İstikbâlin Mutlak Hüsrânından Kurtuluş Reçetesi… ÖMRÜ, ASR-I SAÂDETLE TELİF EYLEMEK…

Ebedî Fecre

Yıl: 2012 Ay: Mart Sayı: 85

«FÂNλDEN «BÂKλYE…

Hayat; kundak ile kefen arasında kısa bir yolculuk…

Ömür; beşik ile teneşir arasında bir zaman tüneli…

Kalbin sanatı;

Bu bir avuç, fânî sermayeyi; büyük, ebedî bir kâra dönüştürebilmekte…

Kalbin sanatı;

Bu karanlık tünelden îman ve sâlih amel kandiliyle, takvâ ve sabırla geçip, bu kısa yolculuğun menzil-i maksûduna, yani cennetin selâmet limanına çıkabilmekte…

Zaman bir sır…

Âlemin yaratılışının başlangıcıyla, insanın bedeniyle var olması arasında yüz milyonlarca yıl geçtiği tahmin edilmekte. İnsanoğlu ölüp de toprağa emânet edildikten sonra da kıyâmete, sonra yeniden dirilişe, haşre kadar bekleyeceği, müddeti meçhul bir zaman dilimine girmekte.

Sonra da önünde sonsuz bir âlem…

Bu dünyada bir sîmâmız var; kaderin irsiyet gibi sebeplere bağlı olarak tayin ettiği birtakım vücut özelliklerimiz var… Takdîr-i ilâhî ile tayin edilmiş şartlarla dünyaya geliyoruz. Bunlar imtihan dershânesinin dekorları…

Ya öbür âlem?

Oradaki sîmâmız, yüzümüz, vücudumuz ve süreceğimiz hayat; yerleşeceğimiz âlem nasıl olacak?

Mahşer meydanına varmadan asla kat’î cevabını bulamayacak olan bu sual, her fânînin kalbinde derin bir endişe olmalı değil midir?

Bu suallerin cevabını;

Yaşadığımız dünya hayatında omuzlarımızda tutulan raporlar verecek…

Görünmeyen haznelerde biriken amellerimizin, Mîzan adlı müthiş terazide, sûreti bizce meçhul bir şekilde tartılması belirleyecek…

İstifademize sunulan maddî-mânevî nimetlerin her birinden vereceğimiz hesabın, çekileceğimiz sorgulama ve muhakemenin neticesi belirleyecek…

Bu hakikat karşısında düşünelim:

FARKINDA MIYIZ?

Yegâne sermayemiz olan ömrümüz ve onun sayılı parçaları hükmündeki zamanlarımız; yıllarımız, aylarımız, gece ve gündüzleriyle günlerimiz ve saatlerimizin ne derece büyük bir kıymet ifade ettiğinin farkında mıyız?

Cenâb-ı Hak îkaz buyuruyor:

وَالْعَصْرِ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖ۪ى خُسْرٍ

اِلَّا الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Asra yemin olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler; birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.”(el-Asr, 1-3)

Zamanın akıp gidişi; insanlığı o muazzam habere, yani kıyâmet saatine doğru yaklaştırmakta. Zamanın akıp gidişi, hayatın med-cezirleri, insanı ecel adlı vâdeye doğru adım adım götürmekte… Bu akış öyle durdurulamaz bir akış ki yürüyen merdiven ve yollar gibi; insan dursa da, gitmek istemese de onu alıp götürmekte, âdetâ sürüklemekte…

Eğer hazırlık yoksa bu akış; insanı korkunç bir hüsrâna, büyük bir zarar ve ziyana doğru götürmekte…

Nedir hazırlık, nedir bu hüsrandan kurtuluş çaresi?

Îmân etmek…

Zaman sermayesini sâlih ameller işleyerek sarf etmek…

Muâmelâtta da hak ve sabrı yaşamak ve yaşatmak…

Sahâbe-i kiram, bir araya gelip sohbet ettiklerinde dağılmadan önce mutlaka Asr Sûresi’ni okurlardı. Bu sûre-i celîlenin, idrâk eden için tek başına bütün hakikatleri icmâlen bildirdiğini ifade eden İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- veciz sözlerinden birinde yine uhrevî kazancın îcaplarını şöyle beyân eder:

“Dünya ve âhireti arzu eden faydalı ilmi rehber edinsin! Ulemânın gerçek kıymeti ve ziyneti, ilimlerinin amellerine uymasıdır. Doğru davranışlı vicdan sahipleri, kötü ahlâklı bayağı kimselerle imtizâc etmezler.”

