Kahr-ı İlahî -Ahmaklık-

1995 – Haziran, Sayı: 112, Sayfa: 021

Meryemoğlu İsa sanki kendisini bir arslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri bu hale hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi:

“Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!”

Hz. İsa -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın sualine cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve: “Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle: Senin bu kaçışın benim için bir muamma oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne arslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var” dedi.

Bunun üzerine Hz. İsa -aleyhisselâm-:

“Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mani olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verdi. Bu sefer adam :

“Nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu “Mesih” sen değil misin? diye sordu. Hz. İsa -aleyhisselâm-:

“Evet, benim” diye cevap verdi.

Adam devamla:

“Manevi sırlara mazhar olan ve bu yüzden “Ruhullah” sıfatını alan şahs-ı manevi sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine o duayı okuduğunda, o kimse, av bulmuş arslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu” dedi.

Bunun üzerine Hz. İsâ -aleyhisselâm- “Evet ölüye okuyan benim” cevabını verdi.

Adam sordu: Ey güzel yüzlü İsa ! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin ?

Hz. İsa “Evet…” dedi.

Sonra adam: “Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?”

Hz. İsa -aleyhisselâm- : “Evvela ruhu, sonra ceseti yaratan Cenabı Hakk’a ve O’nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı yani İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı okudum, ortasından kayalık bir dağa çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi” dedi.

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hz. İsa’ya -aleyhisselâm- sordu:

“İsm-i Âzam” bu kadar şeye tesir edip şifa verdiği halden için ahmaklığa tesir edememiştir? Halbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?

Hz. İsa -aleyhisselâm- cevap verdi:

“Ahmaklık, kahr-ı ilahî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahî’ye uğramayan ibtilalardır. İbitla da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelasına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir.

“Ahmaklık damgası Allah’ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz.”

Kur’ân-ı Kerîm’deki iki çeşit ahmaklıktan bahsedilmektedir. Bunlardan birinci sınıf, kafirler ve müşrikler olup, Allah Teala Hazretleri bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeble düşünemez ve idrak edemezler.” (Bakara 2/171)

Ebu Cehil, Ebu Lehep, Muğire b. Şu’be v.b. kimseler kalpleri mühürlü, sağır kör ve dilsiz olduklarından hidayete eremediler. Bu yüzden onlar:” Biz sana inanırsak Kureyş’in kadınları bizi ayıplar” veya “Peygamberlik bize gelmeliydi. Çünkü, bizim malımız ve çocuklarımız daha çoktur” diyerek akıl ve mantık dışı şeyler söylemişlerdir. Öyle ki, Resûlullah’ın hak peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde ahmaklıkları sebebiyle mat ve inkar etmişlerdir.

Yine aynı şekilde kuru ve sığ akılla yola çıkan feylesoflar, birbirlerini tekzip ederken; Peygamberler, vahye ve te’yidi ilahî’ye mazhar oldukları için daima birbirlerini tasdik etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ikinci sınıf ahmağa gelince, bunlar kendilerini akıllı zannedenlerdir. Dünyevî arzu ve istekleri kendilerini gaflete sürüklediği için, hakikat onlara perdelenmişdir. Bu gibiler ancak bir felakete uğradıklarında kısmen uyanabilirler.

Mevlana yine ahmaklık hakkında şöyle buyuruyor:

“Ahmaklardan kaç ki, İsa -aleyhisselâm- onlardan kaçtı. Ahmakla sohbet nice kanlar dökmüştür.”

Tarihte üzücü bir olay olarak yer alan Timur ile Yıldırım Bayezid’in Ankara muharebesi, ahmakça bir inatlaşmanın neticesinden başka bir şey değildir. Çünkü muharebe sonunda, on binlerce müslüman kanı dökülmüş, bir çok kadın dul ve çocuk yetim kalmıştır. Bu facialara sebeb olan Timur dört bin kilometre yol katetmiş olmasına rağmen sonuçta eli boş olarak geri dönmüştür.

