Kadir Gecesi Özel Mülâkâtı (İftar Sevinci Programı 2020 Ramazan)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.
  • Kadir Gecesi Özel Mülâkâtı (İftar Sevinci Programı 2020 Ramazan)

Erkam Radyomuzun çok değerli dinleyicileri! Yine Erkam Televizyonumuzun çok muhterem izleyicileri! Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den kurtuluş ayı olan Ramazan’ın son haftasına girmiş bulunuyoruz. Cenâb-ı Hak cümlemize Ramazan’ın bu nîmetlerinden istifâde etmeyi nasîb etsin.

Âmîn.

Tabi şimdi Kadir Gecesi’ne de eriştik. Bu Kadir Gecesi’nde her defasında olduğu gibi bizim İftar Sevinci programımızda çok muhterem bir misafirimiz var. Bugünkü misafirimiz, muhterem Osman Nûri Topbaş Hocamız.

Hoş geldiniz muhterem hocam.

Hoş bulduk, teşekkür ederim.

Muhterem hocam, tabi bu salgın hastalık dolayısıyla bu Ramazan’ı biraz melül ve mahzun geçiriyoruz. Camilerimiz cemaatsiz, Harameyn cemaatsiz, Mescid-i Aksâ cemaatsiz ve aynı zamanda tabi terâvihlerimiz yok, Cuma namazlarımız yok… Böyle bir, boynu bükük, mahzun bir Ramazan geçiriyoruz.

Özellikle zât-ı âlînizden bu mahzun ve boynu bükük Ramazan’dan kurtulmanın sizce yolları nelerdir? Bu konuda biraz bize ümit verirseniz çok memnun oluruz?

Estağfirullah. Şunu söyleyebiliriz ilk başta:

Cenâb-ı Hak mahzun kalplerin yanındadır. Demek ki bu sene, mahzun kalplerle bir Ramazân-ı Şerîf geçiyor. Bu gece bir Kadir Gecesi idrâk edeceğiz -inşâallah-.

Bu mübârek, muhteşem vakitlerde, Cenâb-ı Hakk’a öyle bir hâlisâne duâ, istiğfar, zikir, şükür ve sâlih amellerde bulunalım ki, onlar hem dünyanın hem de ukbânın zorluk ve sıkıntılarına karşı bizlere birer “vesîle-i necât” bir “kurtuluş vesîlesi” olsun -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak daima zorluklar karşısında sebat etme, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etme; âyet-i kerîmede:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ . وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ .

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirâh, 7-8]) buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hak her zorluktan sonra bir kolaylık ihsân ediyor, bir mükâfat ihsân ediyor.

Zaten dünya da böyle. Dünya da med-cezirlerin içinde. Dünya bir mekteb-i âlem. Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bütün (insanlar ve) cinler, bu dershaneden geçecek, bu med-cezirleri yaşayacaklar, kulluklarını unutmayacaklar. Cenâb-ı Hak’tan imdâd-ı ilâhî gelecek.

Efendim; bu yolun kurtuluşu için bir zâhirî tedbirler var. Zaten Efendimiz buyuruyor 1450 sene evvel; bir karantinayı buyurdu. Bu da Peygamber Efendimiz’in bir mûcizesi. Bu karantinanın şartlarına dikkat edilecek. Eğer edilmezse kendimize zarar verdiğimiz gibi karşımızdakine de zarar veririz, onun da mes’ûliyetine gireriz. Bu, maddî tedbir.

Fakat mânevî tedbirde ne lâzım?

İlticâ lâzım, gözyaşı lâzım, tevbe-istiğfar ederek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek lâzım.

Rasûlullah Efendimiz de sık sık telkin ettiği bir hadîs-i şerîf var:

اَللّٰهُمَّ اِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

(“Yâ Rabbi! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım!” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134])

Şimdi dünyanın en ufak bir med-ceziri karşısında ne kadar bir endişe içindeyiz? Rasûlullah Efendimiz bizi bir kabir hayatına, bir âhiret hayatına, orada bir hazırlanamaya Cenâb-ı Hak bizi teşvik ediyor.

Efendim; Hasan Basrî Hazretleri’ne dört kişi geldi. Biri dedi ki:

“–Üstad dedi, kuraklık var dedi, duâ et.” dedi.

Diğeri geldi:

“–Fakirlikten; çok muhtacım dedi, duâ et.” dedi.

Diğeri tarlasının verimsizliğinden bahsetti. Diğeri de:

“–Üstad dedi, çocuğum olmuyor dedi. Duâ et, Allah bana bir evlât versin.” dedi. Hazret’ten himmet dilediler. Hazret de dördüne de “istiğfâr” tavsiye etti. Bir kişi dedi ki:

“–Efendi Hazretleri dedi, dört kişi size muhtelif şeyler arz etti, duâ bekledi. Siz dördüne de istiğfar dediniz.”

O zaman Hasan Basrî Hazretleri Nuh Sûresi’nin 10. ve 12. âyetlerini okudu. Bu dört sorunun da cevabı bu âyette var. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Merhamet sahibi.) Üzerinize (kuraklıktan şikâyet etmişti, âyette) bol bol yağmur indirsin (Cenâb-ı Hak buyuruyor.) Mallardan, oğullardan çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12) buyuruyor.

Velhâsıl bu tevbe-istiğfar, çoğu peygamberler dahî bu tevbe-istiğfar içinde.

Yine İbn-i Mâce’de buyruluyor:

“Bir kimse (samimi, ihlâs ile ve bir acziyetini idrâk içinde) istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış verir, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerden rızıklar verir.” buyruluyor. (İbn-i Mâce, Edeb, 57; Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518)

Demek ki bir müslümanın, bir istiğfârı, daimî bir zikri olacak.

Yine bir âyet-i kerîmede, Enfâl Sûresi’nin 33. âyetinde:

“Sen (Efendimiz’e buyruluyor) aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir…” (el-Enfâl, 33)

Mekke devrinde bir azap inmedi. Her türlü zulüm oldu, azap inmedi. Çünkü Efendimiz oradaydı. Efendimiz hicret edince, semâya baksalar, bir bulut gibi görüyorlardı. Efendimiz’e geldiler, dediler:

“–Sen dediler, bu işi kaldır dediler, biz Sana ittibâ edeceğiz.” dediler.

İkincisi olan;

“…Allah, istiğfarda bulundukları müddetçe, (Allah) onlara azâb edecek değildir.” (el-Enfâl, 33)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Yeryüzünde iki eman vardı. Biri gitti, diğeri kaldı. (Giden,) Rasûlullah Efendimiz; kalan, istiğfardır.”

Fakat Cenâb-ı Hak bunun, istiğfârın en güzel zamanı, muhteşem zamanı;

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار (Âl-i İmrân, 17) Seherlerde kulun Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmesi. Bu şekilde ilticâ ederek, hem günahlardan, lûtfuyla temizlenmesi, hem de o istiğfar, seher vakitlerinde olan o hâlle gündüzlere de nefsânî arzulara bir mukâvemet göstermesi, yani rûhâniyetin doyurulması.

Buna işârî mânâda da şöyle bir mânâ veriyorlar:

Eğer gönlünde daima Rasûlullah’ı taşırsa,

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Daima; “Yanımda benim Allah Rasûlü var, acaba benim bu hâlime tebessüm eder miydi?..” O hâlet-i rûhiye içinde olursa, yine Cenâb-ı Hak o kişiye azâb etmez. İşârî olarak böyle bir de mânâ veriliyor.

Tabi burada, en mühimi “takvâ” geliyor. Tabi bu istiğfar da takvâ ile.

Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek, kulun kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun kalpte şuur ve idrâk hâline gelebilmesi.

Efendim; şöyle bir hâdise oldu. Muaz -radıyallâhu anh-’ı Efendimiz Yemen’e gönderdi. Gönderirken, geçirdi Medîne’nin hudutlarına kadar.

“–Muaz dedi, herhâlde dedi, seninle bundan sonra bir daha görüşemeyeceğiz dedi. Sen Yemen’den döneceksin dedi, olabilir ki benim şurada kabrim olacak, beni ziyaret edersin.” buyurdu. Muaz, ağlamaya başladı.

“–Ağlama Muaz, ağlama.” dedi.

“Bana en yakın olanlar müttakîlerdir dedi. Hangi zaman ve mekânda olursa olsun müttakîlerdir.” (Bkz. Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Demek ki burada, belânın def’i için takvâ lâzım. O takvâ ile istiğfar, gözyaşı vs… Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek, bu şekilde bir azaplardan, gelecek musibetlerden kurtulmak.

Tabi bunu, bir müslüman hayatının muhtevâsında yaşayacak. Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olacak.

Bunu Mevlânâ, bütün evliyâullâhın sözcüsü mâhiyetinde, nasıl bir, kendisinden misal vererek:

مَنْ بَنْدَهءِ  قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مَـنْ خَــاكِ رَه ِمُحَـمَّدْ  مُخْـتَـارَمْ

diyor. Demek ki bir müslüman;

“Bu can tende oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim…”

Demek ki bir;

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112])

Kur’ân-ı Kerîm üzerinde bir istikâmetlenme, Sünnet-i Seniyye’yi de bir rûhâniyetle yaşayabilme ve yaşama ve yaşatma.

Efendim; bu iptilâlardan kurtuluşun diğer bir kurtuluş sebebi de;

Cenâb-ı Hak buyuruyor Bakara 153. âyet olacak tahmin ediyorum, orada Cenâb-ı Hak:

“Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyin.” buyuruyor. (el-Bakara, 45, 153)

Hattâ Sâre Vâlidemiz’i Firavun sarayına aldı tecâvüz için. Hemen Sâre Vâlidemiz orada iki rekât namazla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Firavun yanında yaklaştı, eli-ayağı titremeye başladı:

“–Yahu bu kadın dedi, sihir mi var dedi. Hattâ Hacer’i de verin, buradan hemen, buradan gitsin!” dedi.

Velhâsıl böyle iptilâlara müptelâ olduğumuz zamanlarda yine tek bir çâre, namazla ve sabırla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edebilmek.

