İstikbâli İnşâ Edici Bir TARİH ŞUURU

Ebedî Fecre

Yıl: 2011 Ay: Mart Sayı: 73

NESİLLERCE SÜREN MÛCİZE

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi olan Peygamber Efendimiz’in en büyük mûcizelerinden biri, O’nun yetiştirdiği ashâbıdır. Efendimiz; Kur’ân ve sünnetle, tek kelimeyle ifade edilirse sohbetiyle yetiştirdiği ashâbını, 23 yıl gibi kısa bir sürede, bütün insanlığa kıyâmete kadar nümûne-i imtisâl olacak, örnek bir toplum hâline getirdi. Refîk-ı âlâya hicretinden önce, mânevî mîrasını emin bir şekilde emânet edebileceği, mükemmel bir cemiyet, güzîde bir nesil ve fazîletlerle mücehhez bir medeniyet teşekkül etmişti.

Bu müstesnâ nesil, emânet-i Peygamber’i cihana duyurma azmiyle; Çin’den, Atlas Okyanusu’na çok geniş bir coğrafyada eşi-benzeri görülmemiş bir tarih destanı yazdı. Bu destan; cesaret, merhamet, adâlet, ilim-irfan, sanat ve zarâfetin şâhikasını, insanlığa gösterdi.

O nesil ve onların izinden giden hayırlı nesiller, ilâhî iltifâta mazhar oldu:

(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya; işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara; içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Âyet-i kerîmede muhâcir ve ensarın ardından şu ifade yer almakta:

«ONLARA İHSAN İLE TÂBÎ OLANLAR»

Bu ilâhî beyanla; sahâbenin nâil olduğu rızâ-yı ilâhî ve cennet müjdesine, onların izinden giden, onların Efendimiz’den aldığı ölçülerle yaşayan milletler ve toplumlar da dâhil edilmiştir.

Sahâbenin yetiştirdiği tâbiîn nesli ve onları takip eden tebe-i tâbiîn nesilleri; İslâmî ilimlerin kurulup muhkemleşmesinde, îtikādî ve fıkhî mezheblerin teşekkülünde, fethedilen toprakların milletlerinin İslâm’ın güler yüzüyle tanışıp samimî müslümanlar olmasında, mâneviyat ve mârifetullah sahasında ilk ve çok mühim adımları attılar.

Hulefâ-i râşidîn asrından sonra da İslâm tarihinde; yaşanan takvâ ve rûhâniyet hayatı nisbetinde, zaman zaman sahâbe-i kirâmın hâlinden nasipdar bahtiyar devirler yaşandı.

Beşinci halîfe diye yâd edilen Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında; merhamet ve infak şuuru öyle yükseldi ki, şehirlerinde zekât verecek fakir bulamayan müslümanlar, zekâtlarını kervanlarla uzak beldelere gönderdiler. Bu rahmet mevsimi devirde, insanlar karşılaştıklarında, mal-mülk ve eğlence değil; ibâdet ü tâat ve hayır ve hasenat mevzularını konuşur olmuştu.

Böyle bereketli dönemler, dînî şuurun ihyâ ve tecdîd edildiği, mâneviyatın tazelendiği nice devirler yaşandı…

İşte o devre ait kahramanlar;

NURLU SÎMÂLAR

Kefen mâhiyetinde giydiği beyaz elbisesiyle meydana yiğitçe çıkan; bütün ümmet-i Muhammed’in İslâm’ın muzafferiyetine duâ ettiği bir Cuma saatinde Bizans ordusunu Malazgirt Ovası’nda mağlûb eden Alparslan ve Anadolu fâtihi emirleri…

Kurdukları medreselerle, istikametini şaşırmış cereyanların kökünü kazıyan Melikşahlar, Nizâmülmülkler… O medreselerde ihlâslı talebeler yetiştiren İmâm-ı Gazâlîler… Talebelerini Anadolu istikametinde irşad hizmetine gönderen Ahmed Yesevîler…

Haçlıların eline geçen Kudüs’ü tekrar fethedinceye kadar, kendini hüzne mecbur hisseden Selâhaddin Eyyûbîler… Haçlılara Anadolu yolunu kapatan Kılıçarslanlar…

Adâletli idareleriyle, ihlâslı ilimleriyle, hikmetli sanatlarıyla, takvâlı hayatlarıyla, îmanlı, edepli nesilleriyle, merhametle yoğrulmuş, hizmet ve cihad dolu ömürleriyle temâyüz eden bu nesillerin isimli ve isimsiz kahramanları, tarihimizi şan ve şerefle tezyin etmişlerdir.