Îman… Faydalı ilim… Sâlih amel… Takvâlı bir hayat…

Sâlih ve sâdık kimselerle beraberlik… Güzel ahlâkı yaşamak ve yaşatmak yolunda hizmet ve tebliğe vakfedilmiş bir hayat…

İşte;

HUZURUN REÇETESİ

Bu reçetelerden başka hiçbir ilâç, insanın buhranına çare olamaz. Çünkü insan, Hakk’ın varlığına üflediği nefha sebebiyle, bekā arzu eder. Ebediyet ister… Geçici, fânî, batıp giden şeylerden rûhî bir ıstırap duyar. Bu dünya ise, insanın bekā arzusuna cevap veremez.

Çünkü Cenâb-ı Hak, birçok cemâl ve celâl tecellîlerinin dünyada zuhûrunu takdir ettiği hâlde; kâinatta bekā sıfatını tecellî ettirmemiştir. Cenâb-ı Hak, Bekā’yı yalnız kendisine tahsîs buyurmuş ve mahlûkatını fânîlikle mâlûl kılmıştır.

Her şey fânî…

İlâhî hakikat:

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır.” (er-Rahmân, 26)

Âhiret ise, yevmü’l-hulûd yani ebedî kalma yurdudur. İnsan ancak, Hakk’ın reçetesine tâbî olarak, Bâkî olana sığınarak, ebediyet âleminde selâmet yurduna erişebilir; rûhundaki ihtilâç ve ıstırapları ancak bu şekilde teskîn edebilir.

Aksi hâlde, öbür âlemde ebedî bir hüsrâna dûçâr olacağı gibi, dünyası da keder ve endişelerle dolu, perişan, huzursuz bir ömür olacaktır.

Dolayısıyla, dünyadaki maddî olarak bütün nimetlerin âkıbeti:

FÂNÎLİK…

Devrin birinde bir hükümdar, muazzam bir saray yaptırır. Bir Hak dostunu da sarayına davet edip her tarafını dolaştırır, temâşâ ettirir; sonra da sorar:

“–Efendim, sarayımı nasıl buldunuz? Beğendiniz mi?”

Allah dostu zât, hükümdarın beklemediği bir cevap verir:

“–Sarayın gerçekten şâşaalı, muhteşem bir bina olmuş. Her şey neredeyse mükemmel, fakat mühim bir eksiği var.”

Nükteyi kavrayamayan hükümdar, şaşkınlıkla sorar:

“–Neymiş o eksik?”

Hak dostu, mânidar bir tebessümle cevap verir:

“–Her şeyi var fakat bekāsı yok!”

Hakikaten bir düşünelim, şu cihanın üzerinden nice saltanatlar geçti. Nice firavunlar, nemrutlar, nice kisrâ ve kayserler geçti… O kudretli hükümdarların her biri, sonunda ölüm meleğine râm oldu… Kudretleri de, azametleri de, saltanatları da, servetleri de artlarında kaldı.

Şimdi toprağın bağrında, bin bir azap içinde kıvranarak Sûr’u beklerken, yanlarında sadece amelleri var…

Bu cihetle dünya, kimseye mülk olmaz. O sadece bir devremülktür. Sırası gelenin geçici bir yararlanışla oyalandığı bir devremülk…

Hakikat böyle olduğu hâlde; gafletin pençesindeki insan, bu dünyadaki imkânlarıyla, öbür âlemini mâmur etmek yerine, sermayesini bu cihanda kumdan kaleler yapmaya harcar.

Bu, insanın kendisine yaptığı ne ağır bir zulüm;

NE ACI BİR İSRAF!

Behlül Dânâ Hazretleri, bir gün Harun Reşid’in yaptırdığı ihtişamlı bir sarayı görmüş, onu îkaz mahiyetinde sarayın duvarına şu veciz ve şiirî ifadeleri yazmıştı:

“Ey Hârun! (Fânî ve değersiz) inşaat taşlarını yücelttin de (sana imkânlarınla hizmeti emredip karşılığında ebedî saltanatı va‘deden) dîni hayatını, israf sebebiyle zayıflattın!