Yani, bilhassa Fâtiha okuyoruz günde en aşağı kırk sefer. Orada bir âyet var, onun şümûlüne girmemiz zarûrî. Orada;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz (cemî olarak geliyor, toplum olarak) «وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ» ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)

Demek ki şunu daima bir düşüneceğiz:

Eğer hayatımızda, toplumumuzda “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” varsa, mutlakâ “وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” Allâh’ın yardımı gelir. Fakat “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” eğer tam olarak icrâ edilemiyorsa, ona göre yardımlarda kesinti olabilir.

Diğer bir husus, Cenâb-ı Hak;

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor.

Demek ki buradan Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i şifâ ve rahmet olarak indirdi. Mümkün mertebe her sabah, Fetih Sûresi’ni, Yâsîn Sûresi’ni okumaya devam edelim -inşâallah-. Cenâb-ı Hak -inşâallah- şifâ ve rahmetini tecellî ettirir -inşâallah-.

Efendim, ben bir mesele arz edeyim.

Hay hay hocam, buyrun.

O da yine zât-ı âlînizin bu açıklamalarından aklıma geldi. Hazret-i Mevlânâ diyor ki:

Cenâb-ı Hak Rahmân ve Rahîm’dir. Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın bu isimlerinin tecellîsine mazhar olmak istiyorsanız, biraz acınacak konumda bulunun. Boynu bükük, gönlü kırık ve gözü yaşlı insan olun ki, Rabbim size acısın. Yoksa böyle oklava yutmuş gibi gururlu ve kibirli bir adama, rahmet-i ilâhî inmez diyor.

Efendim; zâten buyurduğunuz gibi, Furkan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahmân (yani Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Evet.

“…Câhiller gelip sataştığı zaman «selâmâ» derler geçerler.” (el-Furkân, 63) buyuruyor. İbâdurrahman, zaten cömerttir, bol sadaka verir. Cenâb-ı Hak “يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ” “Ben alırım” buyuruyor sadakaları. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Sadakayı da öyle vermek lâzım ki;

Kalkan olsun diyor.

Kalkan olsun ve riyâdan vesâireden uzak olması lâzım.

Yine Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadiste, Ebû Dâvud’da da var:

“Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin…” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Demek ki hocam, buradan şunu görüyoruz; merhamet, bir mü’minin tabiat-i asliyesi olacak.

Evet.

Fakat -maalesef- görüyoruz bugün dünyada; toprağına merhamet tohumu ekilmeyen ülkeler, istikbâlin mâtem ülkesi olmaya mahkûmdur.

Efendim ben, evlâtlarımıza geçmek istiyorum ama, bu, maddî virüsler karşısında mânevî virüslerden de evlâtlarımızı korumamız lâzım, en mühimi. Çünkü Yâsîn’de iki âyet var çok ibretli. Bu dünyada evlâtlarımızla beraber olmak istiyoruz. Onlardan ayrı olmak istemiyoruz. Onlarla beraber olmak için de Cenâb-ı Hak:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyuruyor. Cennetlikler büyük bir ihtişamla davet edilecek. Fakat burada evlâtlarımızı “uydum kalabalığa” eğer internetin yanlış sokaklarında, çıkmaz sokaklarında eğer onları bırakırsak, o zaman da;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Siz mücrimler, ayrılın!” (Yâsîn, 59) denilecek. En hazin ayrılık, orada olacak.

Buyrun hocam.

Şimdi bu salgın hastalık, hemen hemen herkesin hesabını bozdu.

Bozdu.

Evdeki hesaplar çarşıya uymadı. İşsizlik arttı.

Evet.

Hattâ pek çok belki tüccarın ticaretinde aksamalar meydana geldi.

Evet.

Efendim; işverenlerin işlerinde aksamalar yaşandı. Böyle bir, yine salgının sebep olduğu, bu ekonomik istikrarsızlık karşısında, tabi dînimizin tabiî bir gereği; demin ifade buyurdunuz, müslüman merhametli olmalı.

Evet.

Bu merhametimizin tabiî bir gereği, mutlakâ duyarlı olmamız lâzım ve bu hastalığın, bu salgının getirdiği ekonomik sıkıntıları gidermek için özellikle infak, dayanışma ve kardeşliğin artması konusunda neler buyurabilirsiniz efendim?

Maalesef günümüz, kapitalist ve pragmatist, liberalist sistemin getirdiği; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin…” Bu, iyice yaygınlaştı.

Bu, “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin…” bu kapitalist düzende hiçbir vicdânî ve ahlâkî bir kaygı yok. Öyle bir endişe yok. Dünya’nın kaynaklarını acımasızca sömürme var. Görüyoruz bunu. Havayı, suyu, toprağı kirletme var menfaatleri için. Nebâtat ve hayvanâta zarar verme var. Atom bombaları vs. salgınlar. Maddî-mânevî değerlerini sömürmek sûretiyle insana kıyıldı. Bir damla petrolü, bir damla kandan kıymetli gördü.

Onun için Suriye’de görüyoruz, Yemen’de görüyoruz, Myanmar’da görüyoruz ve dünyanın kılları kıpırdamıyor.

Ama efendim, bu Corona, zâlimleri vuruyor gibi geliyor bana, siz ne buyurursunuz?

En büyük zâlim nerede, en büyük, baktığımızda nereden başlıyor bu? Çin’de başladı. Çin’de Uygurların durumuna bakalım. Uygurlar ne durumda?

İtalya’da başladı. İtalya’ya bakalım. Nasıl bir, o muhâcirler, Akdeniz kabristanı oldu, Akdeniz onlara kabristan oldu? O botlar nasıl şey oldu?

Botları dediler.

Deldiler. İran’a bakıyoruz, nasıl bir Sünnî-Şia kavgasına girdi.

Suriye’de…

Suriye’de…

Irak’ta.

Irak’ta. Büyük bir, müslümanlar telef oldu. Hattâ Yemen’de bile.

Bu enâniyet, kibir, benlik, dünyanın maddî varlığına sahip olmak… Burada tabi Cenâb-ı Hak, -buyurduğunuz gibi- ilâhî bir, sille-i Rahmânî indi, bir azap kamçısı indi.

Mevlânâ’nın güzel bir hikâyesi var. Zaten Mevlânâ Hazretleri mücerredi müşahhas hâle getirir. İnsan müfekkiresi, daha rahat kavrar müşahhasları. Şöyle bir hikâye anlatır:

“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerinde saman çöpünün üstüne kondu. Kendisine büyük bir mevkî biçerek kaptanlık hevesine düştü.”

“Dedi ki: Deryayı en iyi bilen benim dedi. Çünkü ben şu an, koca bir derya üzerinde sağlam bir gemide, ehliyetli, doğru düşünen bir kaptanım!”

Bu küçücük hacmini, cüce hacmini sinek gözüyle seyre­den kişi; Azrâil, altındaki saman çöpünü çektiği zaman, hâlinin nice olacağını hiç düşünmez mi?..”

İşte bize Mevlânâ bu hikâyesi, tam zamanımıza göre en güzel misal. Yani sinekler, cüceler, kendisini dünyanın hâkimi zannetti. Fakat bir, onlara Cenâb-ı Hak yok kadar bir mahlûk göndererek allak-bullak etti.

Ne ibrettir ki bugün maddî güçlerinin putperesti olan dev ekonomiler, kendisini yenilmez gören küresel güçler, dayanıp güvendikleri saman çöpü altından çekilip sinekler gibi acziyeti tattılar.

Efendim burada; Kārun’un hazinelerini deve kervanları taşıyamamış anahtarlarını. Hazinenin kendisini değil, anahtarlarını.

Evet.

Cenâb-ı Hak onu bir sivrisinekle helâk etti, gitti. Şimdi ben bakıyorum, bir Coronavirüs’üyle Amerika’nın, o zâlimin bütün foyası da meydana çıktı, fiyakası söndü. Avrupa’nın havası indirildi. İsrail’in karizması çizildi. Çin’in tafrası söndü.

Neyle? Cenâb-ı Hak bir, hiç görünmez bir mikropla…

Yok kadar, yok kadar.

Ama bakıyoruz, yalnız, özellikle size bu konuda çok bilgiler geliyor, bu ne mültecî çadırlarında, ne Yunanistan’daki, ne Suriye’deki mültecî kamplarında bir tek Corona yok.

Bir kardeşimiz, bu Suriye kamplarında hizmet görüyor. Sık sık telefonla da haberleşiyoruz. Hastanenin diyor, Azez’de diyor, o Türk tarafındaki hastanenin başhekimiyle görüştüm diyor. Dedi ki;

“–Daha bir tek bir vaka gelmedi.”

Elhamdülillâh.

Elhamdülillâh. Hattâ orada birkaç tane son yapılan camiler var, camilerde de yan yana namaz kılıyorlar. Yani mesafeli de kılmıyorlar.

Sosyal mesafe yok.

Sosyal mesafe yok. Şey de yok; tıbbî şartlar da gayr-i müsâit. Su yok, vs. yok, temizlik vs… Fakat Cenâb-ı Hak mazlumları koruyor.

Zâlimlere de… Meselâ petrol patronları, dünyayı sömürenler, petrol sıfırlandı gitti. Azrâil’in, sineğin altından çöpü çekmesi gibi, bitti. Yani bunların hepsi ibret.

Yani bir milimetre hacminin milyonda biri kadar olan küçük bir virüs, bütün dünyaya korku saldı, bütün insanlığı tedirgin etti. Yapay zekâ perişan oldu, âciz oldu gitti, yapay zekâ bu işte bir işe yaramadı. O da bir ibret.

Yani Cenâb-ı Hak, tanrılık iddiâ eden Nemrud’u topal bir sinekle helâk etti. Fakat topal sineğin bir vücudu vardı gözüken.

Evet.

Bu şeyin, bir vücudu yok kadar bir şey, virüsün.

Ebrehe fil ordusuyla geldi. Şunu düşünmek lâzım. Sebep görülüyor, Müsebbib gözükmüyor. O Ebrehe’nin ordusuna taş atan Ebâbil kuşlarının ağzına o taşları kim koydu?