Böyle hayırlı âbâ ve ecdâda sahip, hayrulhalef bir evlâda düşen; babasına muhabbet ve vefâ hissiyâtı içerisinde, kendisine bırakılan mîrâsa sahip çıkmaktır. Aradan asırlar da geçse, ecdâdı ile yeni nesiller arasında gereken hukuk budur. Bu hususta bize şu âyet-i kerîme ışık tutmakta:

وَالَّذ۪ٖينَ جَاؤُ مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذ۪ٖينَ سَبَقُونَا بِالْا۪ٖيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فٖ۪ى قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا رَبَّنَا اِنَّكَ رَؤُفٌ رَحٖ۪يمٌ

“Bunların (ensar ve muhâcirlerin) arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (el-Haşr, 10)

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîme ile bize geçmiş mü’min ecdâdımız hakkında hüsn-i zan, muhabbet ve duâ hâlinde olmamızı işaret etmektedir.

Muhabbet için tanımak gerekir. Tarihimizi bilmemiz; medeniyetimizi, kültürümüzü, irfan dünyamızı inşâ eden büyüklerimizi, onları yücelten kıymetleri okumamız, öğrenmemiz gerekir.

Zira Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye dediği gibi;

GEÇMİŞİNİ BİLMEYEN, GELECEĞİNİ BİLEMEZ

Tarihte görülmüş en uzun ve bereketli ömre sahip Osmanlı Devleti’nin mânevî kurucularından Şeyh Edebâli, damadı Osman Gazi’ye şu tavsiyede bulunur:

“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

Demek ki tarihimizi iyi ve doğru şekilde bilmek, istikbâlin inşâsında ilk ve vazgeçilmez adımdır. Çünkü bir millet, gerçek tarihini ve maddî-mânevî rehberlerini tanıyıp bunları yerli yerince takdir ettiği müddetçe ileri millet, büyük millet demektir. Yetişen yeni nesiller; kendi tarihlerini, başkalarının tarihlerinden daha iyi bilir ve geçmişten gerekli ibretleri alırsa, istikbalden endişe edilmez.

Tarihini kötüleyen, özüne yabancılaşan, geçmişteki büyük kahramanlarını hâin, hâinleri de kahraman îlân eden bir nesil yetişirse, istikbâl karanlık ve endişe verici olur. Çünkü mâzîye istinâd etmeyenlerin geleceği, hiçbir zaman emniyet altında olmamıştır. Dolayısıyla köklerimiz mâzîye, dallarımız istikbâle uzanmalıdır.

Bu hakikatler sebebiyle tarihimizi bilmekte gözeteceğimiz vasıtalar da çok ehemmiyet kazanmaktadır.

Her türlü faaliyetlerine, tarafsızlık görüntüsü altında sinsi bir şekilde kötü niyetlerini, kasıt ve garezlerini sindiren müsteşrik yabancılar ve onların yabancılaştırıcı tesiri altında bulunan yerlilerin; belge diye, eser diye, tarih diye, roman diye ortaya koydukları dâimâ şâibelidir.

Çünkü fısk u fücûra bulanmış zihinler tarih vadisinde karşılaştığı her boşluğu kendi kirli düşünceleriyle doldururlar. Onlar harem dairesinin en yüksek edep ve terbiye mektebi olduğu hakikatini görmezden gelip, orayı kendi hayal mahsulleriyle rezilce tasvir ederler. Tasavvufî remizler olarak kullanılan hak şerâbıyla mest olmayı anlamaz, o ulvî akışları kendi sarhoş hezeyanlarıyla karıştırırlar. İlâhî aşktan ve remizlerinden bîhaber olarak; aşkı, şehvet sanırlar. Onlar hakikî dostlukları bile cismânî şekilde sû-i tefsîr edecek kadar sefil bir kalp dünyasına sahiptir…

Yeni nesillerin ecdadları hakkında bu şâibeli, bulanık kaynaklardan beslenerek yalan yanlış bilgilere sahip olmaları, asla hayrulhalef bir evlâda yakışacak bir davranış değildir.

