Kalb-i Selîm Nimeti Takvâ Elbisesi -2-

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Mart Sayı: 37

Cenâb-ı Hak, mühim bir hâdiseye dikkatlerimizi çekmek için Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bazı âyetlerinde biz kullarına yemin üslûbuyla hitap eder. Yarattığı harika bir varlığın, ya da bir mevzunun üzerine dikkati yoğunlaştırır. Bazı sûrelerde bu yeminlerin sayısı mevzunun ehemmiyetine göre artar.

Meselâ Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’ne tam yedi yemin ile başlamıştır. Hilkat harikaları; güneş, ay, gündüz-gece, semâ, arz ve nefs üzerine tam yedi ilâhî kasemden sonra Cenâb-ı Hak bize, iç âlemimizdeki mücadele ve kavgayı bildirmiş ve kurtuluşun yegâne yolunu göstermiştir:

“…Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücûru (Allah’tan uzaklaştıran kötülükleri), hem de takvâyı (Allâh’a yakınlaşma yolunu/vuslatı) ilham edene yemin olsun ki, iç âlemini temizleyen, onu arındıran felâha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlarla örten ise felâkete uğramıştır.” (Şems, 7-10)

Âyet-i kerîmelerde buyurulduğu gibi insanoğlunun nefsinde, bir tarafta nefsanî arzular ve fücur, bir tarafta ise takvâ vardır. Bir tarafta çamura saplanmak isteyen nefs, bir tarafta göklere kanat açmak isteyen ruh vardır.

Bu hususa temas eden Mevlânâ Hazretleri de buyurur ki:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

İşte insanoğlunun içinde duran bu düşmandan korunmasının yolu olan takvâ, hayatın her merhalesinde, ömrün her ânında elzemdir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz de, ümmetine misal olarak dualarında Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini şöyle niyaz ederdi:

“Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)

Mü’min, nefsiyle olan mücadelesini sadece belli cephelerde değil ancak bütün cephelerde sürdürürse felâha kavuşabilir. Yani îmandan ibadetlere kadar, hayatımızın temelini oluşturan her meselede takvâ ölçüleri içinde yaşamak zarurîdir.

Buna göre her şeyden önce bizim için gerekli olan dinî zaruret;

ÎMANDA TAKVÂ

Eğer îmanlar takvâ ile mayalanmazsa, kişinin amellerinde birçok bozukluklar devam eder. Sonra da îman zayıflayıp faydasız bir hâle gelir. Cehalete ve hurâfeye teslim olur. Bu bakımdan îmanda takvâ son derecede mühimdir.

Îmanda takvâ, evvelâ tevhidi koruyabilmekle başlar. -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz: “Kimin son nefesi (hâlisan) kelime-i tevhid olursa cennete girer.” (Hâkim, Müstedrek, I, 503) buyuruyor.

Peki, tevhid nasıl korunacak?

Bunun için önce kelime-i tevhîdi tam olarak idrak etmelidir. Yani «lâ ilâhe» denildiğinde kalpten ilâhlar çıkarılacak ki, kalpte cemalî sıfatlar tecellî etsin. Çünkü kalp perişan bir hâlde, pasaklı fikirlerin tasallutu altındayken, boş felsefelerin girdabında ve çıkmaz sokaklarında iken onda cemalî sıfatlar zuhur etmez. Dolayısıyla öncelikle kalpten menfî hislerin, menfî huyların ve menfî alışkanlıkların silinmesi şarttır.

Cenâb-ı Hak: “Ey Peygamber! Hevâ ve hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (Furkan, 43) buyurarak, kalpte yer eden menfî hislere, isteklere kulluk etmenin tehlikesine işaret etmektedir.

Gönül temizliğinin ve tezkiye-i nefsin bu derece mühim olmasının sebebi, kalbin îmana merkez olması itibarıyladır. Yani îmanın merkezi kalptir. Çünkü îmanın his ve kökü, kalp toprağında yeşerir. Onun için îmanın kalpte derinleşmesi zarurîdir. Bu sebepledir ki îman edileni tasdik, zihinden değil kalpten istenmiştir. Zira kâinattaki muammâlar, sırlar; akılla değil, kalbin seviyesine göre çözülür. Derin hakikatler kalp ile keşfedilir. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Dinin sonsuz derinliğini idrak mümkün değildir. Ona ancak uyanık bir kalp ile hayran olunabilir.”