(Yok olup gidecek) kireci yücelttin de (bâkî âlemin davetçisi) nassı yani Kur’ân ve Sünnet’e gereken değeri vermedin.

Çünkü;

Bu sarayı eğer kendi malından yaptıysan israf bataklığına battın; (Hakk’ın muhabbetinden uzak düştün, çünkü âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;) Allah israf edenleri sevmez.

Yok eğer, beytülmalden alıp yaptıysan, o zaman da ümmete zulmetmiş oldun. (yine Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği bir işi yapmış oldun. Zira âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;) Allah zulmedenleri de sevmez!”

Ömür sermayesinin, sıhhat, mal, bilgi ve benzeri diğer nimetlendirildiğimiz imkânlarla, boş hedeflere, uhrevî olmayan maksatlara harcanması ne acı bir aldanıştır. Bu aldanıştan uyanışın yolu, ömrün sona ereceğini, ölümü hatırlamak…

İmam Gazâlî Hazretleri ibret dolu bir şekilde îkaz eder:

FARZET Kİ ÖLDÜN!

“Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât hiçbir telâfi imkânın olmayacak!”

O hâlde çare;

Son nefese kadar, her ânı, son ânımız gibi değerlendirmek…

Ayrıca gafillere aldanmamak…

Çünkü;

Dünya, vahdetin sırlı perdeler ardına gizlendiği bir kesret âlemidir. Kâmil bir mü’min; bu dünyada, âhireti inkâr edenlerin galebe çalmasına, dünyaya dalmış, yarınları düşünmeyen gāfillerin çok olmasına aldanmaz. Bilir ki, Cenâb-ı Hakk’ın şükreden kulları azdır ve asıl hüner o azlardan olabilmektir. Mahşer meydanında kimsenin bir başkasına ne akrabalığı, ne dostluğu, ne hatırı -Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği nebî, şehid ve benzeri kişilerin şefâati dışında- fayda vermeyecektir. Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- ne güzel buyurur:

“Etrafında gördüğün insanların çokluğu seni aldatmasın! Zira sen tek başına öleceksin, tek başına diriltileceksin ve tek başına hesaba çekileceksin!” (Bursevî, Rûhu’l-beyân, [Tekâsür, 3])

Kur’ân-ı Kerim, bizlere Sakar cehennemine dûçâr olanların şu îtiraflarını nakleder:

(Bâtıla) dalanlarla dalıp gidiyorduk! Cezâ gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm geldi çattı.”(el-Müddessir, 45-47)

Cenâb-ı Hak son nefesimizi meçhul bırakmıştır. Her an hazırlığımızı ikmâl etmeye mecburuz. Zira son nefes husûsunda gaflete dalanlar, ecel ânının perişanlığı içinde hüsrâna uğrarlar.

Her an ölüm tefekkürü, nefis muhasebesi ve mahşer mîzânıyla yaşayanlar; ölümü, âsûde bir bahar esintisi gibi huzurla buyur eder, âdetâ Azrâil’e; «Hoş geldin!» derler.

Bir gün Behlül Dânâ, Abbâsî halîfelerinden Hârun Reşid’e sordu:

“–Ey halîfe, sana üç suâlim var:

1. Yer üstünde en fazla olan,

2. Yeraltında en fazla olan,

3. Gökyüzünde en fazla olan nedir?”

Hârun Reşid de şu cevabı verdi.

“–Yeryüzünde en çok olan canlılardır. Yeraltında en çok olan mevtâlardır. Gökyüzünde en çok olan da kanatlılardır; kelebeklerdir, kuşlardır, vesâire…”

Behlül Dânâ ise mânidar bir şekilde bakarak şu mukabelede bulundu:

“–Hayır ey halîfe, sen işin zâhirî tarafını söyledin. Hakikatini söylemedin. Gerçek şu ki: Yeryüzünde en çok mevcut olan şey; tamahlardır, hırslardır, ihtiraslardır, kıskançlıklardır ve bitmek-tükenmek bilmeyen nefsânî arzulardır. Yeraltında en çok mevcut olan şey de «eyvah, vah vah» ile «keşke»lerdir. Gökyüzünde en çok mevcut olan ise Arş-ı âlâya yükselen sâlih amellerdir.”