Dünyadan göçmüş, artık haklarında yazılıp çizilen, söylenen, sahnelenen yanlışlara karşı itiraz edemeyecek durumda olan ecdad hakkında, -Kur’ân-ı Kerîm’in her mühim mevzuda geçerli olan hükmüyle- fâsıkların getireceği haberlere itibar etmek olmaz. Bu minvalde sahnelenen rezâletlere seyirci kalmak bir tarafa, gönüllü seyirci olmak ise iftirâlara ortak olmaktır.

Acı bir hakikattir ki;

“Arslanlar kendi tarihlerini yazmadıkları müddetçe, avcı hikâyelerine inanmak zorunda kalırız.”

Hâlbuki, ecdâdımız kendilerini zarif bir şekilde ifade etmiş ve gelecek nesillere kendilerini tanıtmışlardır. Onların tek endişelerinin İslâm olduğuna yaptıkları şahit;

ESERLERİ ŞAHİT

Onların bu dünya hayatında dert ve endişelerinin ne olduğuna, bir kısmına sahip dahî çıkamadığımız şehid kanlarıyla sulanmış milyonlarca kilometrekare toprak şahittir.

Eğer hâlâ yıkılmamışsa, «Hüve’l-Bâkî» diyen; «Her nefis ölümü tadacaktır» hakikatini seslenen ve gelip geçenlerden bir «Fâtiha» arzu eden mezar taşları şahittir.

Bize bıraktıkları göz nûru sanat eserleri, kütüphaneler dolusu kitaplar; «Edep yâ Hû!» diyen levhalar, Allâh’ı tevhîd eden, Habîbi’ne salevat getiren besteler, mevlidler, mîrâciyeler, na‘tlar; külliyeler teşkil eden mâbedler şahittir;

Ecdâdımız, göçüp gitmişse de; amel defterlerini açık tutan hayır ve hasenâtı meydandadır. Onlar âdetâ sahiplerinin asırlara seslenen beyanları, şahâdetleridir.

Bugün hakkında harem düşkünü şeklinde rezil iftiralar atılan Kanunî Sultan Süleyman’ın İstanbul’a kendisi ve evlâtları için yaptırdığı dört cami günde beş kez, sâhib-i hayrâtının; îmânını, hayat görüşünü, hangi âleme kıymet verdiğini îlân etmektedir.

Hilâfet ömrünün 11 senesi seferlerde geçen, Bağdat’tan Viyana’ya geniş bir coğrafyadaki fütuhâta bizzat iştirâk eden; sâir ordularıyla da Akdeniz’den, Hind Okyanusu’na küffâra göz açtırmayan; ümmet-i Muhammed’i himaye eden; bütün faaliyetleri içinde, Kâbe-i Muazzama’nın etrafında bugün de kāim bulunan revakları Mimar Sinan’ı göndererek inşâ ettiren Kanunî’nin Muhibbî mahlâsıyla yazdığı şiirler de dünya görüşünün şahitleridir:

Ko bu ayş u işreti çünkim fenâdır âkıbet

Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi

“Şu yiyip-içme ve eğlenmeyi bırak! Çünkü âkıbet fenâdır, işretin neticesi kötüdür ve sonu fânîliktir. Bâkî kalacak bir yâr istersen, ibâdet ü tâat gibisi yoktur.”

Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır

Olmaya baht u saâdet âlem-i vahdet gibi

“Saltanat dedikleri, bu dünyaya ait bir kavgadan ibarettir. Âlem-i vahdet gibi bir baht ve saâdet ise yoktur.”

Dînimiz en büyük günahlar arasında iftirâyı, bilhassa namuslu bir kişiye iffetsizlik bühtanında bulunmayı saymıştır. Bugün hayatta bulunan kişiler için kanun endişesiyle yapamayacakları tezvirâtı, mânevî hâtırasını hiçe sayarak vefât etmiş bir zâta revâ görmek, sefil bir harekettir.