Bin bir hakikatin keşfine pencere açan kalpler de gerçekte sırlar dolu bir âlemdir. Kalbin bir hâlden bir hâle değişebilen vasfı dolayısıyla dinin en zor meselesi inanç/îman meselesi olmuştur. Kalbin bu hususiyeti hakkında Peygamber Efendimiz:

“Kalp, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi şekilden şekle girer.” (İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed, IV, 408, 419) buyurmuşlardır.

Nitekim kalpler kaydığında îmanlar da perişan olacaktır.

O hâlde îmanı muhafaza için kalbi takvâ ile muhafaza etmek gerekmektedir.

Bu muhafazada bilhassa dikkat edeceğimiz husus şu olmalıdır;

TAVİZ VE YANLIŞ MEYİL YOK

Îman hiçbir tavizi ve ehl-i îman olmayanlar ile fâsıklara meyletmeyi kabul etmez. Çünkü kalp, hususiyeti gereği muhabbet duyduğu kimselerin tesiri altındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak; “Sakın (kendi hayatını ziyan eden) zalimlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur…” (Hûd, 113) buyurmak sûretiyle mü’min bir kimsenin, gönlünü zalim ve fâsık kimselerin muhabbetinden uzak tutması gerektiğine dikkat çekmiştir.

Unutmamalı ki; Kalbimizde Cenâb-ı Hak, kendisine hiçbir ortak istemiyor. Çünkü tevhîdin ortaklığa asla tahammülü yoktur. Hevâ, heves de ortak olmayacak, fâsık ve zalimlere meyil gibi başka şeyler de ortak olmayacak. Allah korusun, hele din düşmanına, İslâm’a muhalif kimselere muhabbet beslemek, kalbe büyük bir leke ve zarar verir.

İmam Gazâlî Hazretleri:

“Gayr-ı müslimlerle zihnî akrabalık, zaman içinde kalbî akrabalığa döner. Bu kalbî yakınlık da kişinin helâkine sebep olur.” buyurmaktadır.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu husustaki ikazları da son derecede mânidardır:

“Fâsık bir kimse methedildiğinde Cenâb-ı Hak gazaplanır ve bu davranış sebebiyle arz sarsılır.” (Beyhakî, Şuab, IV, 230)

“Münafığa «efendi» demeyin. Eğer onu efendi sayacak olursanız, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb 83; Ahmed, V, 346)

Bu hususta şu hadîs-i şerif, temel ölçüyü vermekte ve büyük bir tehdidi ihtiva etmektedir:

«BİR KAVME BENZEYEN, ONLARDANDIR.»*

Îmanda takvâ ve kalbi muhafaza hususunda dikkat edilmesi gereken bu hakikat o kadar önemlidir ki Efendimiz 10 Muharrem orucunda, mü’minlere, aynı gün oruç tutan Benî İsrâil’e muhalefet etmelerini, bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmalarını emretmiştir.

Böylece Peygamber Efendimiz, bir İslâm şahsiyeti/İslâm karakteri bina edip onu muhafaza etmemizi işaret buyurmaktadır. Buna riayet; îmanımızın, kalbî durumumuzun bir icabıdır.

Onun için îmanı korumakta takvâya fevkalâde dikkat edeceğiz. Kalbin kayması, ekmek kesen bir insanın bıçağı yanlışlıkla atardamarına kaydırması gibidir. Müdahale edilmediğinde, kişi kan kaybından ölecektir. Kalbin yanlış kişilerle ülfet etmesinin de önüne geçilmediği takdirde kalp, sâfiyetini kaybederek karanlıklara gömülür.

Vücutta en hür uzuv kalptir. İnsan, her uzvuna hükmünü geçirebilirken, kalp bunun dışındadır. Çünkü kalpte, rastgele her hükmü dinleyen bir irade yoktur.