Kur’ân-ı Kerîm, benzer misali Kalem süresinde şöyle hikaye eder:

“Yemenin San’a şehri yakınında bir zâtın üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. O, ekin toplama zamanı gelince fukara, zayıf ve gariplere bolca pay ayırırdı”. Vefat edince oğulları:

“Ailemiz oldukça kalabalık, malımız da az, bu yüzden fakirlere vermeyelim. Onlar gelip istemeden mahsulleri toplayalım” diyerek ahitleştiler.

Ayrıca: Tarlaya erken gidelim ki, hiç bir yoksul yanımıza sokulmasın diye de birbirlerine fısıltı halinde tavsiye de bulundular. Tarlalarına ulaştıklarında ise şaşkın bir vaziyette, “Şüphesiz biz yanlış yere geldik” dediler. Çünkü tarlaları harabe haline dönmüş, simsiyah kesilmişti. Nihayet bunlar, ibret-i İlahiyye’yi idrak ederek :”Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz, azgın kimselermişiz!” diyerek ahmakça tasavvurlarına nadim oldular.

Yine aynı surenin 30. ayetinde bu hadise anlatıldıktan sonra Hakk Teala Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür! Keşke bilselerdi!….”

Ahmaklık, neticede gafleti doğurur. Gaflet ise yaşanan anın, meçhul bir istikballe değiştirilmesi ve gelecek endişesi taşımamaktır. Bu yüzden Hakk Teala Hazretleri “gafillerden olma” buyurmakla, esasen insanın gaflete düşmesine sebep olan ahmaklığı yermektedir.

Ahmaklıktan kurtulan, Rabb’ine yakın olur. O’na yakın olan da ilahi tasarrufa sahip olur. Allah’ın veli kulları, toplumun en akıllı, idrak ve şuur bakımından en üstün kimseleridir. Zîra onlar Peygamber varisleridir.

Mevlana, yukarıda zikrettiğimiz hikaye ile ilgili beyitlerine şöyle devam eder:

“Kur’ân’da Eshab-ı Darvan kıssasını okumuşsundur. Onu okuduğun ve neticesini anladığın halde neden hilekarlığa kalkıyorsun?”

“Bir kaç ahmak bazı fakirlerin rızkını kesmek için hilekarlığa kalkıştılar ve karşı karşıya oturup sabaha kadar hile düşündüler.”

“O kötü hasleti ahmaklar, sırlarını Allah -celle celâlühû- işitip de fukaraya haber vermesin diye güya fısıltı ile konuştular. Dil kalpten gizli iş görmeye kalkıştı.”

“Ey insan! Şimdi gaflet pamuğunu kulağından çıkar ve at. Darvanlılar gibi fukaranın rızkına göz dikme!”

Fakr u zaruret içinde kıvranan kimsenin sefalet hikayesine gönül ver! Gönül hastalarının dertlerini dinle ve onların dertlerini paylaş!”

“Fakr u zaruret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek suretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip ruhun incelsin.”

Yine Mevlana Hazretleri bazı beyitlerinde ahmakların vasıflarını şu şekilde anlatır:

“Ahmak herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmek istemez.”

“Herkesin ayıp ve kusurunu kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamakatinden dolayı kendisinin zerre kadar ayıbını görmez.”O dünyaya öyle bir dalıp aldanmıştır ki her şeyin terk edileceğini çok iyi bildiği halde soyulmaktan korkar. Halbuki çıplak kimsenin, kendisini hırsızların soyacağından korkması ne tuhaf bir şeydir!”

“İnsan dünyaya çıplak gelmiş çıplak gidecektir. Hal böyleyken hırsız endişesinden neredeyse onun yüreği çatlar! Ölüm anında servetinin kendisine ait olmadığını anlar. Lakin iş işten geçmiş her şey bitmiştir.”

“Hayattayken onun bu mal kaybetme korkusu; eteğine çakıl taşları doldurup da kendisini mal sahibi zanneden ve onların üzerine titreyen çocukların korkusu gibidir. Eğer o çakıl taşlarından bir parçasını elinden alsan ağlar, geri versen sevinir. Çocukta ilim ve hal libası bulunmadığı için ağlaması da gülmesi de muteber değildir. Ahmak da dünyanın geçici servetini kendisinin malı sandığı için o yalancı servetin üzerine tıpkı çocuk gibi titrer!”

