İslâm’da Felsefenin Yeri Nedir?

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2013 Ay: Kasım Sayı: 86

Efendim, İslâm’da “Felsefe”nin yeri nedir? Felsefenin hakikate ulaşmada en mühim vasıta olarak gördüğü aklın hudut ve salâhiyeti hakkında neler söylemek istersiniz?

Her şeyden önce felsefe akla, İslâm ise nakle (yani Kur’ân ve Sünnet’e) istinâd eder. Nakle istinâd eden derin bir tefekkür sistemi olan İslâm ile, akla dayanan felsefe arasında, gâye ve hedef itibariyle benzerlik olsa da, metod, vâsıta ve salâhiyet bakımından büyük bir fark mevcuttur.

Bunun yanında, yaygın olarak kullanılan “İslâm Felsefesi” tâbiriyle de; İslâm Âlemi’nde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş mütefekkirlerin veya tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir. Bâzen de dînin mücerred hakikatleri anlatılmak istenir. Yoksa bu ifâde, İslâmʼın felsefeye müsâid olduğu mânâsına gelmez.

İslâm, akla büyük bir değer verir. Onu, Allah katında mes’ûl sayılmanın iki temel şartından biri olarak kabul eder.[1] Akla bu derecede ehemmiyet veren İslâm, müʼminleri her vesîleyle, hayatın hakikatlerini ve ilâhî beyanların hikmetlerini tefekküre yönlendirir. Lâkin, bu hikmet ve hakikatleri idrâkte, insan aklının zaaf ve kifâyetsizliği Cenâb-ı Hakk’ın mâlûmu olduğundan, tarih boyunca -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber göndererek Rabbimiz, insanı hiçbir zaman yardımcısız bırakmamıştır. Yine insanlığı hakikate ulaştırmak için suhuf ve kitaplar vahyetmiştir. Bu keyfiyet bile, aklın hakka ve hayra, yani doğruya ve gerçeğe ulaşmada tek başına yeterli olmadığını göstermeye kâfîdir. Zira akıl bu hususta yeterli bir vâsıta olsaydı, Cenâb-ı Hak insanlığa bunca peygamber ve kitap göndermezdi.

Peygamberler, bütün insanlık için, Allâh’ın en büyük nîmetidir. Zira en büyük hakikatler, Allâh’ın kendilerine peygamberlik lûtfettiği müstesnâ kullarının aracılığı olmadan öğrenilemez.

Hâlbuki felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi gayretleriyle, hakikati anlamak iddiâsındadırlar. Lâkin insanlar, peygamberlerin hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında verdikleri o muhteşem ilmin bir zerresini, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede ve nefsi arındırma yoluyla bile elde edemezler.

Ayrıca bir hakikattir ki, aklın ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, hatâ, noksanlık ve yanılma tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin az veya çok, ama mutlakâ tesiri altında kalır. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkar. Yani akıl, hatâsız bir kaynak değildir.

Kadim Yunan’da aklın zaafını gösteren şöyle bir hâdisenin yaşandığı nakledilir:

Bir genç, hukuk tahsil etmek için bir filozofa mürâcaat eder. Bunun için kararlaştırılan ücretin yarısı peşin ödenecek, diğer yarısı ise, talebe ilk aldığı dâvâyı kazandığı takdirde öde­necektir. Bunun mânâsı, talebe ilk dâvâyı kazandığı takdirde, öğrenim mükemmel ol­muş ve hoca ikinci takside hak kazanmış demek olacaktır.

Lâkin tahsil nihâyete erdik­ten sonra, talebe hocasına verdiği ilk taksidi kâfî sayıp ikinci taksitten vazgeçmesini ister. Bu istek yüzünden ilk dâvâ, hoca ile talebe arasında gerçekleşir.

Duruşmada talebe, hâkimler heyetine:

“–Ben bu dâvâyı kazansam da kaybetsem de bu parayı vermemem gerekir.” der. Hâkimin:

“–Neden?” diye sorması üzerine de şu izahta bulunur:

“–Dâvâyı kazanırsam, kararınız gereğince; yok eğer kaybedersem ilk dâvâyı kaybetmiş olduğum için, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince bu parayı vermemem gerekir.”

Buna mukâbil, hocası filozof da aynı şekilde:

“–Ben bu dâvâyı kaybetsem de kazansam da bu parayı almam gerekir.” der. Yine hâkimin:

“–Niçin?” suâline şu karşılığı verir:

“–Kazanırsam, kararınız gereğince; kaybedersem, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince, parayı almam lâzım. Çünkü ben kaybettiğim takdirde o, dâvâ kazanmış olacak ve ikinci taksit için gereken şart gerçekleşmiş ve borç doğmuş olacaktır.”