Bu durumda gayr-i irâdî tesirlere dikkat etmek, ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir. Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 119. âyetinde; “Ey îman edenler! Allah’tan ittikā edin…” buyurduktan sonra, yanlış tesirlerden muhafazanın yolunu şu ilâhî ferman ile göstermiştir:

SÂDIKLARLA BERABER OLUN!

İnsan kelimesi «üns, ünsiyet» kökü ile de irtibatlıdır. Yani ünsiyet kurmak, çevresiyle ülfetten tesirler almak, insanoğlunun özünde vardır. O hâlde kimlerle ünsiyet kuracağımıza dikkat etmek, maruz kalacağımız müspet-menfî tesirlerin şuur ve idraki içinde bulunmak zarurîdir. Çünkü bu tesirlere dikkat etmemek, kalbe kazandırılan takvâ kıvamını zaafa uğratır veya alır, götürür.

Takvâyı korumak için insanın menfî enerjilerden kalbini muhafaza edip, daima pozitif enerjiler içinde olması gerekmektedir. Çünkü kalpten kalbe akışlar vardır. Gözün bile nazar dediğimiz bir titreşimi, bir enerji nakli var. Kalbinki ise ondan çok daha fazla…

İnsan; fizikteki birleşik kaplar nazariyesinde olduğu gibi sâdıklarla beraber olduğunda sâdıklaşır, zalimlerle beraber olduğunda ise zalimleşir. Onun için sâdıklığı muhafaza ancak sâdıklarla birlikte olmak ve sâdıklarla bütünleşme neticesindedir.

Bâyezîd-i Bistâmî’ye müracaat eden bir derviş:

“–Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et.” deyince Bâyezid -kuddise sirruh-, ona şu nasihatte bulunmuştur:

“–Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allah, o âriflerin kalplerine her gün üç yüz altmış defa nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”

Sahâbîyi sahâbî yapan, onların her daim Rasûlullah Efendimiz’in sohbetinde bulunarak, O’nun mübarek gönül âleminden rûhâniyet almaları ve nebevî bir feyiz ile müzeyyen olmalarıdır. Zaten sahâbî ve sohbet kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Aynı kökteki bu iki mânâyı kendisinde mezceden ashâb-ı kiram, fizikî ve kalbî beraberlikte Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasipler alarak zirveler hâline gelmiş ve bu sûretle asr-ı saadetten günümüze bir faziletler medeniyeti intikal etmiştir.

Sâdıklarla beraberliğin insana neler kazandıracağına dair Sâdî Şîrâzî şöyle buyurur:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e ve tarihe geçti.”

Mevlânâ Hazretleri de bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“O köpek, Ashab-ı Kehf’in dostluğunu seçtiği, onlarla beraber bulun­manın zevkine vardığı için, mağaranın kapısı önünde kıyâmete kadar çanaksız-çömleksiz, rahmet suyunu içip merhamet yemeğini yer durur.”

Ancak bu incelik kavranmaz da insan sâdıklarla beraber olmayı terk eder ve fâsıklardan uzak durmazsa, kalp körleşmeye başlar. Böyle bir güruh ve topluluktan bir tane akıllı/idrak ve basiret sahibi adam çıkmaz. Nitekim Lût -aleyhisselâm- bir peygamber olduğu hâlde kavminin o ahlâksızlığından kaynaklanan o menfî enerjiler karşısında müşkil durumda kalmış ve onların içinden kendisini anlayacak kimseler bulamamış, neticede; “…İçinizde firaset sahibi, aklı başında bir adam da mı yok!?.” (Hûd, 78) diye feryat etmiştir.

Diğer taraftan Tahrim Sûresi 10. âyette Hazret-i Nûh’un karısı ve Hazret-i Lût’un karısının o peygamberlerle değil de fâsıklarla gönül birliği içinde olmalarından dolayı cehennemlik oldukları bildirilmektedir. Yani onları, peygamber karısı olmak bile azaptan kurtaramamıştır. Görüldüğü gibi sâdıklarla beraber olan bir köpek bile Kur’ânî ifade kazanırken aksi durumda olan peygamber hanımları bile helâk olmuştur.

Bu itibarla îmanda takvâ, sâdıkların azaldığı şu âhirzamanda daha fazla ehemmiyet kazanmıştır.