Yani madem günümüzde sebep gözüküyor, Müsebbib gözükmüyor.

Evet.

Hâlbuki burada Müsebbib’i görmek lâzım. Bir yaprak boş yere eğer düşse, anarşi olur kâinatta. Bütün ekolojik denge altüst olur. Bu, Ebrehe’nin ordusunu taşlayan o Ebâbil kuşlarının taşıdığı taşlar, iki üç taş, bugün dünyayı saran bu virüslerin hacmi kadar belki yok bile. Yani Cenâb-ı Hak çok büyük güçlerle helâk ettiği gibi, yok kadar güçlerle de helâk ediyor.

Demek ki insanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini görecek, intibâha gelecek, uyanacak. Kâinâtın Hâlıkı’na karşı aczini idrâk edecek, “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Haddini bilecek, kulluğunu bilecek.

Tabi bu bir kalp işi. “Arz-ı endam” hâlinde değil. Gösteriş, vs. fiyaka, sükse değil, israf çılgınlığı değil, “arz-ı hâl” bir tevâzu içinde, bir yokluk içinde daima “ben” demeyecek, “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyecek.

Efendim bu sebeple kalbin katılaşmasından, vicdanın dumura uğramasından, merhamet fukarâsı olmaktan, şefkat filizlerini kurutmaktan, gözyaşı dökememekten Allâh’a sığınmak îcâb eder.

“Bugün insanımızın maddî bakımdan ezilmemesi için neler yapmak gerekir?” Bir soru da bu.

Efendimiz buyuruyor:

“Komşusu açken tok yatan (kâmil bir) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15/2166)

Demek ki komşum açken ben ne kadar bir mânevî seferberlik hâlindeyim, maddî seferberlikle beraber?

Demek ki bir insanın “Benim kazancım helâl mi değil mi?” bir düşünecek. Çünkü kişide irâde yoktur, irâde paradadır. Para, kazanca göre yerine gider, akar.

Demek ki burada kendisi, kazancının bir röntgenini seyredecek. “Ben bugün, bu dünyanın zor durumunda, işten çıkanlar, kimsesizler, garipler, yetimler, dullar… Bunlar karşısında benim durumum nedir?”

Yani vicdan, insanlığımızın bir şiârıdır. Burada insan kendi vicdanını bir test edecek:

“Ben komşuma, açlar, kimsesizler, bunlara ne kadar merhametim onlara doğru akacak? Ne kadar paylaşacağım?..”

Burada Muhâcir-Ensâr’ı düşünecek. “Ben Muhâcir ve Ensâr’ın; Cenâb-ı Hak bize onları tavsiye ediyor; Muhâcirler buyuruyor, Ensâr buyuruyor, onlara tâbî olan ihsan sahipleri buyuruyor. Demek ki onlar Rasûlullah Efendimiz’in en yakınıydı. Ben Rasûlullah Efendimiz’e ne kadar yakınım?..” Kendisini bu şekilde test edecek.

Evet, her ne kadar devletimiz, sosyal yardımlarda bulunuyorsa da, bunun kâfî gelmediğini, devletin yetişemediği nice insanların olduğunu düşünmemiz lâzım. Elimizden gelen fedakârlığı sergilememiz lâzım.

İmkânımız varsa seferber etmeliyiz. İmkânımızın bittiği yerde, Cenâb-ı Hak; “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. “Eğer hiçbir şey veremiyorsan, bir tesellî et.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki bir müslümanda, bir müslümana karşı bir çıkmaz sokak göstermek yok. Onu hiç yoksa bir tesellî edecek, onun gönlünü alacak.

Yine bu, önümüzde bayram yaklaşıyor. Sadaka-i fıtırı bu çerçevede değerlendirmemiz…

Bu mübârek, muhteşem ayda fitre/fıtır sadakası, şerʼan zengin sayılan bir müʼ­mine vâcip, hattâ bazı görüşlere göre farz durumdadır. Fitre, bayram namazına kadar verilmesi zarûrîdir ki bayram günü biraz rahatlasın. O da, fitre de cüz’ün cüz’üdür. Yani ne kadar bir müslüman ne kadar bir, en asgarîyi bile ihmâl etmeyecek.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:

“Onları diyor, bu (bayram) günü diyor, aç olarak dolaştırmaktan kaçının!” buyuruyor. (İbn-i Sa’d, I, 248)

Bugün de -maalesef- bu, ortalığı kavurmaya başladı. İşten çıkanlar, çıkarılanlar, vs…

Velhâsıl diğergâmlık, fedakârlık ve cömertlik hislerini tazeleyen bu Ramazân-ı Şerîf’te, İslâm kardeşliğini zirve hâlinde yaşamamız zarûrî.

Bu mübârek ayda; mağdurlar ve mazlumların daha çok yanıbaşında olmamız, gariplerin, kimsesizlerin, hastaların, bu Ramazân-ı Şerîf’in ve bayramın gönül huzurunu tattırabilmemiz îcâb eder onlara. Bu bizim bir kardeşlik… Çünkü mü’min, mü’mine zimmetlidir.

Mû­sâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi dedi, Ben Se­nʼi ne­re­de bulurum de­di. Nerede Sen’i arayayım?” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

“–Yâ Mûsâ! Sen Be­nʼi, gariplerin, kal­bi kı­rık­la­rın ya­nın­da ara!” buyurdu. (Ebû Nu­aym, Hil­ye, II, 364)

Demek ki o mevsime de girdik bugün.

Yine, hadîs-i kudsîde:

“–Ey Âdemoğlu! Hastalandım.” diyor Cenâb-ı Hak.

“–Yâ Rabbi, Sen hasta mı olursun, Şâfi-i Mutlak Sen’sin.”

“–Ben acıktım diyor, aç kaldım diyor, doyurmadın.” diyor.

“–Yâ Rabbi, bütün kâinâtın rızkını doyuran Sen’sin, aç mı kalırsın?”

“–Bana su vermedin.” buyuruyor.

“–Yâ Rabbi, her şeyin hâlıkı Sen’sin.” diyor.

Cenâb-ı Hak:

“–Eğer sen, o hasta kulumun, aç kulumun, susuz kulumun yanında olsaydın, onların yanında Ben’i bulurdun.” (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Demek ki Cenâb-ı Hak’la beraber, Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak isteyenler, gariplerin, yalnızların, kimsesizlerin yanında olmalıdır.

Bu da Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu. Demek ki Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat ve merhamet göstermek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesîle olurken, bunun aksine ise, muhtaçların feryatlarına, sessiz feryatlarına bîgâne kalmak da ilâhî gazabı celbeder.

Burada Sâdî-i Şîrâzî’nin güzel bir ifadesi var. Bu tabi, ders hepimize:

“İyi günlerinde fakirlerin, gariplerin, muhtaçların gönlünü al buyuruyor. İyi günlerinde, rahat günlerinde. Onların gönüllerini almak, başa gelecek belâları önler. Muhtaç senden hâlini arz ederek bir şey isteyecek olursa, ver. Vermediğin takdirde, bir zâlim çıkar, senden onları zorla alır.”

İşte görüyoruz. Nasıl o, petrol alındı vs. alındı, nasıl işte…

Günümüzde de bir virüs çıktı, daha ziyade zâlimlerin -demin buyurduğunuz gibi- beldesini perişan etti.

Türkiyemiz, mahdut imkânlarıyla beraber, ülkemize sığınan Suriyeli mültecilere kol-kanat gerdi, bugüne kadar onlara 40 milyon dolar yardımda bulundu. Zengin Avrupa ise söz verdiği 6 milyar euro yardımı dahî göndermedi.

Kırk milyar dolar Efendim.

Kırk milyar dolar, Türkiye’nin… Avrupa da altı milyar euro gönderecekti, onu bahanelerle göndermedi.

İşte bugün, bütün sıkıntılara rağmen yine şükredilecek bir hâlde. Lâkin Batılı devletler, virüs salgınından korunmak için devâsa bütçeler ayırdılar. O bütçeleri bildiriyor, îlân ediyor. Bugün bütün dünya; vaktiyle sırt döndükleri mazlum, mağdur ve muhtaç insanlardan esirgediklerini, kat kat ödemek mecburiyetinde

Mikroba karşı harcıyorlar.

Hem de nasıl. Yani bir virüs salgınından korunmak için. Yani Batı, bu virüs için yaptığı yatırımların az bir kısmını, mazlumların sessiz feryatlarını dindirmek için yapsaydı, belki bu iptilâlar başına gelmeyecekti.

Yine Şeyh Sâdî ne güzel buyuruyor:

“Dertten kurtulmak istiyorsan, dertlilerin derdine dermân ol.”

Demek ki dertlilerin derdine derman olunmadı, onun için dertlere dünya dûçâr oldu.

Velhâsıl bu mübârek günlerde kalbi kırıkları, mazlumları, muhtaçları daha çok aramalı. Bilhassa Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmede:

“Siz, (sadakalarınızı) kendisini Allâh’a adayanlara verin… Onları birçok kimse varlıklı zanneder. Onlar «teaffüf» iffet sahibidir. (Ondan sonra gelen çok mühim:) Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Demek ki bir mü’minin yüreği bir röntgen olacak. Nasıl bir ışın, insanın iç dünyasının röntgenini çekiyorsa, senin de kalbin, bir garibin röntgeni olacak.

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Tabi bu neye bağlı? Kalbî eğitime bağlı. Allah cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn, efendim. Burada tabi Nurettin Topçu Hoca, zât-ı âlînizin de hocası…

Evet, Allah rahmet eylesin.

Nurettin Topçu Hoca buyuruyor ki:

Bir insanın büyüklüğü, diğer insanların ıztırâbını hissetmesindeki büyüklükle orantılıdır, diyor.

Evet.

Başkalarının ıztırâbını ne kadar duyuyorsa bir adam, o adam o kadar büyüktür.

Evet.

Kendi ıztırâbı değil.

Evet.

Şimdi, tabi Nurettin Topçu Hoca’dan esinlenerek diğer bir soruyu arz edeyim zât-ı âlînize. O da, diyor ki;

Oruç, yemek vakitlerini değiştirmek değildir.

