İslâm`ın Mahlûkâta Bakışı

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2011 Ay: Mayıs Sayı: 56

Efendim; “İslâm’ın, mahlûkâta bakışta nasıl bir gönül hassâsiyeti telkin etmekte olduğunu îzâh eder misiniz?”

Âlemler Sultânı -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 163)

Bu beraberliğin en büyük nişânesi de, hâl ve davranış, hissiyat ve fikriyat beraberliğidir.

Cenâb-ı Hak, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i, bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak armağan etmiştir. Bir mü’minin, Cenâb-ı Hak ile “yakınlık ve dostluk” kurarak insan-ı kâmil hâline gelebilmesi de, ancak Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in rûhâniyetinden ve gönül dokusundan nasîb alıp her hâlükârda O’nunla beraber olmasına bağlıdır.

Kâmil insan modelinin iki fârik vasfı vardır. Bunlar:

a. Tâzîm li-emrillah, yani Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek.

b.  Şefkat alâ halkillah, yani Allâh’ın bütün mahlûkâtına merhamet ve şefkat göstermek.

Zira bu imtihan âleminde bütün mahlûkat, insan için yaratılmış ve onun emrine âmâde kılınmıştır. En küçüğünden en büyüğüne kadar her biri, yaşadığı toplum tarzı, rızkı ve kendisine verilen sevk-i tabiîlerle, ilâhî azamet ve kudret akışlarının muhteşem bir tecellîsi durumundadır.

Bütün mahlûkat, sahip oldukları husûsiyetler vesîlesiyle bizleri dâimâ tefekküre davet etmektedir. Bizlere düşen de, onlara şefkat ve merhametle yaklaşıp imkânlar nisbetinde hizmetlerini görmeye çalışmaktır.

Mahlûkâta gösterilmesi gereken şefkat ve merhamet husûsunda, Peygamber Efendimiz’in ne derece hassas bir gönle sahip olduğuyla ilgili bir vâkıayı, Abdullah bin Mesûd -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir.

Biz bir yolculukta Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile beraberdik. Efendimiz bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. Biz yavrularını aldık, kuş ise aşağı yukarı çıkıp inerek çırpınmaya başladı. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz geldiğinde bu hâli gördü ve şöyle buyurdu:

“–Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164)

Yine bir defasında Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yanık bir karınca yuvası görmüşlerdi. Karıncaların harâb edilmiş yuvası, O’nun rakîk gönlünü büyük bir üzüntüye garketti. Derin bir teessürle:

“Kim yaktı bunu?! Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdular. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)

Zira O’nun hassas, rakik ve diğergâm rûhunda, bütün muzdarip mahlûkâtın ıztırâbından dolayı âdeta bir mahşer kaynamaktaydı.

Şefkat ve Merhamet Peygamberi Efendimiz’in, hayvanlara güzel muâmele husûsunda sergilediği muhteşem bir tablo da, Mekke fethine giderken vukû bulmuştur. On bin kişilik muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talûb’a doğru giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gören Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikmiştir. Sonra da onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulunmuştur. (Vâkıdî, II, 804)

Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet gösterip, fedâkârâne hizmet etmenin, kendisinde nasıl bir gönül feyzi hâsıl ettiğini, Bahâüddin Nakşibend Hazretleri şöyle nakletmektedir:

“Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetin mukābilinde öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”

Ferîdüddîn Attâr Hazretleri de, mahlûkâta karşı sahip olunması gereken gönül hassâsiyetini, naklettiği bir kıssada, temsîlî bir üslûb ile şöyle ifâde etmektedir:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gün yolda aceleyle giderken farkına varmadan bir karıncayı incitti. İncinen karınca, elini ayağını oynatarak yerde çırpınmaktaydı. Hazret-i Ali, karıncanın içine düştüğü durumu görünce pek üzüldü. O Allâhʼın arslanı, bir karıncanın incinmiş hâlinden dolayı perişan oldu. Karıncanın kendine gelip yürümesi için bir hayli emek sarf etti, birçok çâreye başvurdu. Fakat nâfile…

O gece Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, rüyasında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i gördü. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ona şöyle buyurdular:

“‒Ey Ali! Yolda acele etme! İki gündür bir karınca yü­zünden gökler mâteme boğuldu. Buna da sen sebep oldun. Yoldaki karıncayı incittin. Öyle bir karıncayı incittin ki, o Allâh’ın nârin ve hassas bir mahlûkuydu. Vazifesi, Allâh’ı zikretmekti.”