“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.” Mevlana -kuddise sirruh- son beytinde bu macerayı şöyle bitirir:

“Ölüm meleği, gafil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse hakiki maliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntıya hayret eder ve bin pişman olur. Lakin bu ona hiç bir fayda vermez…”

Hakiki akıllılık, emr-i ilahî’ye ittiba etmektir ki, işte asıl ve yerinde bir istikbal endişesi budur. Bu aynı zamanda ebediyete ciddi bir hazırlığın icabıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk, akıl konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Ey akıl sahipleri benden korkun!” (Bakara 2/197)

“Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alır” (Bakara 2/269)

“Ancak akıl sahipleri anlar.” (Ra’d 13/19)

Ayrıca bir adam Hz.Peygamber’e -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- çok methedildiğinde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- üç defa: “Aklı nasıl?” diye sormuştur.

Bir başka hadislerinde ise: “Akıllı kimse, nefsini heva ve hevesine uymayan, ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır” buyurmuştur. (Tirmizi, Kıyamet, 5; İbn Mace, Zühd,31)

Hakk Teala hazretleri akıl sahiplerine, intibaha getirecek tecellî ve ibretli hadiselerden ders almalarını öğütler. Dünyanın aldanış ve hüsran yurdu; hayatın ise, kundak ile tabut arasında dar bir koridor olduğu gerçeğini bildirir. Ayrıca bu fanî hayatın kullukla istikametlenmesini ve nasıl yaşanılırsa yaşanılsın dünyada son durağın kabir olacağını ikaz eder.

Akıl, selahiyeti Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevası ile tahdîd edilen İlahi bir nimettir. Selahiyet ve iktidarı Kur’ân-ı Kerim’le tahdit edilmemiş olan akıl ise sahibini dalalete ve ahmaklığa sevkeder. Tarih, kendini akıllı zannedip; nefsini putlaştıran, dünyayı ahirete tercih eden zalim, gaddar ve ahmaklarla doludur. Dolayısı ile gerçek akıllılık, Allah’ın-celle celâlühû- bahşettiği istidatları, kulun yerli yerince, Kur’ân ve Sünnet’e uygun olarak kullanmasıdır. Gazalî Hazretleri şöyle buyuruyor.

“Aklı öylesine gerdim ki neredeyse kopacak hale gelmişti… Ama onun da sınırlı olduğunu, kendi kendine varabileceği nihaî bir noktanın bulunmadığını gördüm. Öyle ki, bir ara aklımı kaybedecek bir hale gelmiştim. İşte o zaman Hz Peygamber’in -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ruhaniyyetine sığındım, her şey ayan oldu ve ben bu sayede kurtuldum. “

Peygamberlik, aklın ötesindedir. Akıl maneviyyatla, yanı kalbî alemle telif olunursa, ancak o takdirde gerçek değerini bulmuş ve nefsin hilelerinden kendisini korumuş olabilir. Aksi halde nefsin tuzaklarına düşer, nefsin arzu ve isteklerine râm ve âmâde olur.

Yine Kur’ân-ı Kerîm, peygamber kıssalarında kendini akıllı zanneden, bedbaht zalim ve gaddarların ahmakça hallerini bir ibret levhası halinde sergiler: Musa’nın -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- amcaoğlu Karun, Allah Teala’nın kendisine bir çok ihsanda bulunduğu kimseydi. Üstelik Tevrat’ı en iyi okuyandı. Kendisine esrarlı ilimlerden “simya ilmi” verilmişti. Zuhd ve takva sahibi idi. Lakin, Allah’ın -celle celâlühû- kendisine hazîneler doluşu servet vermesi, onu Hakk’a yaklaştıracak yerde uzaklaştırdı. Servetini put haline getirdi.

Musa -aleyhisselâm- Karun’a zekatının hesabını bildirince o, “bunları ben kazandım!'” diye cevap verdi. Üstelik dünya malı onu ahmaklaştırdığı için Musa’ya -aleyhisselâm- iftira etmeye bile yeltendi. Neticede hazineleri ile beraber yerin dibine gömülerek helak oldu ve kahr-ı İlahî’ye dûçar oldu.