Çünkü îman, âhirzamanda;

ELDE KOR TUTMAK GİBİ

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline! Kişi mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverir. Bir takım insanlar dinlerini küçücük bir dünya menfaati karşılığında değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateşi tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten, 30/2196)

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde îman ile beraber mutlaka sâlih amel de zikredilmiştir. Çünkü îman nûrunun fânusu ibadetlerdir. Bu sebeple takvânın ikinci mühim mertebesi de;

İBADETTE, BİLHASSA NAMAZDA TAKVÂ

Yaratılış sebebimiz olan ibadet yani Allâh’a kulluğumuz, gafletten ne kadar uzak îfâ edilebilirse takvâya o kadar yaklaşılmış olur. İnsanı, ancak her türlü gafletten uzakta ve Hakk’ın rızâsını kazanmak yolunda yapılan bir ibadet kemale erdirebilir.

Meselâ namazı şekil olarak biliyoruz. Fakat namazın esas hikmet tarafı Cenâb-ı Hak ile mülâkattır. Cenâb-ı Hakk’a maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızı arz etmemiz için lutfedilmiş bir mülâkat.

Lâkin bizim namazımız ne derecede Hakk’ın istediği ve tarif ettiği bir namaz? Âyette;

“…Namaz, fahşâdan / çirkinliklerden ve münkerden / kötülüklerden alıkoyar…” (Ankebut, 45) buyuruluyor. Bizim namazımız böyle mi?

Cenâb-ı Hak, kulunun alnının secdeye gelirken kalbinin de kendisine bir vuslat hâli içinde olmasını arzu ederek: «Secde et ve yaklaş!» (Alak, 19) buyurmaktadır. Secdelerimiz acaba hangi kıvamda?

Aile hayatımızın, ticaret hayatımızın, memuriyet hayatımızın hâli bizim nasıl namaz kıldığımızın âdeta röntgenini gösterir. Namaz eğer fayda vermiyorsa, kalp birtakım galatlarla doluysa Cenâb-ı Hak öyle kişiler hakkında; “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (Mâun, 4) buyuruyor.

Yine Kur’ân-ı Kerim, namazı muhafaza etmek, namazda devamlı olmak ve namazda huşû içinde olmak hususlarına dikkatimizi çekiyor. Fıkhen namaza başlamadan önce nasıl maddî ve mânevî bir taharete, abdest almaya ihtiyaç varsa kalben de bir huşûya ihtiyaç var.

Huşû…

Kalbin duyarlı hâle gelmesi… Kimin huzurunda olduğumuzun farkında olmak… Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“…Allah Teâlâ, huşû dolu, hüzünlü, merhametli, insanlara hayrı öğretip Allâh’a itaat etmeye çağıran her kalbi sever.” (Deylemî, I, 158)

Yine -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz namazda iken sakalıyla oynayan birisini gördü:

“Bakın eğer şu kişinin kalbi huşû hâlinde olsaydı âzâları da huşû içinde olurdu.” (Ali el-Müttakî, VIII, 197/22530) buyurdu.

İbadette takvâya bir başka misal;

ORUÇTA TAKVÂ

 Oruç bir riyâzat, yani helâlleri asgarîde kullanma hâli. Yarım gün helâllerden mahrum kalmak.

Oruçta takvâ kıvamı, orucu bütün hayata yaygınlaştırmakla olur. Yani bütün ömrü bir riyâzat hâlinde yaşayabilmekle, oburluktan, ifratlardan kaçınabilmekle, haramlardan ve şüphelilerden uzak durmakla…

Oruç ki insana, yarım bardak suya, bir dilim ekmeğe muhtaç olduğunu anlatıyor. Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olduğunu insana bir kez daha hatırlatıyor. İbadette takvâya ulaşan kimse, orucundan işte bu hisseleri alır. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlerin kadrini düşünür; muhtaçlara merhameti, açlara şefkati ve acıması artar. Bu artışın neticesi de infaka yansır. Gönülden bir infaka… Bilir ki Allâh’ın kabul edeceği vermenin şartı;

İNFAKTA TAKVÂ

İnsan; infakında, malından harcamasında; «Bu mal aslında kimindir?» şuurunda olacak. Mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla, rahmet ve şefkat nazarıyla bakacak bir kıvama gelecek.