Cenâb-ı Hak’tan böyle ehl-i gafleti ıslah etmesini, bu nâdanlara tevbe nasîb etmesini niyâz ederiz.

Tarih, sadece müsbet tablolardan oluşmaz. Elbette örnek alınacak şanlı devirler olduğu gibi, ders çıkarılacak karanlık asırlar da mevcuttur;

İBRET LEVHALARI

Elbette, tarihte istikametten ayrılma, dünya ve süfliyatına aldanma, korkaklık ve miskinliğe kapılma, mânevî kıymetlerini kaybetme devirleri de yaşanmış; çoğu kez ilâhî adâlet sebebiyle, bir musîbetin takip ettiği bu devirler de birer ibret levhası hâlinde mâzîdeki yerini almıştır.

Zaten erbabı, tarihi tekerrür olarak tarif etmiştir. Tarih felsefesinin kurucusu kabul edilen İbn-i Haldun;

“Geçmiş hâdiseler gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” diyerek geçmiş ve gelecek arasındaki irtibatı gözler önüne sermiştir. Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han ise;

“Tarih değil, hatalar tekerrür eder.” diyerek tarihten ibret almaya davet etmiştir. Aynı hakikati millî şairimiz Mehmed Akif ne güzel ifade eder:

Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

İnsanlık tarihi bu nazarla tetkik edildiğinde, gerçekten de hâdisâtın muayyen ilâhî kanunlar üzerinde cereyan ettiği görülür.

Meselâ, mülkün, esası ve temeli; adâlettir. Zulmün sonu ise -er veya geç- zevaldir. Fizik kanunları gibi, zaman ve zemini hesaplanamasa da, zulmün asla pâyidâr olmadığı bir hakikattir.

Bugün İslâm dünyasında, makamlarında sarsıntı geçiren, milletleri tarafından yuhalanan, kovulan diktatörler; mâzîye baksalardı, Firavunlardan, Nemrutlardan ibret alsalardı bu âkıbete dûçâr olurlar mıydı?

Bir de adâletle hükmeden, merhamet tevzî eden, teb’asının iki cihan saâdeti için geceleri gözüne uyku girmeyen hakikî sultanları kendilerine örnek alsalardı, âkıbetleri böyle mi olurdu?

Tarihteki müsbet hâdiseleri ve menfî âkıbetleri ibret nazarıyla okumaya, Kur’ân-ı Kerim de dâvet etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini teşkil eden kıssalar, peygamberlere tâbî olanların ve düşman olanların hâl ve âkıbetlerinden ibaret olan dünya tarihidir.

Cenâb-ı Hak;

«Âd’ın kardeşini (Hûd Peygamberi) an!..» (el-Ahkāf, 21);

«Kitab’da İdrîs’i zikret.» (Meryem, 56);

«…Kulumuz Dâvûd’u hatırla!..» (Sâd, 17) ve benzeri hitaplarla ümmet-i Muhammed’i, geçmişten ibret almaya çağırmış, hattâ günümüzde arkeoloji ilminin sahasına da giren bir emirle şöyle buyurmuştur:

(Rasûlüm!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin âkıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.” (er-Rûm, 42)

Fert ve toplumlar, kendi ecdâdının tarihinden daha çok hisse alır. Bu hikmetle Kur’ân-ı Kerim; ilk muhatapları olan Mekkelileri; Hazret-i İsmail ve annesi Hacer’i Mekke’nin kurulacağı vadiye getirerek, Arap milletinin atası olan Hazret-i İbrahim’in yolunu tutmaya davet eder:

CEDDİNİZ İBRAHİM GİBİ…

مِلَّةَ اَبٖ۪يكُمْ اِبْرٰهٖ۪يمَ

“Babanız İbrahim’in dînine uyun.” (el-Hacc, 78)

Kur’ân-ı Kerim; yine Arapların bir kolunun atası olan ve aynı coğrafyada yaşamış bulunan, kervanların güzergâhı üzerinde helâklerinin acı hâtıralarının seyredildiği Âd ve Semûd kavimlerini de misal verir. Onları bu âkıbete dûçâr eden azgınlıktan; Allâh’ı ve Peygamberi’ni yalanlamaktan, zulüm ve günahkârlıktan sakındırır.