Evet.

Esas oruç, insanın kendisini değiştirmesidir.

Evet.

Hattâ Cenâb-ı Hak bir toplumu durduğu yerde kendiliğinden değiştirmez. Tâ ki, o toplumu meydana getiren fertler teker teker kendilerini değiştirmediği sürece.

Evet.

Toplumsal değişimin dinamiği, bireysel değişimden geçiyor.

Tabi.

Dolayısıyla bu hem Corona salgını dolayısıyla, hem de bu, orucun bizi nasıl değiştirmesi gerektiği, nereye doğru yönlendirmesi gerektiği konusunda ne tavsiyeleriniz olabilir efendim?

Efendim; Cenâb-ı Hak ibadeti bize niye verdi? Her ibadet bize bir rahmet, bir kurtuluş. Meselâ namaz, fahşâdan-münkerden koruyor, kötülükten koruyor. Hangi namaz bu? Beden ve kalp âhengi içinde kılınan bir namaz.

Oruç da aynı. Oruç, âdeta rûha giydirilen bir ihram gibi. Nasıl bu hacda refes yok, fısk yok, cidâl yok. Yani bunun gibi, oruçta da şehevî arzular, fısk u fücûr, münâkaşa ve diğer bir gönle diken batırmak yok. Bu, orucun ecrini zâyî eder.

İkincisi, oruç; nefsâniyeti dizginleyerek rûhâniyete bir seviye kazandırmaktır. Yani gönül, fânî-nefsânî hazlardan uzaklaştıkça bâkî lezzetlere kavuşmanın lezzetine varır.

Yani insanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terâzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Oruçta da fânî hazlardan uzaklaşılacak, nefsânî arzulardan uzaklaşılacak, bâkî lezzetlere de kavuşulacak.

Yani Mevlânâ’nın dediği gibi, gökten inen sofralara tâlip olunacak. Mevlânâ buyuruyor:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin, aşk ve îmân ile dolduğu bir aydır.”

Yine Ramazân-ı Şerîf, diğer bir husus, buyruluyor; şeytanların bağlandığı gi­bi oruca da nefsi bağlatmaktır. Yani insana iki illet var. Biri şeytan, biri nefs. Bu da, yani büyük şeytanın şeyinden kurtulduğumuz gibi, fakat nefsimizin şerrinden de kurtulmamız zarûrî.

Oruç tutmak; nefsi, bütün günahlara meyletmekten uzakta durmaktır. Bu orucun bize kazandırdığı en büyük nîmet, “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” “umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 183)

Yani, nitekim oruç, -belli bir zaman için de olsa- helâllerden bile bir el çekmek, helâlleri bile asgarîde kullanmak. Demek ki ömür boyu kerahatlerden, haramlardan ne kadar kendimizi koruyacağız ve bir riyâzat hâlinde yaşamamız, üstünü infâk etmemiz.

Rahmetli pederim Mûsâ Efendi derdi ki:

“Oğlum derdi, Topkapı Sarayı’nda yaşasan, Dolmabahçe Sarayı’nda yaşasan, yine iktisatlı yaşamaya mecbursun. Yine bir riyâzat hâlinde yaşamaya mecbursun.”

Çünkü “قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor Cenâb-ı Hak “Fazlasını ver.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

Yine oruç, güzel bir ahlâk tâlimidir. Kurʼân ahlâkına kavuşmaktır. Efendimiz’in ahlâkına kavuşmaktır. Nezâket, zarâfetten nasiplenmektir. Âdeta meleklerin letâfetinden, o latîf hâllerinden hisse alabilmektir.

Efendim, bu yorumlarınızdan şunu çıkarabilir miyiz biz? Oruç da mîraçtan türetilmiş gibi geliyor bana.

Tabi. Bir noktada.

Bir noktada, evet. Yani namaz mü’minin mîrâcı, oruç da mîraç.

Evet.

Ama oruç, ihsânı bize yaşatan bir mîraç. Allâh’ın gözü önünde bize bir hayata alıştırıyor.

Tabi.

İmsaktan iftara kadar. Hattâ burada diyorlar ki imsak, tutmak demek. İmsaktan itibaren biz tutuyoruz. Elimize, dilimize, belimize hâkim oluyoruz.

Evet.

Akşam da iftar, akşam oldu mu, fıtrî özelliklerimize kavuşuyoruz.

Evet.

Yani bedenimiz bizim, hâdis. Ama esas bedenimiz, ruh. İşte bu hâdis olan bedenin ruh üzerinde bıraktığı lekelerden kurtardığı için oruç bizi, iftara kavuşuyoruz.

Hocam, Cenâb-ı Hak:

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor.

Demek ki buradan, Cenâb-ı Hak’tan rûhânî tecellîler geliyor.

Evet.

Onun için iftar vakti, bir mü’minin sevinç ânıdır.

تَتَّقُونَ” ifadeniz de çok güzeldi efendim. Orucun ihsâna götürmesi.

İhsâna götürmesi.

Evet.

Tabi bu oruç, hocam; “göze oruç”… Tabi bugün gözü korumak çok zor. Fakat bunu ben, bana sordular:

“–Gözü nasıl koruyacağız?” dediler talebelerim. Ben dedim ki:

“–Önünüzden bir sürü araba geçiyor. Plakası olduğunu görüyorsunuz. Fakat plakayı okuyor musunuz? İşte gözünüz de plakaları okumayacak.”

Evet.

Demek ki göze oruç, kulağa oruç, mideye oruç, en mühim tefekküre oruç. Cenâb-ı Hakk’a olan ihtiyacını hatırlayacaksın. Yani yarım gün, yarım dilim ekmeğe muhtaçsın, yarım gün, yarım bardak suya muhtaçsın. Cenâb-ı Hak bir de “verdiğimiz nîmetleri sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

Demek oruç böyle bir, en mühim, bir tefekküre oruç.

Orucu muhafaza etmek de mühim. Efendimiz’e geldiler:

“–Yâ Rasûlâllah dediler. İki kadın bayılmak üzere dediler. Orucunu açsın mı?” dediler.

“–Onlar, orucunu açtı.” dedi.

“–Yok, yâ Rasûlâllah açmadı.” dedi.

“–Çağırın.” dediler. Efendimiz kap tuttu.

“–Tükürün.” dedi. Bir kan pıhtısı çıktı.

“–Siz dedi, oruca helâlle başlamışsınız, fakat haramla iftar etmişsiniz, orucunuzu bozmuşsunuz.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Yine Abdullah Dehlevî Hazretleri var, Altın Silsile’den. O, talebesiyle beraber bir yerden geçerken orada gıybet ediyorlar, hemen oradan hızla geçiyor. Talebesine diyor ki:

“–Yavrum diyor, orucum sakatlandı.” diyor.

“–Üstad diyor, siz diyor, ne gıybet ettiniz, ne de orada bulundunuz.”

“–Oradan esen o rüzgâr, benim orucumun faziletini aldı.” diyor.

Demek ki bırakın gıybet etmeyi, gıybet mekânından bile bu kadar bir, ateşten kaçar gibi kaçmak lâzım.

Tabi diğer bir; oruç, sabır tâlimi. İnsanın kendini disipline etmesi. Nefsânî arzuları, bilhassa öfkeyi frenleyebilmek irâdesi.

Efendimiz buyuruyor zâten:

“…(Sâir zamanlarda olduğu gibi) oruç tuttuğunuz gün, kötü söz söylemesin (diğer zamanlarda olduğu gibi, oruçta buna daha çok dikkat edilecek. Çünkü orucu büyük bir tahrip ediyor. Münâkaşa) ve kavga etmesin. Şâyet biri kendisine söverse veya herhangi bir şeyse; «Ben oruçluyum.» desin…” (Bkz. Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

“…İbâdurrahmân, selâmâ derler geçerler.” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmede buyuruyor.

Oruç; diğergâmlık tâlimi. Yoksulların, muhtaçların çektiği sıkıntılardan onu anlayabilmek. Onun için Yusuf -aleyhisselâm-, bu, hazine veziriyken aç olarak dağıtıyor.

“–Yusuf dediler, sen Yusuf, arkanda hazineler var, niye açsın?”

“–Ben dedi, hazine veziriyim, ben dedi, açların hâlinden anlamam lâzım dedi. Aç olayım ki açların hâlinden anlayayım.”

İşte orucun bize en mühim tâlimlerinden biri de budur. Bizim merhametimizi, şefkatimizi bileylemesi. Bir de Allâh’ın bize olan o nîmetlerini, o sayısız nîmetlerini tefekkür etmemiz olmuş oluyor.

Efendim, bir de şey var tabi, bir muhâsara var, karantina var, bedenimizi karantinaya aldık. Ama esas bir de aklımızı, kalbimizi, gönül dünyamızı karantinaya almak. Oraya giren yabancı duygu ve düşüncelere fırsat vermemek. Bu da orucun içerisine dâhil mi efendim?

Tabi, tabi, tabi, bu çok mühim bu. Zaten göze oruç, kulağa oruç, mideye oruç, uzuvlara oruç, tefekküre oruç. Zaten bu, geleni bertaraf etmek. Yani bu sosyal mesafeye dikkat ettiğimiz gibi, diğer taraftan da hocam, şeye de dikkat etmemiz lâzım; zâlimlerle, fâsıklarla beraber olmamak, aramıza bir mesafe koymak. Onun için Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor.

Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor ki:

“Bir kelp diyor, sâlihlerle beraber oldu.” diyor…

Ashâb-ı Kehf…

Evet. “Kur’ânî ifade kazandı.” buyuruyor.

Evet efendim.

“Tahrim Sûresi’nde ise diyor, iki peygamber karısı diyor, fâsıklarla beraber oldu, o da Cehennemlik oldu.”

Bir peygamber… Demek ki ne kadar Cenâb-ı Hak onları imtihandan geçiriyor ki bize bir ders olsun.

Yani, demek ki hocam, haramlar, kerahatler, şeytânî vitrinler, nefsânî ekranlar, Allâh’ın gazaplandığı kimselerle aramızda mesafe olması, bu virüsten daha mühim.