İnfakta takvâ işte bu.

Komünistler; «Mal toplumundur.» kapitalistler de; «Mal fertlerindir.» derken İslâm ise; «Mal Allâh’ındır. Kul ancak emanetçidir. Her şey kulun tasarrufuna geçici olarak emanet edilmiştir.» demekte ve hakkı teslim etmektedir. Bu ölçüde emanetçinin ne israf etmeye ne de cimrilik etmeye hakkı vardır.

İnfakta takvânın ölçüsü “…Sadakaları Allah alır…” (Tevbe, 104) âyet-i kerîmesini hatırdan uzak tutmamaktır. Kimseden iltifat, alâka beklemeden, şöhretten uzak durarak, nefsi araya sokmadan «/ lillâh/ yâ Rabbî senin için» diyerek… İşte sadaka ve zekâtta takvâ ölçüsü.

Kullarından infakta takvâya ve nezaket ölçülerine riayet etmelerini isteyen Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurur:

“…Sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın!..” (Bakara, 264)

Burada Cenâb-ı Hak, infak eden kimselerin nasıl bir takvâ edebi gözetmeleri gerektiğini açıkça vurgulamaktadır. Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyurur:

“İnfak hususunda aslında veren kimsenin alan kimseye karşı büyük bir teşekkür edası içinde olması gerekir. Çünkü veren, alan kimse vesilesiyle dünya ve âhiretteki birçok iptilâlardan, musibetlerden ve sıkıntılardan kurtulmuş olacaktır; hepsinden daha mühimi Allâh’ın rızâsını kazanacaktır.”

Bu itibarla muhterem pederim Musa TOPBAŞ -kuddise sirruh-, sadaka ve infak hususunda nezaket ve edebe son derece hassasiyet gösterir ve alan kimselerin mihnet altında kalmamalarını temin için zarfların üzerine itina ile;

“Muhterem ………. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifadesini yazarak, ilâhî rızâya vesile olduğu için muhatabına karşı samimî bir gönül teşekkürü içinde olurdu.

Cenâb-ı Hak, infak edebindeki bu takvâ hâlini hepimize ihsan eylesin, âmîn…

Daha evvel ifade ettiğimiz gibi takvâ bütün ibadetlerin özünde bulunması gereken ilâhî bir maya gibidir. Bu bakımdan her ibadette ilk aranacak özellik o olmalıdır.

Zekâttan sonra malî ibadetlerden biri olan hac da, aynı şekilde bu ölçüler ışığında mebrur hâle gelir. Bu bakımdan her hacıya gereken asıl sermaye; bedenin, meşakkatler altında ihram içinde iken; gönlün de Hakk’ın rızâsını kazanmak doğrultusunda incelik ve zarafet içinde olmasıdır.

HACDA TAKVÂ

Hac, hem malî hem de bedenî ­yönü bulunan yorucu bir ibadettir. Fakat müttakî bir kulun haccında, beden ve maldan başka rûhun orada olması, oradan bir şeyler alması lâzımdır.

Kefene benzeyen ihram ile geçirilen o birkaç günden sonra kefen iklimini hiçbir zaman unutmamak da zarurî. Şeytanı taşlarken, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın fedakârlığını düşünmek gerekli. Aynı şekilde hayatın her safhasında sâlih amellerle şeytanı taşlamayı unutmamalı. “ / Eûzu billâhi mine’ş-şeytânirracîm” lâfzındaki hikmeti yaşamalı.

 Yine; “Hacda refes yok, fısk yok, cidal yok!” buyuruluyor. Fıska, Allâh’tan uzaklaştıracak şeylere; cidale, mücadele ve kavgaya meyil olmamalı. Bunları bütün hayatımıza teşmil edebilmek ise hacda takvâya erebilmenin neticesidir.

Hacda yaş bir dalı koparmak da yok, avlanma da yok. Hattâ avcıya avı göstermek de yok. Böylece nezaket, zarafet, incelik, hassasiyet, merhamet, şefkat kazanmak ve bunları hayatın her safhasına yaygınlaştırabilme eğitimi var.

