında düğümlenen hıçkırıklarla ağlamaya devâm etti.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Allah için birbirini seven iki kardeş buluştukları zaman, biri diğerini yıkayan iki el gibidirler. Ne zaman iki mü’min bir araya gelirse, Allah Teâlâ birini diğerinden faydalandırır.” (İhyâ, c. II, sf. 394)

Rabbimiz; mü’minlerin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır. Birbirini yıkayan iki elden maksat, birbirinin maddî-mânevî noksanını telâfî etmek, sevinç veya hüznünü paylaşmak, kusurlarını affetmek, derdine ortak olmak, birbirine öğütte bulunmak ve kardeşini kendinden daha iyi ve temiz bir insan olarak görmektir.

Ayrıca din kardeşinin bir yanlışını gördüğünde hemen menfî hüküm vermeyip önce hüsn-i zanla yaklaşmak, bu davranışının geçerli bir mâzereti olup olmadığına bakmak, kardeşlik âdâbındandır. Mü’minler; birbirlerini dâimâ hoş tutmalı, aslâ hor görmemeli, bilâkis kardeşinin Allah indinde kendisinden daha makbul olduğuna inanmalıdır.

Birlik ve Berâberliğin Temel Harcı:

İslâm Kardeşliği

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ilk müslümanları ilâhî rahmet ve ihsanla bir bahar faslı gibi kucaklamış; birbirine kanlı düşmanlar olan Arap kabileleri, müstesnâ bir kardeşlik atmosferi içinde muhabbetle kaynaşmıştır. Bu hakîkate âyet-i kerîmede şöyle işâret buyrulur:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 103)

Hazret-i Mevlânâ, İslâm kardeşliğini ne güzel îzah eder:

“Peygamber Efendimiz; «Müslümanlar tek bir can gibidir.» buyurmuştur. Tek bir can oldular ama, Allâh’ın Rasûlü sâyesinde oldular. Yoksa her biri, diğerine mutlak düşmandı. Medîne’de «Evs» ve «Hazrec» adında iki kabîle vardı. Bunlar; birbirlerinin kanını içecek kadar can düşmanı idiler.

Hazret-i Mustafâ’nın feyzi ve İslâm’ın nûru ile onların eski kinleri yok oldu gitti. O düşmanlar, önceleri bağdaki üzümler gibi, üzüm salkımındaki taneler gibi birbirlerine bağlı idiler. Birbirlerinin kardeşi idiler, lâkin «Mü’minler kardeştir.» âyeti indikten sonra onun feyiz ve rûhâniyetiyle, âdeta sıkılmış üzüm taneleri gibi tek bir şıra hâline geldiler, hakîkî mânâda birleşip kardeş oldular.”

Câhiliye devrinde zulüm, azgınlık, cehâlet ve korkunç kan dâvâları ile âdeta kan gölüne dönen bedevî çölleri, İslâm’ın nûru ile üstün bir medeniyet bahçesi oluverdi. Bugün bize kudsî bir mîras olarak intikal eden İslâm kardeşliği, o saâdet asrının bir bereketidir. İslâm kardeşliği sâyesindedir ki mü’minler; ırk, kavmiyet, meşrep ve mezhep gibi farklılıklara rağmen asırlarca birlik ve berâberliğin huzuruyla yaşamışlardır. Bu huzuru kaybetmek, ferdî ve ictimâî kayıpların en hazinidir. Birlik ve beraberliği baltalayan nefsânî ihtirasların, benlik dâvâlarının, siyâset ve riyâset kavgalarının, hiddet ve nefretin yegâne çâresi, “İslâm kardeşliği”dir.

Allâh için olan hakîkî kardeşlik, farklı bedenlerin bir kalp ile yaşaması gibidir. Allâh’ın rahmeti ve bereketi, bir ve beraber olanlar üzerine iner. Kuvvet ve muvaffakıyet, birlikten doğar. Meşhur kıssadır:

Hikmet ehli bir zât, ölüm döşeğinde vasiyetini yaparken, oğullarından birkaç değnek istemiş. Sonra da getirilen değnekleri bir demet yapıp oğullarına:

“–Haydi bunu kırın!” demiş. Oğulları kıramayınca demeti çözmüş.

“–Değnekleri birer birer alın, bakalım kırabilecek misiniz?” demiş. Hepsi birer değnek almış ve kırmış. Bunun üzerine o zât oğullarına:

“–Yavrularım! İşte siz benden sonra bu değnekler gibisiniz. Toplu olduğunuz müddetçe kimse sizi yenemez; lâkin ayrılırsanız, çabuk kırılır ve bozguna uğrarsınız.” diyerek hayat boyu bir ve beraber olmalarını istemiş.

Allah için birbirlerine muhabbetle kenetlenip, omuz omuza saf tutarak birlikte gayret ve mücâdele edenler, âyet-i kerîmede şöyle methedilir:

“Muhakkak ki Allah, kendi yolunda sanki kurşunla birbirine perçinlenmiş duvarlar gibi saf bağlayıp omuz omuza savaşanları sever.” (es-Saff, 4)

Hadîs-i şerîfte de mü’minlerin nasıl yek-vücûd ve tek yürek olmaları gerektiği şöyle beyân edilmektedir:

“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binâlar gibidir.” Peygamber Efendimiz, bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetlemiştir. (Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65)

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de:

“Kerem sahipleri bin kişi bile olsa, bir kişiden fazla değillerdir.” buyurur.

