Kadir Gecesi’ni İdrak ve Bayram Şahâdetnâmesi (Kur’ânî Tâlimatlar 29)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Mayıs, Sayı: 195

SAKLI HAZİNELER

Müfessir Fahreddin Râzî şöyle demiştir:

“Hak Teâlâ;

Rızâsının hangi ibâdette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibâdetlere rağbet edilsin.

Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.

İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin.

Duâlar arasında kabul ettiği duâyı gizlemiştir ki bütün duâlara itibar edilsin.

İsimleri arasında «ism-i âzam»ını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin. (Mü’min, bütün cemâlî sıfatların mazharı olmaya gayret göstersin.)

Namazlar arasında (âyet-i kerîmede bilhassa ve müstakil olarak zikredip husûsî bir sır ve şeref verdiği) «salât-ı vüstâ»nın (orta namazın) hangisi olduğunu gizlemiştir ki bütün namazlar huşû ile kılınsın.

Tevbeler arasında makbul olanı gizlemiştir ki çokça tevbe edilsin. (Bilhassa da seherlerde istiğfâr edilsin.)

Canlılar için ölüm vaktini gizlemiştir ki her an ölüme hazır olmak gerektiği şuuruyla yaşansın.

Kadir Gecesi’ni de Ramazan geceleri arasında gizlemiştir ki bütün Ramazan gecelerine îtinâ gösterilsin.” (Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 281-282)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi bu gizli hazinelerini arayanlardan ve bulanlardan eylesin.

Kadir Gecesi; Cenâb-ı Hakk’ın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e verdiği müstesnâ kıymetin ve ümmet-i Muhammed’e sonsuz cömertliğinin nişânesidir. Bir gecede 83 senelik ecrin lutfedildiği müstesnâ bir feyiz ve bereket sofrasıdır. Af ve mağfiret çağlayanıdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kadir Gecesi’ni, fazîlet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibâdet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç (kul borçları da hâriç)- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175)

Böyle bir ikrâma nâil olabilmek ve kıymetini bilebilmek için sene boyunca geceleri ihyâ etmeye gayret etmek gerektiğini halk irfânı şöyle dile getirmiştir:

“Her gördüğünü Hızır, her geceyi kadir bil!”

Aynı hakikati sahâbe efendilerimiz de ifade etmişlerdir:

Zir bin Hubeyş -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a sordum ve dedim ki:

“–Kardeşin İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- şöyle diyor:

«Kim bütün seneyi ihyâ ederse Kadir Gecesi’ni de idrâk etmiş olur!» (Buna ne dersiniz?)”

Dedi ki:

“–Allah ona rahmet etsin! O, insanların ona güvenip de tembellik yapacaklarından endişe ettiği için öyle söyledi. Yoksa o, (Kadir Gecesi’nin) Ramazan’da ve onun son on günü içinde ve yirmi yedinci gecede olduğu (hakkındaki mâlûmâtı elbette) biliyordu.” (Müslim, Sıyâm, 220)

Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e ikramları pek büyüktür. Kadir Sûresi’nin sebeb-i nüzûlü olarak rivâyet edilen şu hâdise çok mânidardır:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, İsrâiloğulları’ndan bir kişiyi anlatmıştı. (Şem‘ûn-i Gāzî isimli) bu zât, bin ay Allah yolunda silâh kuşanarak cihâd etmiş, gecelerini de ibâdetle geçirmişti. Müslümanlar hayretler içinde kalarak ona gıpta ettiler.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, ümmet-i Muhammed’e olan lütuf ve merhametini beyân etmek üzere Kadir Sûresi’ni indirdi. (Bkz. Vâhidî, s. 486; İbn-i Kesîr, Tefsîr, VIII, 463)

Yani Rabbimiz; önceki ümmetlerin büyük zahmetlerle, yıllarca edâ ettiği ibâdetlerin ecrini ümmet-i Muhammed’e bir gecede lutfediyor. Bu ihsanlara karşı nankör olmamak îcâb eder.

GANÎMET BİLMELİ

İşte bir Ramazân-ı şerîfin daha sonuna yaklaşıyoruz.

Geçen Ramazân-ı şerifte aramızda olan bazı dost, akraba ve ahbabımız şimdi âlem-i berzahtalar. Onların bu günlerde ibâdet etme ve sevap kazanma ihtimalleri kalmadı. Tevbe ve istiğfâr etmeleri için de imkân bulunmuyor. Bizim de bir sonraki Ramazân’ı idrâk edip edemeyeceğimiz meçhuldür. O hâlde içinde bulunduğumuz zamanların kıymetini bilmeliyiz.

Ramazân-ı şerîfi gıybet ve mâlâyâniyle zedelenmemiş oruçlarla ihyâ edelim.