Millet olarak bizim tarihimiz de birçok ibret ve kıymet ihtivâ etmektedir. Bu nazarla tarihimiz okunduğunda, dâimâ cihangir bir millet olduğumuz, fakat İslâm bayraktarı olduğumuz, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında yaşadığımız, sahâbeyi örnek aldığımız nisbette, dev ve kalıcı zaferlere kavuştuğumuz görülecektir. Sanat, kültür ve medeniyet vadilerinde de ölçü aynıdır.

Hâlık’ı tâzîm ve halka şefkat, Kur’ân’a hürmet ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet, cihad, tebliğ ve hizmet prensipleriyle, îlâ-yı kelimetullah için seferber oldukları nisbette; ecdâdımız hayatın her sahasında en güzel, en başarılı, en mükemmel neticelere ulaştılar.

Dünya onlar için maddî ve mânevî bir ringdi. O ringde en büyük zaferleri elde ettiler. En hayırlı nesilleri yetiştirdiler… En güzel sanat eserlerini vücuda getirdiler. Adâlette, dürüstlükte, merhamette, zarâfette dâimâ zirvede oldular. İslâm’ın güler yüzünü teşhir ettiler.

Bütün bu hasletlerin zedelendiği, rehâvete ve sefâhate dalındığı, tefrikaya ve kardeş kavgasına mağlûp olunduğu devirlerde ise, kâh batıdan kâh doğudan gelen belâlara dûçâr olunmuş, zor zamanlar yaşanmıştır.

Kur’ân-ı Kerim; insanları ve toplumları, geçmişte yaşanan felâketlerdeki ilâhî kanunu idrâk etmeye ve kendi hâlleriyle mukayeseye bir başka âyet-i kerîmede şöyle dâvet ediyor:

اَهُمْ خَيْرٌ اَمْ قَوْمُ تُبَّعٍ وَالَّذٖ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ اَهْلَكْنَاهُمْ اِنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمٖ۪ينَ

“Bunlar mı daha hayırlı, yoksa Tübba‘ kavmi ile onlardan öncekiler mi? Onları yok ettik, çünkü onlar suçlu idiler.” (ed-Duhân, 37)

Bu ve emsâli birçok âyet-i kerîme bize bir tarih şuuru kazandırmaktadır;

İNŞÂ EDİCİ BİR TARİH ŞUURU

Tarih; insanlığın yaşadığı hâdiselere, sebep ve neticelerinin tahlili açısından ışık tutarak, milletlerin müstakbel yollarını aydınlatan bir meş‘aledir. Tarih; bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır ki, kaderlerindeki iniş ve çıkış tecrübeleri, onların istikbâlini aydınlatacak en mühim ışık kaynağıdır.

Zâhiren bakıldığında tarihî bir vak’a ile alâkalı olarak zuhûr eden son hâdise, o vak’anın sebebi olarak görülür. Hâlbuki, bir bardağın taşmasına, sadece düşen son damla sebep olmaz. Önceki damlalar da sebebe ortaktırlar. Yine maddî, müşahhas sebeplerin ardında, mânevî, mücerred sâikler de aranmalıdır.

Meselâ Osmanlı Devleti’nin muvaffakıyetine sebep olarak zâhirden başkasını görmeyen tarihçiler, devre ait birçok şartlar ve sebepler ileri sürebilirler. Fakat aynı imkânlara, hattâ daha iyi şartlara sahip onca beylik arasından dört yüz atlıdan ibaret bir aşîretin bu mazhariyete ulaşmasının ardında elbette mânevî sebepler de aramak gerekir.

Çünkü tarih ilmini sadece kuru bir vak’alar mecmûası olarak telâkkî etmek, büyük bir hatadır. Tarih, yalnız bir kronoloji bilgisi değildir. Gerçek tarih ilmi, çeşitli hâdiseler, sürprizler ve maceralar ile dolu toplumların hayâtiyetlerinde hak veya bâtılın, doğru veya yanlışın asıl zeminini gösteren kıymetli bir ilimdir.

Biz, inşâ edici bir tarih şuuruyla; bu mânevî sebepleri görmeli ve geleceğin inşâsında yolu aydınlatacak prensipler olarak benimsemeliyiz.