Hâsılı;

Ebedî seyahatin yegâne azığı olan takvâdan hiç ayrılmamak şart… Tek çare, o büyük yolculuğa devamlı hazırlık içinde olmak;

HER AN HAZIR OLMAK

Çünkü;

Bu dünyaya gelişimizi, biz programlamadığımız gibi, gidişimizi de biz takdir etmiyoruz. O hâlde, tembel veya zekâsına aldanan bir öğrencinin; «Nasıl olsa vakit var, hallederim, son akşam çalışırım…» deyişi gibi avuntularla aldanmak beyhûdedir.

Ölüm, sadece yaşlıların çağrıldığı bir randevu değildir. Bir kabristana gidip, mahzun mezar taşlarını temâşâ ettiğimiz zaman; görürüz ki, kendi yaşımızda yahut bizden de küçük yaşlarda iken niceleri rûhunu teslim etmiş ve artık âkıbeti için hiçbir şey yapamaz hâle gelmiştir.

«Hayat nedir?» suâline verilecek en güzel cevap, bir kabristanın o rutubetli, sessiz taşlarıdır. Ölümün sessiz kelâmı, hiçbir dilin söyleyemediği hakikatleri nasıl da fasih bir sûrette dile getirir…

Ayrıca unutmamalıdır ki;

İnsan sadece son ânını değil, her ânını Hakk’ın rızâsına muvâfık şekilde yaşamak vazifesiyle mükelleftir. Ömrünün tamamından hesaba çekilecektir.

Cenâb-ı Hakk’ın tevbe kapısını açık tutması, mağfiret ve rahmetinin enginliğindendir. Fakat bu kapı, gafletinden geç ayılanların ümitsizlik ateşinde kavrulmaması için ilâhî bir rahmet olarak açıktır.

Aksi hâlde -hâşâ- Allâh’ı aldatmaya çalışırcasına, Hakk’ın râzı olmadığı bir hayatı sürdürüp, devamlı yarına ertelenen bir tevbeye güvenmek, sonu hüsran olan şeytanca bir tavırdır. Cenâb-ı Hak;

“O aldatıcı şeytan sizi Allah ile; yani Allâh’ın mağfiretiyle, tevbeleri kabul edici olmasıyla aldatmasın!”(Lokmân, 33) buyurmuştur.

Yine Cenâb-ı Hak, bu erteleyiciliğin mezar taşına çarpan son nefes hüsrânını da şöyle beyan buyuruyor:

وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِىَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ

لَوْلَا اَخَّرْتَنٖ۪ى اِلٰى اَجَلٍ قَرٖ۪يبٍ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِحٖ۪ينَ

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.”(el-Münâfikûn, 10)

Ertelemenin bir çare olmadığını Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ne kadar açık ifade etmiştir:

HELEKE’L-MÜSEVVİFÛN!
هلك المسوفون

“Müsevvifûn; yani sonra yapacağım diye erteleyip duranlar, yarın diyenler, helâk oldu!”(Tenbîhü’l-Gāfilîn)

Çünkü yarın fânîler için bir meçhuldür, onu ancak Allah bilir. Yarınki hayat takviminde acaba var mıyız, yok muyuz?

Bu sualin cevabı meçhul olduğuna göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ihtarınca, her ibâdetimizi hayata vedâ eden bir kişinin huşûu, huzuru ve vecdinin heyecanıyla edâ etmeliyiz.

Hak dostları da; «vukûf-ı zamânî», «sûfî, ibnü’l-vakt olmalıdır» gibi prensiplerle, İslâm’ı ashâb-ı kiram ölçülerinde; zühd, ihsan ve takvâ üzere yaşamak isteyenlere zamana, ömrün her ânına dikkat hassâsiyetini hatırlatmışlardır.

İnsan geçmiş ve gelecek endişelerinden kurtulmak için, içinde bulunduğu âna yoğunlaşmalıdır. Dâimâ içinde bulunduğu ânın muhasebesi içinde bulunmalı, vakti en kıymetli faaliyete sarf etmeli, mâlâyânîden uzak durmalıdır. Dâimî ömür muhasebesinin neticesi olarak, her an; geçmişinin yanlışlarına tevbe ve istiğfar, lutfedilen güzel hâllere şükür ve onlarda istikrar hâlinde bulunmalıdır. Bu meyanda;

حَاسِبُوا قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

Hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Çünkü Hâfız-ı Şîrâzî’nin dediği gibi insan:

يك قطره خونست هزار انديشه

“Bir damla kan, binlerce endişe…”dir.