Tâdil-i erkâna riâyetle, kalp ve beden âhengiyle edâ ettiğimiz namazlarla, terâvihlerle ve teheccüdlerle ihyâ edelim.

Mânâsına ermeye gayret ederek, ahkâmına ve ahlâkına riâyeti şiâr edinerek okuduğumuz tilâvetlerle, hatimlerle ve mukabelelerle ihyâ edelim.

Bedenî ibâdetlerin yanında;

Bilhassa da infak seferberliğiyle ihyâ edelim:

Zira Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Ramazân-ı şerifte hiçbir engel tanımadan tatlı tatlı esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olur, bütün ibâdet ve ihsanlarını artırırdı. Kendisine;

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular:

“–Ramazân-ı şerifte verilen sadaka…” (Tirmizî, Zekât, 28/663)

Bu müjdeye ermek için mübârek ecdâdımız da Ramazân-ı şerifte hayrat yarışına girmişlerdir.

Öyle ki;

İkramda nezâket ve zarâfetin zirvesine ulaşarak; çeşmelerden en kaliteli ballarla hazırlanmış şerbetler ikrâm etmiş, gönülleri âbâd etmişlerdir.

Yine Ramazân-ı şeriflerde çokça gerçekleştirilen bir tasadduk şekli de şöyle idi:

Hayır-hasenât sahipleri bir bakkala gider ve veresiye defterindeki borçları öder ve sildirirlerdi. Çoğu kere kimin borcunu ödediğini bile bilmez ve «sağ elin verdiğini sol ele bile duyurmamak» hakikatini yaşarlardı.

Ramazân-ı şerifteki en güzel hayır-hasenâttan biri de iftarlardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevâbından hiçbir şey eksilmeden- ecir alır.” (Tirmizî, Savm, 81)

Bu müjdeyi duyan ashâb-ı kirâmın fakirleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek kendilerinin zenginler gibi oruçluyu doyuracak derecede iftar yemeği vermeye güçlerinin yetmediğini hüzünle arz ettiklerinde de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdular:

“Kim bir oruçluyu bir hurma ile iftar ettirirse veya bir içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah Teâlâ, ona aynı sevâbı verir.” (İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191)

İKRÂM ÜSTÜNE İKRAM!..

Ecdâdımız Ramazân-ı şerifleri infak yarışıyla ihyâ husûsunda bizlere müstesnâ hâtıralar bırakmışlardır. Mahallelerindeki garip, kimsesiz, yetim, dul, fakir-fukarâya bilhassa bu ayda evlerini ve gönüllerini açmışlar, oruçlulara iftar ettirmişler ve müstesnâ bir nezâketle «diş kirası» adı altında ayrıca bir hediye de takdim ederek, ikrâm üstüne ikramda bulunmuşlardır.

Diş kirası an‘anesinin güzel bir misâli de muhterem pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-’ten dinlediğim şu kıssadır:

Hayırseverlikleriyle meşhur Yûsuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu. Ramazân’ın birinci gününden itibaren konağın kapısı açılır, Ramazân’ın sonuna kadar kapanmazdı. Kim gelir geçerse, iftar vakti gelir, kimseye sormadan istediğini yer, kimseye ayrım yapılmazdı.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yûsuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gelir. İzzet-ikramdan sonra sıra «diş kirası»na gelir.

Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koyar, diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Padişah alır, bu nezâket, zarâfet ve incelik karşısında;

“–Çok mütehassis ve memnun oldum; ben de size hediye ettim.” der ve aldıklarını iade eder.

Zeynep Hanım da Şeyh Hamdullah hattı ve altın suyuyla yazılmış tezhibli bir Kur’ân-ı Kerim mushafını; padişaha lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sunar. Padişah bu kıymetli eseri alır, üç defa öpüp başına götürür ve kabul eder.

Hayırseverliğiyle meşhur bu ailenin birçok hayrıyla beraber, isimleriyle yâd olunan Zeynep Kâmil Hastahânesi de; bugün ayaktadır ve bir sadaka-i câriye olarak senelerdir amel defterlerine hasenât yazdırmaya devam etmektedir.

Bu ikramların sadece Ramazân’a mahsus olmadığına, muhteşem vakıf medeniyetimizin sene boyunca da fukarâya imdat elini uzattığına şu güzel hâdise de şâhittir:

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzu içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcubiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû- zamanındaki iftarlar da hatırımdadır:

Bir gün faytoncular (at arabacıları) davet edilirdi. Bir başka gün, temizlik vazifelileri buyur edilirdi. Hocaefendiler, komşular ve akrabalar için ayrı ayrı nice sofralar açılırdı.