Din Kardeşinin Derdiyle Dertlenmek

İşte bu gönül birliği sebebiyledir ki kâmil mü’minler, din kardeşlerinin sevinciyle sevinip ıztırâbıyla muzdarip olurlar. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-bunu bir teşbîh ile şöyle îzah buyurmuşlardır:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Din kardeşinin derdiyle dertlenip ona bir çâre aramak, Allâh’ın rızâsını kazandıran büyük bir ictimâî ibâdettir. Buna bîgâne kalmak ise, bencilliktir. Bu bakımdan her mü’min, din kardeşinin derdini sînesinde hissetmeye mecburdur.

Hak dostu Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, bu husustaki hissiyâtını şöyle ifâde buyurmuştur.

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”

İşte gerçek bir İslâm kardeşliğinde sahip olunması gereken gönül ufku…

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalmanın İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bildirmişler ve:

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) buyurmuşlardır.

Bu itibarla din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürümdür. Nitekim bu duygusuzluğu, bir anlık gaflete düşerek yaşamış olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri, o hâlinden duyduğu nedâmeti şöyle ifâde eder:

“Birgün Bağdat çarşısı yanmıştı. Birisi koşarak bana geldi ve; «–Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!» dedi. Ben de diğer dükkânı yanan kardeşlerimi düşünmeden kendi nefsim adına; «–Elhamdülillâh!» dedim. Ancak otuz yıldan beri bu gaflet ânım için istiğfâr ederim.” (Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188; Zehebî, Siyer, XII, 185, 186)

Bir anlık da olsa sırf kendini düşünüp felâkete uğrayan din kardeşlerinin ıztırâbından uzak kaldığı için otuz sene o gafletin tevbesi içinde olabilmek… Ne hassas bir kardeşlik ufku…

İslâm tarihinde beşinci râşid hâlife sayılan Ömer bin Abdülaziz’in din kardeşliği hassâsiyetiyle yoğrulmuş gönül dokusunu yansıtan bir hâlini, hanımı Fâtıma şöyle nakleder:

“Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi:

«-Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!..»” (İbn-i Kesîr, 9/201)

Bu misal, mü’minlere karşı idârî mes’ûliyeti bulunanların sahip olmaları gereken kardeşlik hassâsiyetini göstermektedir. Lâkin fert olarak da her mü’minin din kardeşleriyle aynı duygular ve kalbî beraberlik içerisinde bulunması gerekir. Bu hususta sahâbe-i kirâmın sayısız fazîlet tablolarından bir misal de şöyledir:

Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmiş, orada güzel bir şekilde karşılanmışlardı. Bir müddet sonra Mekkeli müşriklerin müslüman olduğu yönündeki asılsız haberler üzerine geri döndüler. Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da artırdılar.

Akrabâsı Velid bin Muğîre’nin himâyesinde rahatça yaşayan Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını, bâzılarının ateşle dağlandığını, kırbaçla dövüldüğünü görünce tefekküre daldı:

“Vallâhi, Velid bin Mugîre gibi bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayarak, arkadaşlarımın ve akrabâlarımın Allah yolunda çektikleri türlü çileleri benim çekmeyişim, büyük bir noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diye düşünerek hâmîsi Velid’in yanına gitti. Ona:

“-Ey amcamın oğlu! Sen beni himâyene aldın ve taahhüdünü güzelce yerine getirdin! Şimdi senin himâyenden çıkıp Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına gitmek istiyorum. O ve ashâbı, benim için en güzel örnektir. Beni Kureyşlilerin yanına götürüp üzerimdeki himâyeni kaldırdığını bildir!” dedi.1

Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-, mü’minlerle hemdert olmayı tercih etmiş, onlar eziyet görürken rahat yaşamayı içine sindirememiştir. Elinden bir şey gelmediği için de, müslümanların derdine ancak böyle iştirâk edebilmiştir. Bugünkü İslâm coğrafyasının mazlum ve mağdur manzaraları karşısındaki vaziyetimizi, bu kardeşlik hissiyâtıyla derin derin tefekkür etmek durumundayız.