Hazret-i Ali’nin vücudu titremeye başladı. Allâh’ın arslanı, bir karınca yüzünden ne hâllere düşmüştü. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“‒Merak etme! Allah indinde şefaatçin, yine o karınca olacak. O karınca Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek ve: «Yâ Rabbi! Hazret-i Ali bu işi kasten yapmadı. Ba­na bir zarar verdiyse de o, Sen’in velî bir kulundur. Sen onu bağışla!» diyecek.” buyurdular.

Ey yiğit! İyi bil ki böyle bir mâneviyat arslanının bir karıncaya karşı bu hâle düşmesi, dînî hassâsiyetinden kaynaklanıyordu. Görüldüğü üzere Hazret-i Ali gibi haşmetli bir yi­ğit bile, bir karınca yüzünden nasıl dertlere düştü!

Hakk’ın tecellîlerinden haberdar olan, Allâh’ın emrine uyan ve bu emre göre hareket eden kişiye ne mutlu!

Eğer tam bir cehâletle yolculuk edersen, pâdişah bile olsan yoksul sayılırsın. Önce Hak yolunda istikâmetlenmek, sonra da mesafe almak gerek. Çünkü yolu görmeden yolculuk olmaz. Yolu görmeden yola ayak basarsan, sonunda baş aşağı olursun. Yolda körü körüne gidersen, diğer mahlûkattan akıl bakımından ne farkın olur. Yol eri isen, ayağını hesaplıca bas! Çünkü bu âlemde gökteki aydan, deryadaki balığa kadar her şey hesaplanmıştır. Eğer fermansız adım atarsan, dermansız dertlere uğrarsın.

Burada bir adımlık yol yürürsen, mezarda koca bir âlemi yürümene lüzum kalmaz. Burada bir adımlık yol yürüye­ni öbür âlemde yüzlerce cihan mesafe kat etmiş gibi görmek gerek. Buradaki şaşkınlık bir anlıktır ama, orada yüzlerce âleme bedeldir. Burada mâsumâne bir adım atarsan toprak içinde yüz fersah yol alman gerekmez.

Mâdem ki her an böyle bir kâr elde etmen mümkün, öyleyse niçin vaktini tembellikle ziyan ediyorsun?.. (Ferîdüddîn Attâr, İlâhînâme, s. 74-76)

Şâir Firdevsî de Şehnâme adlı eserinde, bir karıncanın bile hukûkunu koruyacak kadar hassas bir gönle sahip olmanın lüzûmunu ne güzel ifâde eder:

ميـازار مـورى كه دانه كشست

كه جان دارد و جان شيرين خوشست

“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”

Velhâsıl bu imtihan dünyasında, âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuşçasına büyük bir dikkat ve rikkatle hareket ederek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının bâzen büyük, bâzen orta, bâzen de küçük bir şeyde gizli olduğunu unutmamak lâzımdır. Gazabı için de aynı durum geçerlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbedecek en ufak bir hayrı bile îfâya gayret göstermeli; -Allah muhâfaza buyursun- O’nun kahrını tecellî ettirecek en küçük bir yanlış hareketten de şiddetle kaçınmalıyız.

Cenâb-ı Hak, bizleri, gönüllerini “tâzim li-emrillah” ve “şefkat alâ halkıllah” düstûruyla tezyîn ederek Hakkʼa vuslat yolunda mesâfe kat eden kâmil mü’minlerden eylesin!

Âmîn…