Aynı şekilde Hz.Hüseyin Efendimiz’i şehit eden bedbaht da:”Bu gün ben dünyanın en şerefli insanını katlettim!'” diyerek ruhî perişanlığını ve hamakatını îtiraf etmişti.

Akıl, insanlık haysiyyet ve şerefini muhafazaya hizmet eden, insanı diğer mahlukattan ayıran çok kıymetli bir varlıktır. Kalpleri uyanık olan akıllı kimseler de insanlığın haysiyet ve şerefine ulaştıkları gibi aile ve milletlerini yüceltmişlerdir.

Mesela II. Bayezid devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bayezid’e mektup yazıp İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plan ve projelerini bizzat kendisi yapmayı teklif edince, bu mektup sarayda sevinç uyandırdı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bayezid ise bu teklifi reddederek şöyle der :”Şayet bu teklifi kabul edersek ülkemizde kilise mîmârisi hakim olur, İslamî mimarimiz inkişaf edemez ve şahsiyet kazanamaz.”

İşte bu görüş, akıllı, ferasetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkudur. Zîra, II. Bayezid’in ardından İslam toprakları nasıl yirmi milyon kilometre kareye ulaştıysa, aynı şekilde İslam san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslam’ın ruhu hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyamete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzeri abideler silsilesi vücut bulmuştur.

Osmanlı devleti, tarihe şan ve şeref katan, maddî ve manevî bakımdan insanlığa yön veren mümtaz şahsiyetlerle, 620 sene gibi uzun bir müddet ömür sürmüştü. İslam’ın ve İslam devletinin temadîsi için Osmanlı’da, şahsiyetli insan yetiştirmek ön plana alınmıştı. Daima zaferlere, idrak sahibi ve mümtaz insanlarla ulaşılmıştı.

Aynı şekilde Yavuz Sultan Selim, aklî ve kalbî gücünü son noktasına kadar kullanmak suretiyle, o zamanlar aşılması mümkün görülmeyen Sîna çölünü Allah’ın yardımı ve Resûlullah’ın -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ruhaniyyeti ile aşarak Mısır’ı fethetmişti. Fetih esnasında en yakın arkadaşı Sinan Paşa şehit düşünce, onun kaybını Mısır’ın fethine muadil görerek, mahzun ve kederli bir halde “Mısır’ı aldık, fakat Sinan Paşa’yı kaybettik” demiştir.

Zaferden sonra ise akıllı ve güçlü kumandan Yavuz:”Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim ” diyerek arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş, fakat şartlar bunu gerçekleştirmeye imkan vermemiştir.

Evet, akıl Allah’ın sadece insana lutfettiği bir nimettir .Öyle ki, her şeyi yerli yerince kullanmak ve hadiselerin varacağı noktayı önceden keşfetmek, ancak onunla mümkün olabilir. Nitekim kudsî bir hadîste Hakk Teala Hazretleri :”Kulum öyle bir hale gelir ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı olurum” buyurmuştur.

Tasavvuf büyüklerinden Atpazârı Osman Efendi’nin, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’ya nasihati oldukça calibi dikkattir:”Siz, bizim hırkamızı giyseniz, sizin örf nizamınız bozulur Biz, sizin kaftanınızı giydiğimizde ise, bizim yol ve nizamımız bozulur. Bu sebeple herkesin kendi usul ve nizamına göre hareket etmesi daha uygundur” diyerek aklın meşreb ve kabiliyetler doğrultusunda kullanılmasını tavsiye etmiştir.

Mevlana’dan -kuddise sirruh- akıllı gönül erlerine bir tavsiye:

“Dostundan bir cefa gördünse, onun bin tane vefası olduğunu hatırla. Çünkü iyilik, günaha karşı bir şefaatçi gibidir.”

“Sen yerde olanlara merhamet et ki, gökte olanlar da sana merhamet etsin! Senden aşağı olana acı ki, senden üstün olan da sana acısın”