Îtikâftan Çıkan Sahâbî…

Mü’min, her zaman ve mekânda Hakk’ın rızâsına vesîle arar. Din kardeşlerinin dertleriyle ilgilenmek ise, Allâh’ın rızâsının aranacağı en güzel yollardan biridir. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Kul, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da kuluna yardım eder.” buyurmuşlardır. (Müslim, Zikir, 37-38)

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir…” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Bu yüzden her mü’min, din kardeşinin ıztırâbını gönlünde duymalı ve bu yolda elinden geleni yapmalıdır. Allah Teâlâ’yı en fazla râzı eden davranış, bir kulunun, kendinden çok başkalarını düşünmesi, onların rahatını kendi rahat ve huzuruna tercih etmesidir. Nebevî terbiye ile yetiştiği için “nefsî, nefsî” hodgâmlığından kurtulup “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığına ermiş bir sahâbînin İslâm kardeşliğindeki gönül ufkunu sergileyen şu hâdise, ne kadar hikmetlidir:

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- birgün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.”  dedi. Adam:

“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sâhibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını ödeyemiyorum.” deyince İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-; “–Senin için o şahısla konuşayım mı?” diye sordu. Adam; “–Olur.” deyince de hemen ayakkabılarını alıp mescitten çıktı. Adam:

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın?” diye ardından seslendi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):

«Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Din kardeşinin noksanlığını telâfîye çalışmanın Hak katında ne kadar kıymetli bir hizmet olduğunu, şu nebevî müjde de açıkça ifâde etmektedir:

“Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere birtakım insanlar yaratmıştır ki, insanlar ihtiyaçları için onlara koşarlar. İşte onlar, Allâh’ın azâbından emin olan kimselerdir.” (Heysemî, VIII, 192)

İlâhî Rahmet – Ramazân-ı Şerîf

İslâm kardeşliğini yaşayıp yaşatmak husûsunda, teşrîfiyle şereflendiğimiz Ramazan günleri de müstesnâ bir nîmettir. İlâhî rahmetin tuğyân ettiği bu mübârek ayda kardeşlik vazîfelerini yerine getirmeye daha büyük bir hassâsiyet göstermek îcâb eder. Nitekim insanların en cömerdi olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Ramazân-ı Şerîf’te hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olur, bütün ibâdet ve ihsanlarını artırırdı. Kendisine; “–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulsa; “–Ramazân-ı Şerîf’te verilen sadaka..” buyururlardı. (Tirmizî)

Zîrâ Ramazan, bütün hayır-hasenâtın kat kat sevapla mükâfatlandırıldığı ilâhî bir lutuf mevsimidir. İçinde bin aydan hayırlı bir Kadir gecesi bulunan Ramazân-ı Şerîf’i lâyıkıyla ihyâ edenler, sayısız nîmetlere nâil olurlar. Ona duyarsız kalanlar ise, dehşetli bir mahrûmiyete dûçâr olurlar. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“…Cebrâîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Nasıl ki taşa veya denize yağan nisan yağmurunun hiçbir faydası olmazsa Ramazan-ı Şerîf’in hakîkatine erebilmek için de o aya mahsus olan gufrân yağmurlarından güzelce istifâde etmek zarûrîdir. Ramazan-ı Şerîf’i bütün bir yıl boyunca kaybettiklerimizi telâfî ve yanlışlarımızın keffâretini ödeme fırsatı bilip büyük bir takvâ neş’esiyle onun rahmet ve mağfiret faslından istifâdeye çalışmalıyız.

Nitekim ecdâdımız bu hususta da bizlere müstesnâ hâtıralar bırakmışlardır. Mahallelerindeki garip, kimsesiz, yetim, dul, fakir-fukarâya bilhassa bu ayda evlerini ve gönüllerini açmışlar, oruçlulara iftar ettirmişler ve müstesnâ bir nezâketle “diş kirâsı”2 adı altında ayrıca bir hediye de takdîm ederek, ikram üstüne ikramda bulunmuşlardır. Câmi şadırvanlarından terâvih çıkışında en kaliteli baldan yapılmış şerbetler akıtarak cemaate ikrâm etmişlerdir. Zekât, fitre ve sadakalarla, dertlilerin dert ortağı, mahzun gönüllerin tesellî kaynağı olmuş, bayramları da dargınları barıştırmaya fırsat bilmişlerdir. Böylece toplumun bütün kesimlerini kardeşlik ve muhabbet duygularıyla birbirine kenetlemişlerdir.

Ne mutlu bu İslâmî güzelliklerle Ramazân-ı Şerîf’i ihyâ edip ilâhî af fermânını almış olarak hakîkî bayrama erişebilenlere!.. Ne mutlu her gecesini Kadir, her gördüğünü Hızır bilip bu ebedî kazanç fırsatlarını değerlendirebilenlere!..

Cenâb-ı Hak cümlemizi îman hassâsiyetiyle din kardeşliğini yaşayıp yaşatan sâlih kullarından eylesin. Bütün bir ömrümüzü ve bilhassa içinde bulunduğumuz mübârek günleri rızâsına muvâfık amellerle ihyâ ederek ebedî bayramlara erişmemizi lutf u keremiyle ihsân eylesin!

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) İbn-i İshâk, Sîret, Konya 1981, s. 158; Heysemî, VI, 34. 2) Diş kirâsı: Ramazân-ı Şerîf iftarlarının güzel âdetlerinden biridir. İftar davetine iştirâk edenler, hâne sahibinin ecir kazanmasına vesîle oldukları için, ayrılacakları zaman bir miktar para veya hediye ile uğurlanırlar. Bu güzel âdete, ince bir teşbîh ile “diş kirâsı” denilmiştir. Maksat, fakir-fukarâyı rencide etmeden zarif bir üslûb ile sevindirmektir.