ECDÂDI YÜCELTEN KIYMETLER

Milletimiz, rûhundan rahmet taşıran Alparslan’dan başlayarak asırların nabzına kendi tarihini, fazîletler medeniyeti kurarak yazmıştır.

Moğol İstîlâsı’yla sarsılıp, kardeş kavgalarıyla tarih sahnesinden çekilen Selçuklulardan sonra, İslâm’ın sancaktarlığı Osman Gazi’nin mütevâzı beyliğine nasîb olmuştur.

Osmanlı; âyetteki «mü’minlere karşı merhametli, küffâra karşı şiddetli» düstûrunun muhtevâsından nasîb alarak, istikametini Bizans’a ve Balkanlara çevirdi. Asırlarca at sırtından inmeyen hünkârlar içinde, Murad Hüdâvendigâr ve Kanunî gibi padişahlar şehîd olarak Cenâb-ı Hakk’a mülâkî oldu.

Osman Gazi’nin Şeyh Edebâli’ye gösterdiği hürmet hâli, Orhan Gazi ile Geyikli Baba, Yıldırım Bâyezid ile Emir Sultan, II. Murad Han ile Hacı Bayrâm-ı Velî, Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Kanunî Sultan Süleyman ile Yahya Efendi, Sultan Ahmed ile Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri misallerinde olduğu gibi Osmanlı hânedanının ayrılmaz bir vasfı oldu.

Osman Gazi’nin Kur’ân’a hürmeti, Yavuz Sultan Selim Han ile hırka-i saâdet dairesinde gece-gündüz hiç dinmeyen bir Kur’ân sadâsına dönüştü… İstanbul, Kur’ân’ın mübârek hattının en güzel kıvâmını bulduğu merkez oldu. Hâfız Osman gibi hattatlarla, Ebussuûd Efendi gibi müfessirlerle ve adları unutulmuş nice Dâvud sesli, Bilâl nefesli hâfızlarla Osmanlı; Kur’ân’a imtisâl içinde yaşadı. Allâh’ın kelimesi yücelsin diye cihâd etti. Çanakkale’de kanının son damlasını da;

“Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!..” feryâdı ve endişesiyle o yolda akıttı.

Haremeyn’e hizmetkâr olmak aşkıyla yaşayan sultanlar, her yıl mübârek beldelerin fukarâsına, surre alaylarıyla büyük miktarlarda hediyeler gönderdiler. Surre alayının en önünde, hacca Efendimiz ve ailesini taşıyan mahmili temsîlen, bir Mahmil-i Şerif giderdi. Hüsn-i niyet ile gönderilen surre yardımıyla, hac yolunun emniyeti de sağlanmış olurdu. Bu şerefe en çok nâil olan Osmanlı padişahı, gönderdiği 46 surre ile Kanunî Sultan Süleyman olmuştur.

Fethettikleri beldeleri, çil çil kubbeler serperek ihyâ ve îmâr eden Osmanlı sultanları, Haremeyn’in maddî-mânevî îmârında da fevkalâde bir edep nümûnesi oldular. Sultan II. Mahmud zamanında Ravza-i Mutahhara’nın son îmârında vazifeliler; huzûr-i risâlette edebe riâyet için, dünya kelâmı konuşmadılar:

“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de. Ben «Su ibriğini uzat yerine; Bismillâh!» diyeyim. Sen «Çekici uzat yerine; Lâilâhe illallah!» de…” şeklinde zikir hâlini muhâfaza ettiler.

Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’dan Medine’ye Hicaz Demiryolunu inşâ ettirerek, bugün de ağyârın korkulu rüyası olan müslümanların birlik ve beraberliğini perçinledi.

Merhamet ve infak bahsinde; sultanından vezirine, tacirinden esnafına, kadını ve erkeğiyle bütün Osmanlı, hayrat konusunda yarış hâlinde yaşadı. Sadece tescilli 26.000 küsur vakfın kurulduğu bu hasenat yarışında, kuşların barınması, sokak kelblerinin doyurulması dahî ihmâl edilmedi.