Dolayısıyla namaz, oruç, zekât ve hac gibi bütün ibadetlerde takvâ ufkunu gerçekleştirmek, ihlâs ve samimiyet, belli bir zaman için değil her vakit kalbimizin değişmez vasfı olmalıdır.

Böyle değilse kalp takvâ derecesine varamamış demektir. O zaman kul, kendinde şu engellerin bulunup bulunmadığı açısından nefsini muhasebe etmelidir:

TAKVÂYI ZEDELEYEN ÜÇ ENGEL 

Birincisi; kibirdir, enâniyet içinde olmaktır. Allâh’ın verdiği istidatları, kabiliyetleri kendine izafe etmektir. Şeytan gibi, Firavun gibi, Kārun gibi «Ben!..» demektir.

Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ifadesiyle kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.

İkincisi; pintiliktir, hasisliktir. Zaman ayırmakta, gücünü kulluk ve hizmette kullanmakta, yardım etmekte kısacası her şeyde cimri davranmaktır. Bilinmelidir ki; «Cennet cömertlerin, cehennem ise cimri ve pinti kimselerindir.» (Hazret-i Ali)

Üçüncüsü; hamâkat yani ahmaklıktır. İnsanın âhireti bırakıp dünyayı tercih etme gafletine düşmesi yani sonsuzu verip ânı alması ancak hamâkattir.

Takvânın zedelenmesi mevzuuyla alâkalı olarak Efendimiz’in şu hadîs-i şerifleri ne kadar mânidardır:

“Öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha kıymetli hiçbir şey olmayacak:

Birincisi: Helâl para. İkincisi: Cân u gönülden kardeşlik. Üçüncüsü: Kendisiyle amel edilecek sünnet-i seniyye.”  (Heysemî, I, 172)

Helâl para kazanmak da, samimî kardeşlik de bütünüyle sünnet ile amel etmek de ancak istikametli ve düzgün bir muâmelât ile mümkündür. Nasıl îmanı muhafaza için ibadet gerekiyorsa, ibadet huzuru için de muâmelâtta istikamet ve adalet şarttır. Bu sebeple takvânın bir başka merhalesi;

MUÂMELÂTTA TAKVÂ

Muâmelâtta takva bir mü’minin ferdî ve içtimaî saadeti için gerekli bütün hasletlerde fevkalâde bir hassasiyet içinde olmasıdır.

Meselâ;

Merhamette takvâ: Merhamet; sende olanı, onda olmayana, yâni mahruma ikram etmendir. Diğer bir ifadeyle, merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfi için onların yardımına koşmaktır.

Merhamet; mü’mine dünyada vicdan huzuru, âhirette ise ebedî saadet müjdesidir. Acıyabilmek, Allâh’ın büyük bir lütfudur. Zira acımak, merhametin mahsulüdür. Acıyan, cömerttir, mütevâzıdır, hizmet ehlidir, vicdan sahibidir.

Düşünmek icap eder ki: “Ben sağlamım o niye, sakat ve kimsesiz veya mahrum?” Cevap olarak demelidir ki: “Allah Teâlâ onu sana emanet etti. Seni onunla imtihan etmektedir. Zira mü’min, mü’mine zimmetlidir.” İşte İslâmî şuur budur.

Bu sebepten kul sürekli; «Ben ne kadar merhametliyim?» muhasebesi içinde olmalıdır. Zira merhamet îmanın lezzetidir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de esmâ-i hüsnâsı içerisinde en çok Rahman ve Rahim esmâsını bildirerek kullarından da merhamet vasfıyla kemal derecesinde mücehhez olmalarını istemiştir.

Mevlânâ Hazretleri de insanoğlunun merhamet etme ve merhamet edilme noktasındaki hâlini hadîs-i şeriften ilhamla şöyle mizan ediyor:

“Kendinden aşağılara merhametli ol ki, senden yukarıda olanlar da sana merhametli olsunlar.”

Âlemlere Rahmet -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz;

 “Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurunca sahâbe-i kiram evlât ve yakınlarına herkesin gösterdiği merhameti kastederek dediler ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.”