Virüs bizim dünyamızı mahveder. Öbürü ise bizim sonsuz/ebedî bir hayatımızı mahveder.

En’âm Sûresi’nde;

“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68) buyuruyor.

Yine, Nisâ Sûresi’nde:

“…Kâfirlerle beraber oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz!..” (en-Nisâ, 140) buyruluyor.

Rasûlullah Efendimiz:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” buyuruyor. (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Bu çok mühim.

Yine her Fâtiha’da:

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) buyruluyor. Baştan اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7]) buyruluyor. Nîmet kimlere? Peygamberlere benzeyeceğiz, sâdıklara benzeyeceğiz, şehidlerin fedakârlıklarına benzeyeceğiz, sâlihlere benzeyeceğiz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) Dalâlettekilerden de uzakta kalacağız.

Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki:

“Zihnî beraberlik diyor zamanla diyor, kalbî beraberlik hâline gelir diyor. Onun için diyor, ancak diyor, bir zaruret kadar onlarla görüşmek, zaruret bittiği zaman ayrılmak lâzım. Çünkü in’ikâs olur.” diyor.

Bulaşıcılık efendim.

Hocam bu çok mühim.

İmâm Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki: Sadece hastalıklar ve mikroplar bulaşıcı değildir.

Evet.

Hâller, huylar ve ahlâk da bulaşıcıdır.

Hocam, ben bunun daha ötesini söyleyeceğim. Ben bir Japon’un bir şeyini okudum: İki-üç tane saksı alıyor, birine değişik, birine sevgi aktarıyor, öbürüne nefret aktarıyor. Sevgi aktardıkları gelişiyor o saksı, öbürü çürüyor.

Bunu ben talebeye anlattım. Talebe, bana bir şey söylemeden iki tane saksı almış. Birini bir odaya koyuyor, onun üzerine güzel şeyler yazıyor; Cennet, takvâ, letâfet vs… Ona, teyp koyuyor, Kur’ân-ı Kerîm dinletiyor çiçeğe. Öbürüne de, öbür odaya, ona pop müziği dinletiyor, Cehennem, kâfir, şeytan vs. yazıyor.

Bana bunları -tahmin ederim- 20 gün sonra getirdiler. Öbürü inkişâf etmiş açmış, öbürü de pörsümüş.

Allah, Allah…

Bunu bir defa değil, defalarca yaptılar, aynısı çıktı. Bunu pirinçte bile yaptılar. Öbür pirinç beyazladı, öbürü de… Fakat isteyen bunu denesin. Denemesi serbest.

Denesin efendim, zaten bir Rus nükleer fizikçisi var,

Evet.

Adam böyle şiddetle, öfkeyle bakan bir adam, bir ağacın ya da bitkinin yanından geçerken onun salgıladığı ışınları ölçüyorlar, kirlian resimciliği diye…

Evet.

Bir de sevecen bir adam bakarken onun salgıladığı ışınları da çekiyorlar resmini, kirlian resimciliği.

Nazar, nazar, nazar…

Evet.

Menfî nazar, müsbet nazar.

Evet.

Bu da kalbe göre.

Evet.

Bu, mahlûkatta da var. Hattâ bir, Fransa’dayken bir hayvanat bahçesine indik. Yılanlar vardı mahzen kısmında. Bir böyle bej rengi bir yılan öyle bakıyordu ki, duramadık karşısında.

Yaa…

Kaplumbağa da yavrularını bakarak şey yapıyor; yumurtalarını kırıyor. Yılan, bakarak büyütüyor.

Bu nazar da çok mühim. Nazar da kalbe bağlı bir hâdise. Onun için derler, sâlihlerin nazarını al, fâsıkların nazarından kaç derler.

Sâlihlerin nazarı, kâmillerin nazarı, Güneş’in ham meyveyi olgunlaştırdığı gibi muhâtabını olgunlaştırır.

Âmennâ, âmennâ…

İfade buyruluyor.

Öbürü de çürütüyor.

Evet.

Efendim; bir âyet var, En’âm Sûresi 42-43. âyetinde, bu, bugünle ilgili sanki. Cenâb-ı Hak:

“Andolsun ki (diyor), senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. (Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etsinler diye.) Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azâbımız geldiği zaman boyun eğselerdi (keşke. İlticâ etselerdi). Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da onlara yaptıklarını câzip gösterdi.” (el-En’âm, 42-43)

Bugün o mütekebbirlere olan bir sanki âyet, onlara da, onları muhtevâsı içine alıyor.

Efendim, diğer bir hadîs-i şerîf, bunu İbn-i Mâce naklediyor:

“Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihâyet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlakâ aralarında vebâ salgını, daha önceki milletlerde vukû bulmamış başka hastalıklar yayılır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Allah, Allah…

Bu virüs yoktu daha evvelden.

Efendim, eğer izin verirseniz, Kadir Gecesi’ne biraz geçelim.

Evet.

Şimdi hem, îtikâf dönemindeyiz.

Evet.

Rabbim, bu karantinayı bir muhâsebe duygusuna çevirsin hepimiz için.

Evet.

Fakat bir de Kadir Gecesi’ne gelelim. Kadir Gecesi, tabi önemli bir gece.

Çook, çok…

Ramazan bize Kur’ân-ı Kerîm’i getiren ay olduğu için,

Muhteşem bir gece…

Efendim; mübârek ay. Kadir Gecesi de Kur’ân’ı bize getiren gece olduğu için mübârek gece. Böyle bir geceyi nasıl anlamak lâzım, nasıl değerlendirmek lâzım efendim?

Muhteşem bir gece, çok ihtişamlı bir gece. Cenâb-ı Hak meleklerini indiriyor Cebrâil’i vesâire iniyor.

Cenâb-ı Hak çok merhametli. Rahman sıfatı dünyada, âhirette Rahîm sıfatı. Cenâb-ı Hak dünyada günahlara, misli kadar cezâ veriyor. Sevaplara ise bire on, hattâ yedi yüze kadar ecir ihsan ediyor. (Bkz. el-Bakara, 261; el-En’âm, 160)

Zamanlar içinde de kullarına olan lûtuf ve ihsanlarını artırmak için müstesnâ fırsatlar veriyor. Ayların sultânı Ramazân-ı Şerîf, kandil geceleri… Velhâsıl böyle bir mübârek geceler… Kadir Gecesi, bunların hepsinin üzerinde.

Benim hatırıma şu geliyor hocam. Cenâb-ı Hak ihlâsa göre artırıyor. Meselâ Bedir Harbi’nde îman asabiyeti bütün asabiyetleri sildi, geçti, attı. Îman asabiyeti öne çıktı. Kavmî asabiyetler, ırk asabiyeti bitti, sıfırlandı.

Mü’minlerin bu îman heyecanı arttıkça Cenâb-ı Hak bin melek gönderdi. Üç bin melek, arkadan beş bin melek gönderdi.

Demek ki ihlâs arttıkça, sevaplar da ecirler de…

Bereket de artıyor efendim.

Bereket de artıyor.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Ey insanlar! Sizi mübarek, büyük bir ay gölgelemiştir. O, içinde bin aydan daha hayırlı bir gece bulunduran aydır.

Allah Teâlâ’nın oruç tutulmasını farz kıldığı, gecesinde ibadet edilmesini sevap kıldığı bir aydır.

Kim bu ayda hayırlı bir amelle Allâh’a yakınlık gösterirse diğer aylardaki bir farzı yerine getirmiş gibi olur. (Yani bir nâfile, eğer bu Ramazan’da vs. Kadir Gecesi bundan da müstesnâ. Yani bir sünneti, bir nâfileyi îfâ ederse Cenâb-ı Hak ona bir farz sevabı veriyor.)

Kim bu ayda (Ramazan ayında) bir farz ameli yerine getirirse diğer aylardaki yetmiş farzı yerine getirmiş gibi olur…” (Blz Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)

Fakat yine o Bedir’deki gibi, tabi bu da ihlâsa bağlı olan bir keyfiyet bu. Yani Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîf’te sâlih amellere kat kat fazla ecirler ihsân ediyor. Cenâb-ı Hak kullarına olan sonsuz merhamet ve muhabbetini gösteriyor.

Gelelim Kadir Gecesi’ne:

Kadir Gecesi muazzam bir ilâhî lûtuf gecesi. Bu gece, “مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ” (el-Kadr, 3) “bin ay” yani 83 sene, bir ömür. Bir ömrün ecrini Cenâb-ı Hak bir gecede ihsân ediyor.

Cebrâil… Cenâb-ı Hak, bu gecede melekleri seferber ediyor. Cebrâil’i seferber ediyor, ümmete duâ ediyorlar. Hepsi iniyor.

O gece, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin sonsuzluğunu tefekkür etmek lâzım. Rahman sıfatını tefekkür… Biz kul olarak merhametimiz ne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın merhameti ne kadar?

Mü’minlere olan ihsanlarının Cenâb-ı Hakk’ın, azametini düşünmek îcâb eder. Buna mukâbil ne kadar şükredebiliyoruz? Onu bir muhâsebe etmemiz gerekir bu Kadir Gecesi’nde.

Bu kadar ihsân-ı ilâhî… Bize ise Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Demek ki bu gece bize bir de onu hatırlatıyor; Cenâb-ı Hakk’a biz ne kadar şükredeceğiz?

İkinci husus:

Burada, Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetini gösteriyor. Cenâb-ı Hak bilebildiğimiz kadar, hiçbir peygamberde bir Kadir Gecesi yok. Demek ki Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i ne kadar çok seviyor, Efendimiz dolayısıyla ümmeti ne kadar çok seviyor!

Demek ki biz de Cenâb-ı Hakk’a ne kadar bir şükran hâlinde olacağız, Efendimiz’e ne kadar minnettar olacağız!

Cenâb-ı Hak bizi lûtfuyla keremiyle en büyük Peygamber’e bizi ümmet kıldı. 124 bin peygamber içinde Peygamber Efendimiz’e bir bedel olarak ümmet olmadık, tamamen lûtfen, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir ihsânı, ikramı, şeyi olarak.