Onca endişenin bertarâf edilmesi de, ancak takvâ ile mümkün. Takvânın vakti de şimdi. Yani kullukta ancak;

Dem bu demdir;

AN BU ANDIR!

Çünkü; para, mekân, iş gücü bulunabilir, satın alınır, borç alınır, verilir. Fakat zamanı satın almak da, borç alıp vermek de asla mümkün değildir.

Yegâne varlığımız, içinde bulunduğumuz andır. O ânı değerlendirmektir. O ânı nimet bilmektir.

Geçen her an, kirâmen kâtibîn tarafından devamlı tespit edilmekte. Bütün o kayıtlar, kıyâmette açılacak. Her birimiz, büyük-küçük denmeden, önemli-önemsiz ayırımına tâbî tutulmadan kayda alınan hayatımızın her karesiyle, kıyâmet ekranında karşılaşacağız. Ardımızda bıraktığımız hiçbir dakika, zâyî olmuyor. Biz unutmak istesek de, kayıtlar unutmuyor.

Zamanı yanlış ve haramlarla geçirmekten kurtarmak da yeterli değildir. Boş geçirilen, israf edilen, oyalayıcı, önemsiz meşgalelere harcanan zamanların da hesabı sorulacaktır.

Muâviye bin Kurre -rahmetullâhi aleyh- de;

“Kıyâmet günü en şiddetli hesap, boş vaktin hesabıdır.” buyurmuştur. (Bursevî, X, 504)

İşte hayatta insanın en büyük zaaflarından biri, sudan sebeplerle zaman sermayesini ziyan etmektir. «Çok sıkıldım», «Vakit geçmiyor.» diye göz göre göre hebâ edilen vakitleri, insan kıyâmet hengâmında çok arayacaktır. O zaman, başı taşlara vurmak fayda etmeyecektir.

Çünkü;

“Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”(en-Nahl, 61)

Cenâb-ı Hak; mahşer ahvâlinden pencereler açarak, o müthiş istikbalden manzaraları, Kur’ân-ı Kerîm’in dehşetli ifadeleriyle bize naklediyor. Zamanının kıymetini bilemeyen; ömrünü îman, sâlih amel ve güzel ahlâk yatırımlarıyla ebedî kâra dönüştüremeyen insan; ölümünden itibaren merhale merhale bin bir hüsran, bin bir nedâmetle inleyecektir.

Tam on kere tekrarlanan acı, fakat faydasız bir nedâmet!

MERHALE MERHALE HÜSRAN!

1. Ölüm yani rûhun kabzedildiği esnâda başlar nedâmet:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince;

«Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada sâlih bir amel yapayım.» der.

Hayır!

Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.”(el-Mü’minûn, 99-100)

2. Diriltildikten sonra mahşerde Hakk’ın huzûruna varınca ayrı bir hüsran:

“Suçlular, Rablerinin huzûrunda boyunlarını büküp;

«Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, sâlih amel işleyelim. Biz, artık kesin olarak inanmaktayız.» dedikleri vakit, (onların perişan hâlini) bir görsen!”(es-Secde, 12)

Heyhât! Artık çok geç!..

3. Azâbı gördükleri vakit başka bir feryat, başka bir yakarış:

“Azâbı gördüklerinde zâlimlerin; «Dünyaya dönmek için bir yol var mı?» dediklerini görürsün. Ateşe sunulurken onların zilletten başlarını öne eğmiş, göz ucuyla gizli gizli baktıklarını görürsün.

İnananlar da; «İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyâmet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır.» diyecekler. İyi bilin ki zâlimler, sürekli bir azap içindedirler.”(eş-Şûrâ, 44-45)

4. Bekleyiş hâlinde; “Yok mu bir dönüş şansı, yok mu bir şefâatçi!” diye beyhûde arayışlar:

“Onlar ise ancak, («Görelim bakalım!» diyerek) Kur’ân’ın bildirdiği sonucu bekliyorlar. Onun bildirdiği sonuç gelip çattığı gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki:

«Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim için şefâatçiler var mı ki bize şefâat etseler veya (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını yapsak?» Gerçekten onlar kendilerine yazık etmişlerdir. (İlâh diye) uydurdukları (putlar) da onları yüzüstü bırakarak uzaklaşıp kaybolmuşlardır.”(el-A‘râf, 53)

5. Ateşin karşısına getirildiklerinde bir başka pişmanlık… Faydasız âh keşkeler!

“Ateşin karşısında durdurulup da;

«Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak!» dedikleri vakit (hâllerini) bir görsen!”(el-En‘âm, 27)

6. Sonunda ateşe atılıp, korkunç azâbı tatmaya başlayınca, yeniden umutsuzca figanlar:

“Kimlerin tartıları hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Ateş yüzlerini yalar ve onlar orada sırıtır kalırlar. Allah;

«–Âyetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?» der.