Görüldüğü üzere her ikisinin iddiâsı da gâyet aklî ve mantıkîdir. Demek ki akıl ve mantık, bu misalde olduğu gibi, zaman zaman kendi ördüğü duvarların içine kendini hapsedip çıkmaz sokaklara girebilir. Tıpkı bir duvara; “Buraya ilân asmak yasaktır!” diye, kendisi de ilân olan bir levha asarak kendi kendini tekzip etmek gibi…

Daha buna benzer nice beşerî ihtilâfı bile çözmekte acziyete düşüp kilitlenen aklın, sonsuz ilâhî hakikatleri bütün yönleriyle kavrayabilmesi düşünülebilir mi?

Bütün mahlûkât gibi, insanın da ilâhî bir lûtuf olarak sahip olduğu tâkatler hudutlu, yani sınırlıdır. Mesela gözün bir görme sınırı vardır. Onun ötesini göremez. Peki, gözün görme selâhiyetinin dışında olan bir şey, o hakikatin yok olduğu mânâsına mı gelir?

Yine kulağın bir işitme seviyesi vardır. Peki insan duyamıyor diye, duyabileceği ses eşiğinin dışında kalan bütün sesleri yok mu sayacağız?

Bunun gibi, aklın da idrâk hacminin dışında kaldığı için kavranamayan nice hakikatler bulunmaktadır. Yani akıl, sahibine, hakikate ulaşmak hususunda sınırlı bir imkân sağlayabilir.

Büyük İslâm âlimi, tarihçi ve sosyolog İbn-i Haldun, akıl hususunda şöyle der:

“Akıl sağlam bir terâzidir. Ama onunla Allâh’a ve âhirete âit meseleleri, peygamberlik hakîkatlerini, akıl ötesi hakîkatleri ölçemezsiniz. Bu boş bir gayret olur ve bir kişinin; «Ne kadar da hassas tartıyor!» diye, kuyumcu terazisinde dağları tartmak istemesine benzer. Terazinin sağlamlığına bir şey denilemez ama, onun gücünün bir sınırı vardır. Aynı şekilde aklın «bilme, bulma, anlama» gücünün de bir sınırı vardır, onun dışına adım atamaz.”[2]

Zira sınırlı olan, sınırsızı aslâ kavrayamaz.

Şâir Ziya Paşa, bu hakikati ne güzel ifâde eder:

İdrâk-i meâlî[3] bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ bu terâzû bu kadar sıkleti[4] çekmez.

Yani aklın belli bir hududu vardır ve onun arkası ya cinnet, ya da dalâlettir. Büyük İslâm âlimi ve mütefekkiri İmâm Gazâlî -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Felsefe mevzuundaki idrâk, tedkik ve tenkid safhalarından sonra, bu husustaki yoğun mesâimi sona erdirince, maksadım itibâriyle bu ilmin de yetersiz olduğunu, aklın tek başına her şeyi kavramaya elverişli olmadığını, onun her meselenin üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım.” (el-Münkızu Mine’d-Dalâl, s. 28)

Felsefî girdaplar içinde bir hayli ömür tükettikten sonra aklın kifâyetsizliğini kavrayarak, derin bir mistik arayışa yönelen Paskal şöyle der:

“Felsefe hep îtibârî, izâfî (sübjektif) görüşler ortaya koyar. Meselâ Pirene Dağlarıʼnın bu tarafında hakikat denilen şeye, öbür tarafında hata deniliyor. Hududu teşkil eden nehrin bu yanında adam öldürene cânî, öte yanında ise kahraman deniliyor.”

Feylesoflar da hep; “Bana göre böyledir.” diyerek şahsî ve izâfî hüküm­ler verirler. Peygamberler ise kendi hevâ ve heveslerinden konuşmaz; dâimâ “Allah Teâlâ’nın tâlimâtı böyledir.” buyururlar.

Esâsen, insanlık tarihi boyunca bütün peygamberler, ilâhî vahye istinâd ettikleri için, dâimâ birbirlerini tasdîk eden hidâyet rehberleri olarak gelmişlerdir. Feylesoflar ise, teʼyîd-i ilâhîden mahrum oldukları ve mânevî terbiyeden geçmemiş nefislerinin sultası altındaki kifâyetsiz akılları ile tefekkür ettikleri için, dâimâ birbirlerinin sistemlerini çürüterek ömürlerini ziyan etmişlerdir. Bu da aklın, selâhiyetinin sınırlı olduğunu gösteren bir başka misaldir.