Demek ki bizim de Peygamber Efendimiz’e nasıl bir hâlimiz olacak? Zira Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Sakın (sakın diyor, günah işleyerek) benim diyor, yüzümü kara çıkartmayın.” diyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Çok düşünmemiz lâzım, çok nefsimizi muhâsebe etmemiz lâzım.

Yine Cenâb-ı Hak:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ (“…Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor.

Yani en büyük nîmet. Yani bir mü’mine en büyük nîmeti Cenâb-ı Hakk’ın. Bana bir nîmet istesen, dünyayı verseler, yine bir hiç. Çünkü dünya muayyen bir zaman içinde. Fakat “لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ” mü’minlere en büyük nîmet Rasûlullah Efendimiz.

Demek ki şunu daima kendimizi muhâsebe edeceğiz. Bir, Efendimiz’in kadrini ne kadar idrak edebiliyoruz? Ashâb-ı kirâm insanlıkta bir âbide gördü, hayran oldu. “Yâ Rasûlâllah! Canım-malım, her şeyim Sana feda olsun dedi. Yeter ki Sen’in gönlünde benim bir yerim olsun.” dedi.

“–Bu mektubu kim götürecek krallara?” deyince, yediden yetmişe hepsi kalkıyordu:

“–Yâ Rasûlâllah!..” O cellâtların karşısında Rasûlullâh’ın mektubunu okuyacak. Ölümü düşünmüyordu. Ölümü istihfâf ediyordu. Yeter ki Allah Rasûlü’nün gönlünde bir şeyi olsun, yeri olsun.

Onun için ashâb-ı kirâm bizi en çok sevindiren;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîsi oldu. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Onun için hayatlarını Rasûlullah Efendimiz’in hayatıyla dizayn etmeye çalıştılar.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük lûtfuna karşı ne kadar şükran duyguları içindeyiz? Kendimizi bir muhâsebe etme durumundayız.

O’nu ne kadar yakından tanıyoruz? Ne kadar uzaktan tanıyoruz? İşte O’nu en yakından tanıyan, Ebû Bekir Efendimiz’di. O’nu en yakından tanıyan -uzak mesafelerden- Veysel Karanî idi.

Rasûlullah Efendimiz Yemen’e döndü:

“Ben dedi, nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” dedi. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Allah, Allah…

Demek ki bizde de şunu muhâsebe edeceğiz, kendimizde ne kadar nefes-i Rahmânî var? Ne kadar nasibimiz var? Ahvâl… Bu ahvâlin tespiti yok. Hâller…

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in hâlinden ne kadar üzerimizde hâl var? İşte bunu biz Kadir Gecesi, bizim bunu daha çok düşünmemiz lâzım.

Netice; hayatımızın bütün muhtevâsını ne kadar Sünnet-i Seniyye istikâmetinde tanzim ediyoruz?

Zira Rabbimiz buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlü’ne itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Üçüncüsü:

Kadir Gecesi, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu bir gece:

Demek ki bu gecenin bizlere diğer bir tâlimatı; ne kadar Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl hâldeyiz?

Kur’ân-ı Kerîm azizdir, izzet bahşeder. Kadir gecesi de, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesiyle izzet ve şeref kazandı.

Fert, âile, millet ve devlet ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’le izzet kazanır; onu biz kendi ecdâdımızda görüyoruz. Nasıl Kur’ân’dan uzaklaştığı zaman perişan olur. İşte 620 sene devam eden dünyada ikinci bir devlet yok. Roma bile kesik kesik devam ediyor, devam eden yok.

Baktığımız zaman ne ile başlıyor; Kur’ân-ı Kerîm ile başlıyor. Ne ile başlıyor, müsterşidi irşâd ile başlıyor, Edebali silsilesinin devamıyla başlıyor. Yavuz Sultan Selîm’in o ihtiramıyla devam ediyor, mukaddes emânetlerle.

Bu şekilde ne oluyor? Ufacık bir İznik kadar bir geometrisi çok dar bir yer, üç asırda 24 milyon kilometrekareye, bugünkü Türkiye’nin 30 misli bir hâkimiyet veriyor. Kim veriyor bunu? Virüsü gönderen veriyor bunu.

İhlâs veriyor efendim.

Virüsü gönderen veriyor bunu.

Evet, yaa…

Lale Devri’nde yavaş yavaş rûhânî plândan nefsânî plâna dönünce, yavaş yavaş, yavaş yavaş…

Erime başlıyor…

Erime başlıyor.

elhâsıl aziz bir zât şöyle ifade ediyor, şöyle söylüyor bize:

“Cebrâîl, Kur’ân-ı Kerîm’i indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.

Kur’ân, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indi. O, kendinden önceki ve sonraki bütün insanların, peygamberlerin seyyidi oldu.

Kur’ân, Ümmet-i Muhammed’e geldi. Bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı, ümmet-i merhûme oldu.

Kur’ân, Ramazân-ı Şerîf içinde indi. O ay, ayların en hayırlısı oldu.

Kur’ân-ı Kerîm, Kadir Gecesi indi. O gece, bütün gecelerin en hayırlısı ve en faziletlisi oldu.

Kadir Gecesi gibi eğer bir mü’minin Kur’ân-ı Kerîm kalbine inerse, hayatının bütün muhtevasına teşmil olursa, o insan da, o mü’min de insanların en hayırlısı olmuş olur.”

Yani Kadir Gecesi nasıl müstesnâ bir gece; o insan da müstesnâ bir insan olur.

Muhterem efendim; bu Kadir Gecesi’yle ilgili sohbetimiz devam ederken…

Evet.

Zât-ı âlînizin de yine hocası Kemâl Edip Hoca’nın çok güzel bir şeyi var Kadir Gecesi’yle ilgili.

Evet, buyrun hocam.

İndi Peygamber’e Kur’ân bu gece

Geldi gökten yere burhân bu gece

Rabbimin rahmeti kaplar kevni

Nûr eder nârını nîrân bu gece.

Tevbekârân-ı perîşan hâle

Verilir müjde-i gufrân bu gece

Diye ifade ediyor.

Çok güzel, mâşâallah. Demek ki Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar hayatımıza hâkim kılabilirsek, Kadir Gecesi’nin hakikatini de o kadar idrâk etmiş oluruz.

Buna misaller çok ama, vakit de dar, bir-iki misal vermek istiyorum:

Sâmi Efendi Hazretleri’nden bunu defalarca sohbetlerinde işitmiştim. Adana’da bir hâfız efendi vefat ediyor. Fakat bu, hâliyle hâfız, kāliyle hâfız, yaşamasıyla hâfız, Allâh’ın bir velî kulu. Bunun kabrinin üzerinden yol geçme zarureti varmış. Tabi -mâlum- feth-i kabir yapılır, nakl-i kubur yapılır. Kabir, 30 sene sonra açılıyor. Sâmi Efendi Hazretleri, aynen, aynı diyor, kefeniyle tertemiz olarak çıktı ve o şekilde nakl-i kubur oldu.

Meselâ bu, Uhud şehidlerinde de çok oldu. Hattâ son gittiğim bir, ya hac yahut umre şeyinde, oradaki bir kişi anlattı. Oradaki bir bekçinin oğlu vefat ediyor.

“–Aman diyor, ben diyor, şu Uhud şehidlerinin arasına oğlumu gömeyim.” diyor.

Kazmak için kazmayı attığı zaman, kazmanın ucundan kan çıkıyor.

Diğer bir husus. Kıraat imamı Nâfî vardır. Bu, Medîne’nin kıraat imamıdır. Buna talebesi diyor ki:

“–Hocam diyor, siz diyor, beni dinlerken diyor, ağzınızdan çok güzel bir koku geliyor diyor. Siz bu Kur’ân-ı Kerîm dersine oturduğunuz zaman koku mu sürüyorsunuz?” diyor.

“–Yok oğlum, diyor. Benim diyor, ağzıma diyor, Rasûlullah Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm okudu diyor. Ondan sonra hep diyor, ağzımdan diyor, bu güzel koku gelir.” diyor.

Velhâsıl bunlar, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmanın getirdiği bir netice.

Dolayısıyla Kadir Gecesi,

Kur’ân-ı Kerîm’in kadr u kıymetinin idrâk edileceği bir gece. Büyük bir lûtuf.

Efendimiz büyük bir lûtuf. Efendimiz yakından tanınacak.

Cenâb-ı Hakk’ın bu beyan mucizesi, yani Kur’ân-ı Kerîm’e mukâbil, şükrümüzü artırma gecesi. Ünsiyetimizi artırma gecesi.

Hayatımızı en mühim, mühimlerin mühimi, Kur’ân-ı Kerîm ile tanzim edebilmek için mühim ve ciddî karar alma gecesi… Bir tâviz vermeden yaşayabilmek.

Unutmayalım ki Kur’ân-ı Kerîm, onun ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil olanlara, kıyâmet günü Kur’ân-ı Kerîm şefaatçi olacak. Bunun aksine, onu ihmâl edenlerden de, hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi, şikâyetçi olacaktır.

Allah korusun efendim.

Zira, yine tekraren, bu gece müstesnâ bir af ve mağfiret gecesi:

Yine Efendimiz buyuruyor bu gecenin kıymeti hususunda:

“Kadir gecesi, fazîlet ve kudsiyetine (kalben) inanarak, sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı (diğer borçları) hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175/760)

Tabi bu, kardeşler! Kul hakkı da çok mühim. Yani, eğer bir kardeşinin gıybetinde bulunmuşsa, o mecliste bulunmuşsak oradan bir kul hakkı geçiyor. Mâlî bir borcumuz varsa onunla gidip helâlleşmemiz lâzım. Kifâyet miktarı yaşayıp ödememiz lâzım.

Efendimiz bize çok güzel bir misal veriyor, kendi şahsına (izâfe ederek.) Bu, Bakî Kabristanı’nı ziyaret ettikten sonra Mescid-i Nebevî’ye girdiler. Ashâbı toplarlar. Ashâb-ı kirâma, kendisine izâfe ederek bir tâlimat verir. Çok zaman Efendimiz kendine izâfe ederdi.