Onlar da şöyle derler:

«–Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk. Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz.»

Allah;

«Aşağılık içinde kalın orada, artık Ben’imle konuşmayın!» der.”(el-Mü’minûn, 103-108)

Hâlbuki, dünyada iken, günde beş kez Cenâb-ı Hak ile mülâkat imkânları vardı. Fakat onlar yüz çevirmişlerdi. Âhirette de Allah Teâlâ onlardan yüz çevirir.

7. Yalvarışlar, yakarışlar, yeniden dünyaya dönüp, sâlih amel işlemeye söz verişler:

“İnkâr edenler için ise cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler. Kendilerinden cehennem azâbı da hafifletilmez. İşte biz her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar cehennemde;

«Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim!» diye bağrışırlar.

(Onlara şöyle denilir:)

«Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azâbı. Çünkü zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur».”(Fâtır, 36-37)

Ömrün gayesi: Öğüt ve ibret alabilmek. Dünyanın fânîliğini ve bir sermaye oluşunu idrâk edebilmek… Uyarıcı Kur’ân ve Peygamber’e kulak ve gönül vermek…

Öğüt ve ibret almayan, hakikati idrâke medar olmayan bir ömür, sahibini cehennem azabında kömür eder… Dünyada bu şuuru tatmayan, âhirette de ancak faydasız bir pişmanlığı ve korkunç bir azâbı tadar!..

8. Geri dönüş, azaptan çıkış için yakarmalarına müsbet cevap alamayınca; hiç değilse bir gün olsun hafifletilmesi için feryat-figan ederler:

“Ateşte olanlar cehennem bekçilerine şöyle derler:

«–Rabbinize yalvarın da (hiç değilse) bir gün bizden azâbı hafifletsin!»

(Cehennem bekçileri) derler ki:

«–Size peygamberleriniz açık mûcizeler getirmemiş miydi?»

Onlar;

«–Evet, getirmişti» derler. (Bekçiler);

«–Öyleyse kendiniz yalvarın!» derler. Şüphesiz kâfirlerin duâsı boşunadır.”(el-Mü’min, 49-50)

Cenâb-ı Hak kendileriyle konuşmayınca, meleklere yalvarmaya başlarlar… Artık tevbe ifade etmeyen itiraflar beyhûdedir… Dünyada kulluğun kıymetini, ibâdetin özünü ifade eden duâlar; ukbâda işitilmeyen icâbet edilmeyen bağırış ve çağırışlardan ibarettir.

9. Artık cehennemden çıkmaktan da azâbın hafifletileceğinden de ümitleri kesilince ölümü temennî ederler. Ölmek için yalvarırlar:

(Vazifeli meleğe) şöyle seslenirler: «Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin.» O da; «Siz hep böyle kalacaksınız!» der. Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.”(ez-Zuhruf, 77-78)

Dünyada en ağır musibetlere, en şiddetli buhranlara dûçâr olanlar dahî, kolay kolay ölümü temennî etmezler. Çünkü cihanın zevki gibi, acıları da geçicidir. Uyku, en ıstıraplı kalplere dahî bir sığınaktır. Cehennem azabında ise ne bir fâsıla, ne bir sona erme umudu vardır. Böyle olunca, cehennemlikler ölmeyi, yok olmayı dilerler.

10. Ölmek arzuları bile karşılıksız kalınca, sâir mahlûkatın haşirden sonra toprak olup yok edilişlerine gıpta ederler:

“O gün kişi, önceden elleriyle yaptıklarına bakacak ve inkârcı şöyle diyecektir:

«Keşke toprak olaydım!»” (en-Nebe’, 40)

İşte derece derece katmerli pişmanlıklar, kat kat hüsranlar… Hepsinin ortak noktası ömür nimetini değerlendirememenin, ömür sermayesini hebâ edip, âhiret mîzânında iflâs etmenin acı neticesi…

Son bir umut yok… Yeniden dönmek mümkün değil.