Nitekim hiçbir filozofun görüşlerini hayatına tatbik ederek saâ­det ve selâmete ermiş bir toplum gösterilemez. Onların öne sürdükleri fikirler, yaşanması mümkün olmayan kuru nazariyelerden ibaret kalmış ve umûmiyetle kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitaplarda hapsol­maya mahkûm olmuştur. Hayata intikâl edebilen fikirlerinin de ömürleri gâyet kısa sürmüştür.

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kâidelerinin te­melini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş tek bir kişi bile göremeyiz.

Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı “güzel şehir ve ideal top­lum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden “el-Medînetü’l-Fâdıla: Fazîletler Şehri” adlı en mühim eseri bile, hiçbir tatbik imkânı bulamamıştır. Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilecek özelliklere sahip olamamıştır.

Peygamberlerin ve onların izinden giden Hak dostu âlim ve ârif zât­ların tebliğ ve telkin ettikleri hakikatler ise, hayata tatbik edildiği her dönemde, toplumları huzur ve saâdete ulaştırmıştır.

Nitekim cehâlet ve zulümdeki şiddetleri sebebiyle insanlık seviyesi bakımın­dan -tâbir câiz ise- Hint Okyanusu’nun dibine düşmüş olan insan­lar, Allah Rasûlü’nün tebliğ ve irşâdından hisse alarak, merhamet, şefkat, hak ve adâlette zirveleşmişlerdir.

İslâm hukukunun en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî’nin (v. 684) şu sözü, bu hakikatin müşahhas bir misâlidir:

“Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sadece yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm, Oʼnun peygamberliğini ispata kâfî gelirdi.”

Bu sebeple aklın çıkmazlardan selâmeti; onun vahiyle terbiye edilmesine ve hudûdunu aşan hakikatlere karşı, kalben teslîm olmak gerektiğini kavramasına bağlıdır.

Nurettin Topçu (v. 1975), kendi akıllarının dar hududunda hapsoldukları için insanlığa saâdet yaşatamayan meşhur şahsiyetlere mukâbil, vahyin feyziyle yoğrulup aklın mâverâsına geçebildikleri için insanlığa dâimâ huzur ve rahmet vesîlesi olan Hak dostlarını mukâyese sadedinde şöyle der:

Atillâ ve İskender, kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı idiler. Dostluğun Allahʼtaki kaynağını elde eden Mevlânâ ise, ebediyyen bütün insanlığın dostu olarak kalacaktır.” (Var Olmak, sf. 51, Dergâh Yay. İst. 1999)

Zira Mevlânâ ve emsâli Hak dostları, vahiyle terbiye edilmiş bir aklın ve Hakkʼa dostluk ikliminden feyizlenen bir kalbin tercümanı ve temsilcisidirler. Onlar çok iyi bilirler ki, nefsânî arzular zemininde, gurur, kibir gibi kalbî marazların tasallutu altında ve selîm bir kalbin irşâdından mahrum hâldeki bir aklın tefekkürü, aslî mecrâsından çıkar; insanı, şeytan misâli azgınlığa ve sapıklığa sevk eder. Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri:

“Şeytanın aklı kadar aşkı (yani yüksek bir gönül ufku) da olsaydı, bugünkü İblis durumuna düşmezdi.” buyurmuştur.

Şunu unutmamalıyız ki, insan sadece aklına ehemmiyet verip onu âdeta putlaştıracak derecede yegâne hakikat pusulası zannetme gafletine kapılırsa, kalbinin ve rûhunun bütün idrâk kanallarını kendi eliyle tıkamış olur. Nefsin oyuncağı ve şeytanın maskarası olan bir akıl, kalbi karartır, rûhu felç eder.

Bu sebeple her insanın, mânevî terbiyeden geçmesi zarûrîdir. Noksanlıklarını görüp telâfîsine gayret edebilmek için, kendi hâlini seyredebileceği bir hakikat aynasına ihtiyacı vardır.

Bu ayna; en başta Kurʼân-ı Kerîm, daha sonra Kurʼânʼın şerh ve îzâhı mevkiinde olan Allah Rasûlüʼnün Sünnetʼi, son olarak da Allah Rasûlüʼnün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini tezkiye edebilir, ne de kalbini tasfiye edebilir.

Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakikatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir.

Kalp; hissiyâtın, yani duyguların merkezidir. Allahʼtan gayrısından tasfiye edilerek mânen seviye kazanmış bir kalbin “hads, ilham ve sünûhât” kelimeleriyle de ifâde edilen salâhiyet ve kudreti, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakikatin kâmil mânâda idrâkini temin eder.