Bu grupların ayrı ayrı çağırılmaları, birbirleriyle samimiyetlerinin artması ve kardeşliğin yaşanması içindi. Birbiriyle ülfet edebilecek kişiler, beraber çağırılır, fakat kimse unutulmazdı. Kimsenin boynu bükük bırakılmaz, herkesin gönlü alınırdı.

Herkese, teşriflerine teşekkür olarak seviyelerine göre hediyeler ikrâm edilirdi.

Günümüzde salgın hastalık sebebiyle tedbirlere dikkat etmemiz gerekmektedir. Gariplere yapacağımız iftar ikramlarını, sefer tasları ile onların evlerine ulaştırmak da aynı ecre vesiledir inşâallah. Bu iftar ikramlarında ecdâdımızın güzel bir âdeti olan diş kirası verme geleneğini de sürdürmemiz, güzel bir fazîlettir.

Hâsılı;

Rahmetin tuğyân ettiği bu mevsimde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil etmeye bütün gayret sarf edilmeli ve bayram sabahında af berâtı ve bayram şahâdetnâmesine nâil olabilmek için, sabır, sebat ve fedâkârlık sergilenmelidir.

Şu hakikat de unutulmamalıdır ki;

Ramazân-ı şerifte müjdelenen af ve mağfiret, kul haklarının affını içine almaz. Allah yolunda canını veren şehidler için dahî, kul hakları istisnâ tutulmuştur.

Hakk-ı ibâd için mutlaka helâlleşmek lâzımdır. Dünya mahcubiyetini, âhiret rüsvâlığına tercih etmelidir.

Müşahhas bir hak elimizde ise onu mutlaka sahibine iade etmeli, gıybet ve benzeri haklar husûsunda ise muhataplar eğer vefât etmiş ise bol bol istiğfâr ederek onlar adına tasadduklarda bulunulmalıdır.

Bu şuurla idrâk edilecek bir Ramazân-ı şerîfin neticesi, inşâallah bayram sevinci olacaktır.

Ramazan Bayramı, bir aylık yoğun ibâdet mevsiminin sonunda lutfedilen ibâdet, muâmelât, muâşeret, saâdet ve sürur günleridir.

NASIL BİR BAYRAM?

Bayramlar mü’minlerin müşterek sevincidir.

İnsan tek başına, ferdî olarak bayram yapamaz. Yani tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma tasavvur olunamayacağı gibi, sırf kendi şahsının veya kendi ailesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da düşünülemez.

Unutmayalım ki bayramlar, asla tatil ve eğlence gibi ferdî mutluluk günleri de değildir.

Bilâkis bayramlar; içtimâîleşmek, sıla-i rahimde bulunmak, geçmişlerimizi hayırlarla yâd edip ruhlarını şâd etmek, îman kardeşliğini cemiyet plânında yaşatmak gibi nice mükellefiyetlerimizin edâsına vesile olan, bütün toplumu kucaklayıcı ibâdet günleridir.

İlk bayramlaşma; en çok alâka, yardım ve şefkate muhtaç olan geçmişlerimizle melâl yüklü selviler altında başlamalıdır. Bu hâl, ölülerle dirilerin hasret gidermesi, haşır neşir olmasıdır.

Fâtihalar ve sadakalar ikrâm ederek geçmişlere bir vefâ borcunun îfâsıdır. Kendisinin de bir gün, ziyaretine koştuğu ölülerin hâliyle hâlleneceğini hatırlayarak, hayatını bu şuur ve idrâkin îcâbınca yeniden tanzim ve kontrol etmenin imkânını elde etme vesilesidir. Gerçekten ecdât, insanın kendi âkıbetini lâyıkıyla görüp ölümden ibret alabilmesi için kabristanları hep şehir ortalarına veya yol kenarlarına yapmıştır.

Bayramlar, mâsum gönülleri tebessüm ettirmektir. Garipleri, kimsesizleri, yoksulları sevindirmektir. Mü’minlerin gönüllerini kaynaştırmak, küsleri barıştırmaktır.

Bayram, îman kardeşliğinin cemiyet plânında yaşandığı mübârek vakitlerdir.

Bayramlar; bu kardeşlik şuuruyla, şu hakikî bayramlara nâil olmaktır:

  • Son nefeste îmân ile göçmek gerçek bayramdır.
  • Amel defterini sağdan almak gerçek bayramdır.
  • Mîzanda hasenâtın ağır gelmesi gerçek bayramdır.
  • Sırat’tan geçip cennete girmek gerçek bayramdır.
  • Rasûlullah Efendimiz’e kavuşmak, Cemâlullâh’a nâil olmak gerçek bayramdır.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bu sevinci şöyle beyan eder:

“Kitabı sağ tarafından verilen (öyle bir sevinecek ki);

«–Alın, kitabımı okuyun! Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.» diyecek.” (el-Hâkka, 19-20)

Bu anlarda kurtuluş elbette ki bayramdır. Zira bu anlar mahşerin en zorlu zamanlarıdır.