Kabirde terakkî yok. Ölümden sonra kazanmak, telâfi etmek mümkün değil.

Yapılabilecek ne varsa bu dünyada, ömrün içinde…

Rabbimiz, kalbin bu mühim sanatını öğrenme hususunda kullarını kendi başlarına bırakmadı. Sonsuz merhameti sebebiyle; insanlığa vakti değerlendirme, ömrü kıymetlendirme hususunda kılavuz olarak Kur’ân’ı ve canlı bir Kur’ân olarak Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i lutfetti.

Zamanı en güzel şekilde kıymetlendirmenin en müstesnâ misâli olarak, Cenâb-ı Hak, bize -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i armağan etti. O’nun hayatının her safhası insanlık için güzelin en güzelidir. O’nun hayatı;

HAKK’IN YEMİNİNE MAZHAR BİR ÖMÜR

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, seherde mübârek ayaklarının şişmesine sebep olacak derecede uzun namazlarıyla, gözyaşlarıyla ıslanan secdeleriyle başlayan günü; ibâdet, infak, tebliğ, cihad, Suffa’da talim ve terbiye, hasta ve yakınları ziyaret, çarşı-pazarı teftiş, aileye vakit ayırmak, ziyaretçi heyetlere vakit ayırmak şeklinde devam edip giden bin bir hayırlı faaliyet ile lebâleb doluydu.

O’nun nübüvveti birkaç seneden ibaret değildi. 23 sene idi. Bu 23 senede Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü tamamlandı. Nâzil olan her âyetin nasıl yaşanacağını, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatının safahâtı içinde gösterdi. Hendek’te açlık ve fakirliğin nezih kanâatini, Hayber ve Huneyn sonrasında zenginliğin cömert asâletini sergiledi. Tâif’in zorluğunda merhameti, Bedir’de muzafferiyeti ve Hakk’ın üstünlüğünü, Uhud’da sabrı, Hudeybiye’de firâseti, Huneyn’de metâneti, Mekke Fethi’nde tevâzu ve affediciliği, Tebük’te şecâati, Hicret’te fedâkârlığı… mübârek ömürlerinin her safhasında, üsve-i hasene olarak, mekârim-i ahlâkın tamamlayıcısı olarak gönderildiği üstün ahlâkın eşsiz ve müstesnâ misallerini sergiledi.

Sonunda vazifesini tamamladı. Şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖ۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ٖى وَرَض۪ٖيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ٖينًا

“Bugün size dîninizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”(el-Mâide, 3)

İslâm tamam olmuş ve Fahr-i Kâinât’ın vazifesi bitmişti. Sancağı devralacak ashâbını da yetiştirmişti. Bu âyet nâzil olunca Hazret-i Ebûbekir ağlamaya başladı. Hâlbuki ashâb-ı kiram sürur içindeydi. Ona niçin ağladığını sordular. O hassas kalpli büyük sahâbî;

“Din tamamlandı, Allah Rasûlü’nün dünyadaki vazifesi sona erdi. Demek ki aramızdan ayrılması yaklaştı. Onun için ağlıyorum.” diyerek teessürünün sebebini îzah etti.

İşte o 23 sene, bütün zamanların mihengi, bütün ömürlerin kıstası;

HAYATLARIMIZIN MÎYÂRI…

Her birimiz, ömürlerimizi o yirmi üç senenin muhtevâsıyla nasıl telif edebiliriz, derdi ve endişesi içinde yaşamalıyız.

Bu dünyada O’ndan mekân plânında ayrıyız. Ebediyet âleminde ise zaman ve mekânımız O’nunla beraber olsun diliyorsak;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir!”(Buhârî, Edeb, 96) müjdesi ve işaretiyle, zamanımızı O’nun asr-ı saâdetiyle, O’nun Hak yeminine mazhar olan mübârek ömrüyle bütünleştirmeliyiz.

Seherlerimiz, O’nun seherlerine benzemeli…

Sabahlarımız, işraklarımız, kuşluklarımız, öğlelerimiz, ikindilerimiz, akşamlarımız, yatsılarımız, günlerimiz, ömürlerimiz… O’nun ibâdet ve tâat dolu, azim ve gayret dolu, bereket, feyiz ve rûhâniyet dolu ömründen nasip almalı.