Hakikaten Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâip ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar. Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kurʼânʼın hakikatinde derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar, mârifetullahʼtan hisseler almaya sevk eder.

Nurettin Topçu bu hususta da şöyle der:

“Kalp ile okunmayan Kurʼânʼdan kim ne anladı? Kurʼânʼda sonsuzluğu dolduran kalbi bulamayan, Büyük Kitâbʼı hiç anlamamıştır. Cenneti fânî isteklerden sıyrılmış saf kalpte aramayıp da bâzı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, gâfil tüccarlara benzerler. Onlar kalpteki cennet neşvesini hiçbir zaman tatmayacaklardır. Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbinden habersiz geçiren hüner ve zekâ adamları yok mu? İşte onlar, kanları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır.

Kalbin keşifleri, aklın buluşları gibi sınırlı değildir. Onun nâ-mütenâhî dereceleri vardır. Kalp adamını bodur akıl sahipleriyle yan yana koyan gibi bir ahmak olur mu? Her şeyden şüphe edilir, kalpten şüphe edilmez. Her şeyi kırmak câiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli kalplerin fethidir…

Son nefesine kadar kalbini (vahiyden mahrum bir) aklın şerlerinden koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir, kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dünya, kalbin emirlerine âsî şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işâreti, sana akıllılık gibi geliyor…” (Var Olmak, sf. 126)

Velhâsıl, hakka ve hayra ulaşmanın mükemmel bir şekilde icrâsı, aklın vahiyle terbiye edilmesini ve aklın tükendiği noktada îman olgunluğuna sahip bir kalbin devreye girerek onun eksikliğini teslîmiyetle telâfî etmesini gerektirir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyuşları olmaksızın, sırf akılla, sonsuz hakikatler âlemine geçilemez.

Bütün bu hakikatlere rağmen, günümüzde felsefeyi en üstün ilim gibi görüp Vahiy ve Sünnet kaynaklı ilimleri küçümsemenin, bâzı ilâhiyatçılar(!) arasında âdeta salgın bir hastalık hâline geldiğini, esefle müşâhede etmekteyiz. Fânîlerin felsefesini okumamış bir din âlimi, bu zevât nazarında, nâkıs, hattâ câhil olarak görülmektedir. Felsefeyi putlaştırırcasına bir yüceltme içine girilmektedir. Vahyin, aklın tefekkürünü dondurduğu(!) şeklinde, ya kastî ya da câhilâne, fakat ucu küfre varan, içi boş itham ve iftiralar dile getirilmektedir. Bütün bunlar, meydanın ne büyük bir cehâletle dolduğunun göstergesidir.

Zira Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼinde -muhtelif kalıplarla 137 yerde- biz kullarını tefekküre dâvet etmektedir. Üstelik, Kurʼânʼın insana açtığı tefekkür ufkuna, vahiyden mahrum bir aklın binlerce yıllık tefekkürünün ulaşmasına da imkân yoktur. Bir İslâm âlimi için tefekkürde derinleşmek, mutlakâ lâzımdır. Yeryüzündeki fikrî ve felsefî akımları bilip lüzumu hâlinde bunların idlâline karşı İslâmʼın cevaplarını verebilecek seviyede kendini yetiştirmek, her İslâm âliminin vazifesidir.

Son olarak şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, felsefe okuduğu için daha takvâlı veya daha dindar olmuş bir müslüman göstermek çok zordur. Fakat yeterli ilim ve irfânı olmadan felsefe okuyup da dinden soğuyan pek çok müslümana rastlamak mümkündür. Bu sebeple felsefe, -mutlakâ okutulacaksa- evvelâ kâfî derecede Kurʼân ve Sünnet kültürü kazandırılmalı, böylece kalbin ufukları ilâhî hakikatlerin feyz ve rûhâniyetiyle müzeyyen kılınmalı, sonra da felsefenin sadece artıları değil, eksileri de değerlendirilerek öğretilmelidir.

Cenâb-ı Hak, Kurʼân ve Sünnetʼin kıymetini lâyıkıyla idrâk edip aklımızı ve kalbimizi bu iki menbaın tefekküründe derinleştirebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..


Dipnot:

[1] Bu şartlar; bâliğ olmak, yani bülûğa ermek ve âkil olmak, yani hatâyı sevâbı ayırt edebilecek seviyede aklî melekenin gelişmiş olmasıdır. Bu sebeple çocuklar ve mecnunlar, İslâm nazarında amellerinden mes’ûl sayılmazlar.

[2] İbn-i Haldûn, Mukaddime, s. 473.

[3] Meâlî: Ulviyyât, yücelikler.

[4] Sıklet: Ağırlık.