O şanlı devirlerin en mühim vasıflarından biri de; Fahr-i Kâinât Efendimiz’e zirve bir muhabbet idi;

AŞK-I MUHAMMEDÎ

Peygamber Efendimiz buyurur:

“Sizden biriniz beni, kendisinden, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olmaz!..” (Buhârî, Îmân, 8)

Ecdâdımız Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetlerinde bu hadîs-i şeriften hisseyâb idiler. Asırlarca Süleyman Çelebi’nin yanık bir gönülle kaleme aldığı Mevlid-i şerîfi çeşitli vesilelerle okumak ve okutmak, bu vesileyle de izzet ve ikramlarda bulunmak, Osmanlı toplumunun çok ehemmiyet verdiği bir merasim oldu.

O’na ait her hâtıraya, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dînine ve sünnet-i seniyyesine gösterdikleri aşk ve hürmeti gösterdiler.

Efendimiz’in sakal-ı şerifleri; balmumuyla kapatılmış şişelerde, kırk kat ipek bohçalarda, hususî sandukalarda saklanır, kandil gecelerinde salevât-ı şerîfeler ile, gözyaşı dökerek, bir nebze hasret gidermek arzusuyla ziyaret edilirdi.

Efendimiz’in mukaddes emânetleri; büyük bir ihtiram ve ihtimam ile sarayda muhafaza edilmişti. Efendimiz’in Sancak-ı Şerifleri feyiz ve rûhâniyet ve mânevî kuvvet temini için, âdâba riâyet içerisinde küffâr üzerine gerçekleştirilen seferlere götürülürdü.

Efendimiz’in mübârek ayak izini temsil eden kadem-i şerîfi Sultan Ahmed sarığında taşırdı.

Osmanlı, Efendimiz’in mübârek neslinden gelen seyyid ve şeriflere büyük kıymet verdi. Tahta cülûs eden sultanın kılıcını ekseriyetle seyyid ve şeriflerin reisi makamında bulunan Nakîbü’l-Eşraf kuşandırırdı. Bu merasimin mekânı da Rasûlullah Efendimiz’in mihmandârı ve İstanbul’a âdetâ hususî bir işaretle vazifelendirip gönderdiği Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-’ın mübârek türbesi olurdu.

HÂSILI

Osmanlı’da her şey, İslâm’ın zarâfeti ve asâleti ile sergilendi.

Bugün o mâzînin hatırlanması dahî insana istikbâl adına ümit vermektedir. Bu ümidi, evlâtlarımıza da hissettirmenin yolu tarih şuurundan geçer. Çünkü, nesilleri, ecdadlarının başardığı bir ufka teşvik etmek daha kolaydır. Bunun için evlâtlarımızı inşâ edici bir tarih şuuruyla yetiştirmeliyiz.

Büyük milletler, genç nesillerini tarih şuuruyla zinde tutmaya büyük ehemmiyet verirler.

Meselâ Almanlar, daha eğitimin başlangıcında iken gençlerine, kurşunlanan şehirlerini ve yanan ormanlarını gösterirler. Japonlar da, atom bombalarının kömür hâline getirdiği şehirlerini gösterip mâzîde yaşadıkları acı felâketleri hatırlatırlar. Yahut bunun aksine millî birlik ve beraberlikleri sayesinde kazandıkları zaferleri ve teknolojide elde ettikleri muvaffakıyeti sermâye edinerek genç nesillerinin heyecanlarını geliştirmeye çalışırlar.

Dünya milletlerinden pek azı, büyük gayelerle yaslanabileceği millî iftihar ve ibret tablosuna sahiptir. Onlar da sadece birkaç hâdisedir. Bizler ise, diğer milletlere hiç nasîb olmadığı ölçüde destanlarla dolu bir mâzîye sahibiz. Bir yanda İstanbul Fethi, bir yanda haçlılar karşısında kazandığımız büyük zaferler, bir yanda yirmi dört milyon kilometrekareye taşan aşk ve fetih sancaklarımız, bir yanda maddî gücümüzün olmadığı bir dönemde dünya devlerini devirdiğimiz Çanakkale Muharebeleri ve İstiklâl Harbi…

Bizim evlâtlarımız da; Çanakkale siperlerinde din, namus, vatan ve birlik-beraberlik için gösterilmesi gereken fedâkârlığı ve bu fedâkârlığın Allâh’ın izniyle getireceği mûcizevî zaferi görmelidir.

Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet kubbelerinde, ecdadlarının sanat kudretini; o kubbelerin tezyinatındaki zevk ve zarâfetini, ölçü ve remizlerinde ise sır ve hikmet dolu medeniyetini temâşâ etmelidir.

Evlâtlarımız Pîrî Reis’in çizdiği haritaya bakıp, yirmi dört milyon kilometrekareyi aşan 16. asır Osmanlı Devleti haritasını hayranlıkla seyredip; Japonya’ya, Güney Afrika’ya gönderilen tebliğ; İspanya’ya gönderilen mazlumları kurtarma; İrlanda’ya gönderilen yardım gemilerine ait bilgileri okuyup ecdâdının ufuklarını görmelidir.

Evlâtlarımız; insaf ve hamiyet sahiplerince yazılmış kitaplardan, tarihlerini doğru ve faydalı bir şekilde okumalıdır. Elbette, ecdaddan yeni nesle mektuplar hükmündeki eserleri, kitâbeleri ve hazin mezar taşlarını okuyabilecek derecede; ecdadlarının geniş, zengin, mutantan lisanlarını ve imlâlarını da öğrenmelidir.

Çünkü bir milletin geleceği, nesilleridir. Bir millet, nesillerine aktardığı kültür değerleriyle, hayâtiyetini sürdürebilir. O hâlde sormalıyız:

ESAS KÜLTÜR NEDİR?

Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olabilmektir. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini ancak din, dil ve tarih kültürüyle devam ettirirler.

Din, kâinâtın ve insanın yaratılış gayesini kavramayı sağlar. Kundak ile kefen arasındaki hayatı tanzim eder. İnsanı, dünyada vicdan huzûruna, âhirette ise ebedî saâdete hazırlayan kanun ve kaideler manzûmesidir.

Dil, dînin ortaya koyduğu hak ve hakikatin ifadesine vesile ve vasıtadır. Zira insanlar; kelimelerle düşünür, lisan ile tefekkür ufuklarını genişletirler.

Tarih, bu iki unsur çerçevesinde insanlığın yaşadığı hâdiselerin sebep ve neticelerini tahlil ve bu sûretle ilâhî kanunları tespit etmektir. Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır. Bu yüzden mâzînin bittiği yerde; millet biter, insan biter, iz‘an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Ancak çocuklarına, tarihini ve Çanakkale destanını, uyutucu değil uyandırıcı bir ninni yapan nesiller, îmânına, milletine ve bütün maddî ve mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

Çünkü, bu hususta yeni bir engel var;

YENİ BİR TEHLİKE

Günümüzde, globalleşmenin en büyük zararı; mesafe ve duvarları kaldırırken, milletlerin farklarını da ortadan kaldırma gayretleri, bütün insanlığa medya, internet, propaganda gücünü kullananların kültürlerini empoze etmeleri olmuştur.

Bu gayretlerin maksadı, şanlı milletlerin evlâtlarını; gayesiz, inançsız, tarihini kötüleyen, kahramanlarını karalayan, vatanına sadâkat beslemeyen, şehid atalarına minnet ve vefâ hissi bile taşımayan, kansız, hissiz sürülere dönüştürmektir.

Fakat Cenâb-ı Hak buyurur:

وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ٖينَ

“Onlar tuzaklar kurarak hileye başvurdular, Allah da onların hilelerini boşa çıkardı. Allah, hileyi boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)

Globalleşmenin menfî bir neticesi olan bu tarih, öz kültür ve mâneviyat düşmanlığı tuzaklarını boşa çıkaracak tedbir, nesillerimize kazandıracağımız dil ve tarih şuurudur.

Yâ Rabbî!.. Nesillerimizi; râzı olduğun ve Sen’den râzı olan sahâbe-i kirâma ihsan şuuruyla ittibâ eden bahtiyarlardan eyle!..

Milletimizin istikbâlini, mâzîsinin; îlâ-yı kelimetullah, aşk-ı Muhammedî ve kenetlenmiş kardeşlik sırrıyla muhteşem ve müstesnâ zamanları gibi, mâmur ve âbâd eyle!..

Âmîn!..