Sahâbe-i kiram, zamanı Efendimiz’le bütünleştirmenin en güzel misâli…

Onlar, her anlarını O’na tahsis etti. O’nunla bütünleşti. O’nda fânî oldu. Bekāyı buldu.

Sıddîklar hayatlarını O’ndan aldıkları ihlâs ve sadâkatle tezyîn etti. Fâruklar, adâlet ve furkan ile tezyîn etti. Osmanlar, hayâ ve Kur’ân nûruyla tezyîn etti. Aliler, ilim ve yiğitlikle tezyîn ettiler.

Hâlidler, Sa‘d bin Ebî Vakkaslar, Ebû Ubeydeler cihad ve tebliğ heyecanıyla; İbn-i Mes’ûd, İbn-i Abbâs, Ebû Hüreyre hazerâtı gibi niceleri faydalı ilim ve irfan ile, Allah Rasûlü’nün hadislerini yeni nesillere öğretmekle… Ebu’d-Derdâlar tebessümle; Sümeyyeler, Yâsirler, Ammârlar, Hasan ve Hüseyinler şehâdetle… hülâsa her biri Allâh’ı tâzim ve kullarına şefkat ve hizmet yolunda bin bir gayretle ömürlerini değerlendirdi, hayatlarının kıymetine kıymet kattı. Onlar, fânî hayatlarını, Allah Rasûlü’nün bereketli sîretiyle hemhâl ederek, bâkî bir cennet saâdetine dönüştürdüler.

Ya biz?

Bizler ömrümüzü ne kadar O’nun sîretiyle hemhâl edebiliyoruz?

İbâdet hayatımız, aile hayatımız, ticaret hayatımız O’nu aksettirebiliyor mu?

O’nun ahlâkının esasları olan; tevâzu, fedâkârlık, merhamet, nezâket, zarâfet, incelik bizim şahsiyetimizde ne kadar mevcut?

O’nun fevkalâde adâlet tevzîi ile ne derecede bütünleşebildik?

İşte Efendimiz’in eşsiz adâleti:

Ömrü boyunca bütün mahlûkatın hakkına, müstesnâ bir îtinâ gösteren Fahr-i Kâinât Efendimiz, vefatına yakın günlerde son derece mecalsiz olmasına rağmen evinden mescide çıkmış ve ashâbına şu hitapta bulunmuştur:

“Ashâbım, kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..”(Bkz. Ahmed, III, 400)

Biz, muâmelede bulunduğumuz insanların haklarını bize helâl etmelerine ne kadar riâyet ediyoruz?

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir devlet başkanı hâlinde yoğun meşguliyetler içindeyken dahî, sabahlara kadar tilâvet, ibâdet ve tefekküre vakit buluyor, aynı zamanda ashâb-ı suffenin eğitim ve maîşetiyle ayrı ilgileniyor, kızı Fâtıma ve damadı Ali’yi evlerine gidip namaza kaldıracak derecede ailesinin mânevî eğitimine ayrı ihtimam gösteriyordu.

Biz, bu ehl-i beyt heyecanını yuvalarımızda yaşatabiliyor muyuz?

Suffelerin devamı olan Kur’ân müesseselerine, vaktimizin ve imkânlarımızın ne kadarını sarf edebiliyoruz?

Velhâsıl;

Fânî ömrümüzün hitâmında, asıl bâkî bir hayata başlayacağız. O hayatın felâh ve saâdeti, ömrümüzü, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek sîretiyle telif edebilmemize bağlı…

Yâ Rabbî!.. Bizlere sıhhat, selâmet, âfiyet içerisinde, râzı olduğun bir tâat ömrü yaşamayı ve son nefesimizi îman selâmetiyle teslim edebilmemizi nasip ve müyesser eyle!..

Yâ Rabbî!.. Ömürlerimizi; hayatına yemin buyurduğun Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek ömürleriyle telif edebilmemizi, O’nun 23 senelik nümûne-i imtisâlimiz olan mübârek sîretleriyle hayatımızı bütünleştirebilmemizi nasîb eyle; bu vesileyle canımızdan çok sevdiğimiz Peygamberimiz’le âhirette beraber olabilmek lutfuna bizleri mazhar eyle…

Âmîn!..