Bunun üzerine Allah Rasûlü:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkata şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkata şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)

Hakikaten Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Mekke fethine giderken yavrularını emziren bir köpeğe merhamet göstererek orduyu karşı yoldan geçirmiştir. Yuvası yakılan karıncaları görünce merhamet tuğyanı içinde âdeta feryat ederek; “Bu yuvayı kim yakabilir? Yakmak ki Allâh’a mahsustur.” buyurmuştur.

Merhametin gönülde iyice yerleşmesi için erişmemiz gereken mertebe ise;

ÎSAR KIVAMI

Merhametin bir merhale ötesi ise îsar yani kendinden koparıp verme hasletidir ki bu merhametin tecellîsindeki zirvedir. Cenâb-ı Hak, kulunda bu hâli görmekten çok memnun olur. Nitekim muhacirleri kendilerine tercih ederek müstesna bir îsar misali sergileyen ensarı Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde methetmiştir:

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9)

Merhamette ve îsarda takvâ, insanı böyle yüce iltifatlara mazhar kılar. Hak dostlarının da en mühim vasıflarından biri merhamet noktasında, hep başkasını tercih ederek, nefsin tuzaklarından korunmaları, bu hususta da daima takvâ üzere olmalarıdır.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatıyor:

“Bir adam geldi:

«–Açım, beni doyur.» dedi. O esnada benim de karnım açtı. Fakat elimde yardımda bulunacak bir para yoktu. O fakiri alıp bir aşçının yanına gittim:

«–Param yok. Lâkin şu başımdaki sarık temizdir. İşine yarar, onunla tabakları kurularsın. Sarığa karşılık şu aç insana bir lokma ekmek ver.» dedim. O da bir tabak yemek verdi. Başında bekledim. Benim de karnım aç olmasına rağmen onu doyurdum. Sonra sarığımı çıkardım, koydum. Aşçı almak istemedi ama:

«–Yok, ben sana söz verdim, al bu sarığı.» dedim ve bıraktım.

Sonra Allah bana imkânlar verdi. Çok zengin oldum. Çiftliğimde iki bin işçi çalışıyordu. Bu şartlar içinde de iki-üç hastanın bakım ve tedavisini üstlendim. Onlara bakıyordum. Öyle bir hâl oldu ki, onlar altlarına kaçırmaya başladılar. Ben birkaç testi su getiriyordum, onların altlarını yıkıyordum. Sonra o hastalık bana geçti.

Ben yine onlara hizmet etmeye devam ettim.”

Ne muazzam bir îsar ve merhamet tablosu… Onlar “ / İhsanda bulunun!” (Bakara, 195) emrine ittibâ eden, cümle mahlûkat ile muâmelâtında takvâ çizgisinden ayrılmayan, ihsan üzere olan kâmil insanlardır. İşte muâmelâtta takvânın özü;

İHSANDA TAKVÂ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de 190 küsûr yerde muhtelif kalıplarda «ihsan»a yer vererek bir mü’minin iç dünyasının, dış dünyasının, işinin, mesleğinin, her hâl ve hareketinin kısaca her şeyinin ihsan üzere, en güzel sûrette olmasını istemektedir.

Diğer bir mânâda ihsan, kulun, ilâhî kameranın murâkabesi altında olduğu şuurunda olmasıdır. İhsanda takvâ her adımı bu kalbî şuur ile atmaktır.

Velhâsıl bir mü’minin her hâli “ / ecmel (en iyi),   / ekmel (en mükemmel) ve    / ahsen (en güzel)” ölçüleri içinde olmalıdır.

Bu da tevekkül ve teslimiyette takvâ ile mümkündür.

Tevekkül ve teslîmiyette takvâ ise; mü’minin, dünyada fânîlere gösterdiği teslimiyet ile Cenâb-ı Hakk’a teslimiyetini daima mukayese etmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, nasıl bir mü’min kalbi istediği hususunda şöyle buyurmaktadır:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2)

Yâ Rabbî!

Hem îmanımızı hem de bütün amellerimizi takvâ harcı ile güçlendir. Takvâmızı Sen’in râzı olduğun kıvamda eyle! İsminle yürekleri titreyen, âyetlerinle îmanları artan ve ancak Sana tevekkül eden mü’min kullarından eyle!

Âmîn!..

Dipnot:

* Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031