Hazret-i Âişe anlatıyor:

“Bir defasında cehennemi hatırlayıp ağladım. Rasûlullah, beni bu vaziyette görünce;

«–Âişe, neyin var?» diye sordu.

«–Cehennemi hatırladım da ağladım. Siz peygamberler kıyâmet günü aile fertlerinizi hatırlar mısınız?» dedim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdi:

«–Üç yer vardır ki oralarda kimse kimseyi düşünmez:

1- Mîzanda ameller tartılırken, terazinin hafif mi yoksa ağır mı geldiğini öğrenmeden,

2- “…İşte buyrun kitâbımı okuyun!” (el-Hâkka, 19) deyinceye kadar amel defterleri verilirken, defterinin sağından mı, solundan mı, arkasından mı verileceğini bilmeden,

3- Bir de cehennemin sırtlarına Sırat Köprüsü kurulduğunda. Köprünün iki yanında pek çok kancalar ve sert dikenler vardır. Allah Teâlâ bu kancalar vasıtasıyla mahlûkātından dilediğini yakalayıp cehenneme atar. İşte kişi bu kancalardan kurtulup kurtulamayacağını öğrenmedikçe kimseyi düşünemez».” (Bkz. Hâkim, IV, 622/8722)

KIVÂMI KORUMAK

Bayramların bu şuur içinde idrâk edilmesi; Ramazan’dan sonra başlayan, «kıvam ve hâli muhafaza» vazifesinde de bizlere yardımcı olur.

Gaflet içindeki bir bayram ise, daha ilk günden fire verilmesine yol açar.

Zira Ramazan’dan sonra zincirlerinden çözülecek bozguncu şeytan, mü’minlerin sevap hazinelerini yağmalamak için fırsat kollayacaktır.

Kaybedenlerden olmamak için, Ramazan terbiyesi altında geçirilen mânevî hâtıraları hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır. Selef-i sâlihînden aktarıldığı gibi; âdetâ Ramazân-ı şerîfin bittiği gün, bir sonraki Ramazân’a kabul olmuş ibâdetlerle kavuşabilmek için niyâza başlamamız îcâb eder.

Asla unutmamalıyız ki;

Bütün ibâdetlerimiz Cenâb-ı Hakk’ın kabulüne muhtaçtır. İbâdetlerimizin kabulünün alâmeti de, üzerimizdeki tesirin devamıdır.

Bu sebeple Ramazân-ı şerîfi seneye ve ömre yaymak lâzımdır. Bunun için de şu hakikati tefekkür etmeliyiz:

İKİ İLÂHÎ KIYMET ÖLÇÜSÜ

Cenâb-ı Hak, Ramazân-ı şerîfi ve içinde bir dürr-i yektâ gibi saklı bulunan Kadir Gecesi’ni kime ve hangi vesile ile ihsân eyledi?

Yüce Allah; bu müstesnâ lutfu;

–Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ihsân eyledi ve

–Kur’ân-ı Kerim vesilesiyle ikrâm eyledi…

Öyleyse;

Yüce Rabbimiz’in katında en kıymetli iki varlık; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Kur’ân-ı Kerim’dir.

O hâlde bizler de;

  • Kur’ân-ı Kerîm’i gönlümüzde ve hayatımızda bütün ihtişamıyla hem yaşayıp hem de yaşatırsak,
  • Hayatımızı Kur’ân ve Sünnet’in tâlimatlarıyla tezyîn edebilirsek,
  • Evlâtlarımızı Kur’ân ve Sünnet ikliminde yetiştirip, onlara İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakabilirsek, ancak o zaman Allah katında değerli oluruz.

Çünkü;

  • Cibrîl -aleyhisselâm- Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.
  • Kur’ân, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi. O, bütün rasûllerin seyyidi oldu. Âlemlere rahmet oldu.
  • Kur’ân; ümmet-i Muhammed’e geldi, o ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu.
  • Kur’ân; Ramazan ayında indi, o ay, ayların en hayırlısı oldu.
  • Kur’ân; Kadir Gecesi’nde indi, o gece, bin aydan daha hayırlı oldu. Bütün gecelerin en hayırlısı ve en fazîletlisi oldu.

Ey mü’min!.. Eğer Kur’ân senin kalbine ve hayatına rehber olursa, insanların en hayırlısı olursun!

Rabbimiz, kıymet verdiği ve verdiği nimetlerin kadrini bilen kullarından eylesin!..

Nâil eylediği Ramazân-ı şerif nimetinden istifâde ettirsin, ebedî bayramlara eriştirsin.

Âmîn!..