“–Ümmetim dedi, kimin sırtına vurdumsa işte sırtım, gelsin vursun buyurdu. Kimin malını bilmeden almışsam, işte malım, gelsin alsın.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 400)

Velhâsıl bir mü’min, daima hakkı tevzî edecek. Hakkın-hukukun terazisi olacak. Bu çok mühim.

Yine, Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin hangi gecede olduğunu bilecek olursak (o da meçhul bir gece), o gece nasıl duâ edelim?”

Efendimiz buyurdu:

اَللّٰهُمَّ اِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّى

“Allâh’ım! Sen çok affedicisin, sonsuz kerem sahibisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!” (Tirmizî, Deavât, 84)

Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- Kadir Gecesi’ni ihyâ eden kullarından eylesin. Âciziz, lûtfuna sığınıyoruz.

Efendim, zaten bu ifadelerden şunu anladık biz…

Evet hocam…

Kadir Gecesi’ni ibadetle, tâatle geçiren, 83 yıllık bir ömür kazanır. 83 yıllık. Bundan daha büyük bir nîmet mi olur?

Nasıl merhamet…

Evet. Efendim, gelelim diğer bir şeye; bayram geliyor.

Hakîkî mâhiyeti nedir?..

Bayram geliyor tabi. Esas bayram nedir? Nasıl bayram etmemiz lâzım? Ya da bayrama, bayram etmeye lâyık olmak için neler yapmak lâzım? Bu konuda neler söyleyebiliriz?

Hocam, senenin herhangi bir günü bayram verilmiyor. Bayram, bir atıyye olarak geliyor. Bayram bir mükâfat olarak geliyor. Üç ayda yavaş yavaş hazırlanıyorsun bayrama. Receb’de hazırlanıyorsun, Şâban’da hazırlanıyorsun, Ramazan’da hazırlanıyorsun. Son on günde, Kadir Gecesi’nde hazırlanıyorsun. Bunun bir şehâdetnâmesi olarak bayram veriyor Cenâb-ı Hak.

Fakat bu üç ayı nasıl yaşadın; senin de o kadar bayram hakkındır senin. Çünkü, ilâhî bir şehâdetnâmedir. İlâhî şehâdetnâme sebebiyle senin bir sevinç günündür.

Bir; bayram içtimâîleşme günüdür. Kendi kendine bayramını tebrik edemezsin. Bir muhâtapla bayramı tebrik edersin. Bayram, Allâh’ın verdiği mükâfâtı bildirmektir ona da. “Bayramın mübârek olsun. Allâh’ın sana verdiği bu mübârek gün, yaptığın ecirler karşısında bugün sana mübârek olsun. Bayramın mübârek olsun.” diyoruz.

Bayram namazını cemaatle kılıyoruz. Bir içtimâîleşme günü. Bir sevinci paylaşma günü. Aslâ bir tâtil günü değil. Tâtil kelimesi, atâlet kelimesinden gelir. Esas tâtil, son nefesten sonra başlayacak.

Evet.

Kabir sana bir tâtil günü.

İstirahat.

Fakat kabir de Rasûlullah Efendimiz, dünyevî intibâlarla; “Ya Cennet bahçesi veyahut da bir Cehennem çukuru” bildiriyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 26) Allah korusun, hafazanallah! Yâ Rabbi, Sana sığınırız!

Âmîn.

Velhâsıl yine, İbn-i Mâce naklediyor:

“Ramazan ve Kurban (bayramı) gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibadetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68/1782)

Tabi bu bayram, çok mühim. Sıla-i rahimde bulunmak. Anne-babanın hakkı, akrabanın hakkı. Geçmiş olan ruhların; anne-baba, geçmişlerinin ruhlarını duâlarla, Kur’ân-ı Kerîm ile şâd etmek…

Cenâb-ı Hak; “aranızı düzeltin” buyuruyor. (Bkz. el-Enfâl, 1) Bir dargınlık olmayacak. Eğer biz Allâh’ın affını istiyorsak. Cenâb-ı Hak soruyor Nûr Sûresi’nde:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Demek ki bir mü’min affedecek. Bir burûdet kalkacak.

Cenâb-ı Hak yine Fussilet Sûresi’nde:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen onu en güzel şekilde önle. O sana candan bir dost olur.” buyuruyor. (Bkz. Fussilet, 34)

Kardeşliği yaşayacaksın, affetmek sûretiyle kardeşliği yaşayacaksın.

İşte Efendimiz’in, o Mekke Fethi’ndeki durumu. Dostluğu, kardeşliği artırmak.

En mühim bugün; sahipsizler, muhtaçlar, garipler, kimsesizlerin yüzlerini güldürecek, onların gönüllerine bayram huzuru tattıracak, onların gönlüne bir sürur verebilmek.

“قَوْلًا مَيْسُورًا” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Hem maddî hem mânevî…

Tabi bayramda muhtelif ehlûllâh’ın şeyleri var. Fakat benim hatırıma şu geldi şimdi. Büyük Doğu çıkardı. Ben İmam Hatip’te talebeydim.

Üstâdın.

Üstâdın, Necip Fâzıl’ın. Birkaç sayı çıkardı, maddî imkânsızlıktan biterdi. Ben İmam Hatip’te talebeydim o zaman. Giderdim, bâyiden, -Cuma günü çıkardı- Perşembe günü beklerdim onu. Yine onun bir bayram sayısında şöyle bir ibâre vardı, hâlâ aklımdadır. O bayramı, nasıl bayram geçecek, aynı şekilde ibâre:

“Delileri akıllandıracak, muzdaribi sevindirecek gerçek bayram, hangi rûhî hamlelere muhtaçtır!”

Evet.

Şimdi, baştan; “delileri akıllandıracak”: Kimler deliler, kimler deliler? Allâh’ın bu bayramının ne olduğunu bilmeyenler. Hamâkat sahipleri. Muhterisler, dünyanın putperestleri.

“Delileri akıllandıracak, muzdaribi (garipleri, kimsesizleri, yalnızları) sevindirecek hakîkî bayram, hangi rûhî hamleye muhtaçtır!”

O hâlâ benim, aradan belki 50 sene geçti…

Gene aynı rûhî hamleye muhtacız efendim.

Aynı rûhî hamleye muhtacız. Yani, hakîkaten insanı akıllandıracak:

Niçin dünyaya geldin, kimin mülkünde yaşıyorsun, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye? Bayram nedir? Niçin bayram yapıyorsun? Eğer sebepsiz bayram olursa, halk ağzında güzel bir şey vardır “delilere her gün bayram.”

Fakat burada Necip Fâzıl “delileri akıllandıracak” buyuruyor.

Evet.

“Muzdaripleri sevindirecek, hakîkî bayram hangi rûhî hamleye muhtaçtır.”

Cenâb-ı Hak bayramı idrâk etmeyi nasîb eylesin.

Âmîn efendim.

İnşâallah.

Tabi burada Efe Hazretleri’nin çok güzel şeyi var;

Buyrun hocam.

Hüzn ü keder def ola,

Dilde hicâb ref ola,

Cümle günah affola

Bayram, o bayram ola”

Diye şey yapıyor. Bestelenmiş de bu. Tabi bu, Efe Hazretleri’nin talebi. Biz de böyle bir bayram diliyoruz.

Ama bir de esas bu gönül sultanlarının, mânâ büyüklerinin esas bir bayram anlayışı var. Hattâ burada biz, fıtrî özelliklerimize, fıtratımıza dönmüş müyüz? Fabrika ayarlarımıza dönmüş müyüz?

Evet.

Bütün günahlarımızdan arınarak, tevbeyle bunlardan kurtularak. İşte, Receb’le başladık, Şâban’la ağladık, Ramazan’la efendim, değerlendirdik. Kadir’le, ibadet ve tâatte bulunduk. Bayrama yüzümüz var mı? Var, varsa eğer, işte o zaman fıtratı yakaladık demektir.  

Evet.

Fabrika ayarlarımıza dönmek. Rabbim bize bu rûhî hamleyi nasîb etsin.

Âmîn, inşâallah.

Esas bu, gönül sultanlarının bayram anlayışı var mı efendim, onların bayram anlayışı?

Var.

Onların çünkü hassâsiyetleri daha önemli.

Tabi. Efendim, onların;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Evet.

Bütün şey, mârifetullahtan bir nasip almak.

Tabi bu, dünyevî iki bayram var hocam. Her bayramın da gerek Ramazan bayramının, gerek Kurban bayramının, hepsinin bir esbâb-ı mûcibesi var, o sebepten dolayı bayram yapılıyor. Fakat esas bir bayram var, Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Sakın ha başka türlü can vermeyin buyuruyor. Bunun için;

“Ey îmân edenler! Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun «وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ» ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Yaa, esas bayram o efendim.

Şimdi, Cenâb-ı Hak nasıl bildiriyor Muhammed Sûresi’nde:

“Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz…” (Muhammed, 7)

Nasıl kul Allâh’a yardım eder? Demek ki dînin bütün muhtevâsını rûhâniyetle yaşayacaksın ve yaşatacaksın. Hiç boş vaktin yok. Onun üzerine “…Cenâb-ı Hak da yardım eder, ayağınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Demek ki insan daima bir kızak üzerinde. Onun için en mühim bayram, son nefes bayramı. Zaten son nefes bayramı olunca, güzel bir alâmetlerin ilk şeyi gelmiş oluyor. Onun için bunu, hattâ bütün evliyâullah, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu son nefesin endişesi içindeydi.

“Aman kardeşim diyor, aman evlâdım, ne olursun bana duâ et diyor. Hiçbir amelime güvenmiyorum, Allâh’ın rahmetine sığınarak gidiyorum…” Kendisi, güneşlerin güneşi, zâhir ve bâtında zirve.

İşte öyle bir bayram olacak ki, öyle bir kulluk yaşayacak ki, esas bayram orada olacak.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Çook zor, başımızdan hâller geçecek.

Rasûlullah Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ اِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

(“Yâ Rabbi! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım!” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134]) buyuruyor. Bir kabir geçecek, bir kıyamet geçecek. Fakat orada Cenâb-ı Hak dost olanlara, o kalpte o cemâlî tecellîlerin tecellî ettiği kalpte, o kalp, Cenâb-ı Hak’la dost olan kalp oluyor, o,

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar üzülmeyeceklerdir, onlar korkmayacaklardır.” (Yûnus, 62) buyruluyor.

Efendim, ondan sonra, mîzanda hayırların ağır gelmesi var. Zerreler tartılacak.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ . وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ .

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Orada bir, Kur’ân-ı Kerîm’de “اِقْرَاْ : (oku)”lar var. Bir de o kıyâmet gününde bir “اِقْرَاْ” var ayrı. “Kitabını oku…” (el-İsrâ, 14)

Bir de bir “اِقْرَاْ” daha var. Orada amel defteri sağdan almanın bir bayramı var:

“İşte o vakit, kitabı kendisine sağdan verilen kimse der ki: «Gelin (diyecek, çağıracak eşi-dostu), kitabımı okuyun!»” (el-Hâkka, 19) diyecek. Kendi beraatini orada bildirecek.

Rasûlullah Efendimiz’in şefaatine nâil olma bayramı var. Tabi o Sırat Köprüsü’nden geçilecek. Tabi o zor bir geçit. Orada, hattâ Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“–Yâ Rasûlâllah! Bizi hatırlar mısınız?”

“–Üç yerde hatırlayamam yâ Âişe diyor. Defterlerin verildiği gün, bir de o Cehennem üzerinden geçileceği gün, orada hattâ kancalar vardır buyuruyor. Kimi mü’min oradan hızla geçecek, kimi ağır ağır geçecek. Mücrimler ise oradan tepe üstü Cehennem’e atılacak.” buyuruyor. (Bkz. Hâkim, IV, 622/8722)

Velhâsıl başımızdan çook çok hâdiseler geçecek. En mühim burada kurtuluş,

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Dünyada Cenâb-ı Hak’la dost olabilmenin gayretinde olabilmek. Yani başımızdan böyle… Esas olan, âhirette bayramlar geçecek.

Müfessir İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri:

“Bizim üç bayramımız vardır (diyor. O topluyor).

Birincisi Ramazan (ve Kurban) bayramıdır buyuruyor. Bu, tabiatın, bu, nefsin bayramıdır buyuruyor.

İkincisi, kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır. Bu, büyük bayramdır.

Üçüncüsü, en büyük bayram ise âhirette Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.” buyuruyor. (Bursevî, I, 295)

Orada Rasûlullah buyuruyor, “Rabbimizi göreceğiz.” O ru’yetullah bayramı. (Bkz. Buhârî, Mevâkît 16, 26; Tefsîr, 50/1; Tevhîd, 24; Müslim, Mesâcid, 211)

Cenâb-ı Hak cümlemize bu bayramları nasîb eylesin.

O zaman efendim, biz zât-ı âlînizi çok yorduk. Ama bu, yani Kadir Gecesi’ne değdi.

Evet.

O yüzden Rabbim bu dileklerinizi -inşâallah- bütün, hem bize Cenâb-ı Hak bu güzellikleri nasîb etsin hem de bütün dinleyicilerimize ve izleyicilerimize.

Son olarak, tabi esas, Ramazan’la bizim bu mîrâcımız bitecek mi? Yoksa biz, ömürlük bir Ramazan’a mı ihtiyacımız var? Bir ömür boyu sürecek Ramazan? Bayramımız da hâkezâ.

Öyle.

Öyle, bu konuda en son ne mesajlarınız olabilir?

Efendim; birkaç şey söyleyeyim burada. Kelâm-ı kibarda buyruluyor; “Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil.”

Evet.

Demek ki hayatımızı, kalbimizi bu şekilde tanzim edebilmek. Yani zihnimizle beraber kalbimizi. Demek “Her gördüğünü Hızır bil.” Demek ki her gördüğünü “قَوْلًا مَيْسُورًا” (Bkz. el-İsrâ, 28) Onun gönlüne bir sevinç vereceksin. Hiç bilemiyorsun onu. Belki o kalp Allâh’a çok yakın bir kalp. Onun için her; seherler de çok mühim. Her seher -inşâallah- Kadir’den, Kadir Gecesi’nden bir -inşâallah- bir şûbedir.

Efendim; unutmayalım ki müslümanlık, belli zamanlara has bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı her an tecellî hâlindedir. Mühim olan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını daima bir talep hâlinde bulunabilmek.

İbâdetler, muâmelât, ahlâk, merhamet, şefkat… Yani Ramazan ayında kazandığımız mânevî kıymetleri Ramazanʼdan sonra kaybetmeme gayreti içinde olmalıyız.

Tabi bu, Ramazan’da ne vardı? Oruç vardı, namaz vardı, Kur’ân-ı Kerîm vardı. Bunları -inşâallah- devam ettireceğiz. Sahur vardı, ömürlük bir seher ve teheccüd disiplinine dönmemiz zarûrî, olması zarûrî.

Mukâbeleler vardı, hatimler vardı, Kur’ân-ı Kerîm ile ünsiyetler vardı. Onu da -inşâallah- devam ettiririz.

Müfessir Fahreddin er-Râzî, her hâlükârda yüksek bir kulluk vecdi içinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah ediyor:

“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibadette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibadetlere rağbet edilsin.

Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir; bütün günahlardan kaçınılsın.

İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki, bütün insanlara hürmet gösterilsin. (Hızır bilmek.)

Duâlar arasında kabul ettiği duâyı gizlemiştir; bütün duâlara îtibâr edilsin.

İsimleri arasında ism-i âzamını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin…”

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (el-Hicr, 99) buyuruyor.

Ramazân-ı Şerîf’imizin kabulünün delili de -buyruluyor- Ramazan’dan sonraki hâlimizin, öncekine göre daha iyi olmasıdır. Yani Ramazandaki hayatımıza benzer bir hayatımızın olması. Bu da bir Ramazân-ı Şerîf’in kabulünün bir işaretidir.

Demek ki Ramazan, toprağa ekilen bir tohum. Bu tohum, Ramazan’dan sonra da filizini verecek, devam edecek, bu filiz çürümeyecek. Nereye kadar? Son nefese kadar.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Kalb-i selîm ile -inşâallah- Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacağız -inşâallah-. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla tabi. Hiçbir gücümüz yok. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınıyoruz.

İbadetlerimiz olacak, muâmelâtımız olacak, ahlâkımız olacak; yine kabulü Cenâb-ı Hakk’a ait. Yine “ben” olmayacak, “Ben şunları şunları yaptım.” olmayacak. “Yâ Rabbi! Sen’in lûtfuna sığınıyorum, bu ibadetlerle, bu muâmelâtla, bu ahlâkla.”

Muhterem pederim Mûsâ Efendi’nin bir nasihati vardı:

“Evlâdım, mutlakâ riyâzat hâlinde (yani iktisâda riâyet ederek) yaşa! Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk et! (Sana emânet olarak veriyor.) Riyâzat hâlini sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus kılma! O, hayatınızın her safhasına yayılsın (o riyâzat hâli)!..”

“Oğlum derdi, Topkapı Sarayı’nda da yaşasan, Dolmabahçe Sarayı’nda da, yine riyâzat hâlinde yaşayacaksın, üstünü infak edeceksin.”

Bir de şunu düşüneceğiz: Gelecek senenin Ramazanʼında olmayabiliriz. Zaten şurada üç-dört gün kaldı. Onun için -inşâallah- Cenâb-ı Hak Ramazan’ımızı, Kadir Gecemizi kabul eder -inşâallah-. Hayatımız bir Ramazan hâline gelir -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak; bizleri Ramazân-ı Şerîf’in gönül sofrasından en güzel şekilde istifâde edenlerden eylesin.

Şu mübârek günler hürmetine ümmet-i Muhammed’i kazâlardan, belâlardan, âfetlerden, içinde bulunduğumuz bu virüs iptilâsından muhafaza buyursun.

Âmîn.

İnşâallah.

Âmîn efendim.

Ehl-i İslâm başta olmak üzere, bütün dünyaya, içinde bulunduğumuz salgın bâdiresinden en hayırlı bir şekilde kurtulmayı nasîb eylesin.

Âmîn.

Bu iş -inşâallah- gâfillerin hidayetine vesîle olur -inşâallah-, intibâha vesîle olur -inşâallah-.

Bütün kardeşlerimizin, birkaç saat sonra gireceğimiz Kadir Gecesi’ni, Ramazân-ı Şerîf’inizi şimdiden tebrik ediyoruz. Allah Kadir Gecemizi mübârek eylesin. Ramazân-ı Şerîf’imizi kabul eylesin.

Âmîn.

Hayatımızı bir Ramazân-ı Şerîf muhtevâsı içinde geçirmeyi lûtfuyla, keremiyle nasîb eylesin.

Âmîn.

Son nefesimizde, kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakk’a kavuşmayı nasîb eylesin.

Âmîn. Efendim yine eğer “hitâmuhû misk” dersek, Kemâl Edib Hoca’nın bir şiir var.

Hay hay hocam, buyrun, huzur bulalım.

Bize lûtfeyle İlâhî, yüce dîn hürmetine,

Nûr-i Kur’ân-ı Mübîn, feyz-i yakîn hürmetine.

Âmîn.

Kalem-i affını çek defter-i isyânımıza,

Mustafâ aşkın ile ashâb-ı güzîn hürmetine.

Âmîn.

Koyma Kur’ân’dan uzak bizleri Allâh’ım aman,

Onu Sen’den getiren Rûh-i Emîn hürmetine.

Âmîn.

Böyle diyerek efendim;

Allah râzı olsun.

Sohbetimizi burada noktalıyoruz. Değerli dinleyicilerimiz, çok güzel bir sohbet oldu. Rabbim bu güzel sohbetin tesirini halkeylesin. Duâlarımızı kabul eylesin. Ve Kadir Gecesi’ni idrâk ettikten sonra da ömürlük bir bayrama yüz akıyla çıkmayı nasîb eylesin Rabbim diyor, hepinizi Allâh’a emanet ediyoruz. Kalın sağlıcakla…