İslâm İnsanın İhyâsıdır

2001 – Kasim, Sayı: 189, Sayfa: 028

Şu husus tarihî bir gerçektir ki, Âlemlerin Efendisi, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmânın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkatiyle kucaklamış, rahmet ve dostluk dolu yüce davranışlar manzumesi ile nice kin ve intikam saflarını muhabbet hâleleri hâline getirmiştir. Onun bi’setinden evvel insanlar, çocukluk çağından başlayarak döven, zulmeden, işkence yapan, hemcinsine saldıran kimselerdi. Ancak o mübârek varlığın elinde her biri, merhamet güneşinin kendilerinde doğuşu ile bu sefaletten kurtuldu; seâdeti tattı ve kendileri de kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa müstesnâ rehberler oldu. İslâm’ın ulvî ve yegâne düsturları, birer yıldız misâli onların hayatından bizlere aksetti. Bu akislerden biri olarak Mus’ab bin Umeyr’in hâli ne kadar hikmetli ve istikametlendiricidir:

Mus’ab bin Umeyr, beraberinde Es’ad bin Zürare olduğu hâlde Medîne’de Abd-i Eşhel ve Zafer oğullarının yurduna gitmişlerdi. O gün Abd-i Eşhel oğullarının liderleri Sa’d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa’d, Mus’ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e:

“-Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.

Üseyd de Mus’ab bin Umeyr ile Es’ad bin Zürare’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup:

“-Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!” dedi.

Mus’ab ise sakin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu:

“-Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun…” dedi.

Üseyd, biraz düşünüp:

“-Doğru söylüyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.

Dinledikçe Mus’ab -radıyallâhu anh-‘ın anlattığı ilâhî güzelliklerin câzibesine kapılarak İslâm’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa’d’a:

“-Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzûr görmedim.” dedi.

Buna kızan Sa’d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab -radıyallâhu anh- onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilâhî hakîkatleri anlattı. Böylece Sa’d da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî cazibesine kapılarak îmân kevserini yudumladı.

Hiç şüphesiz bu hâl, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in mânevî terbiyesinde yetişen müstesnâ sahâbelerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misâlidir. O bahtiyarlar, insanın ihyâsından ibâret olan İslâm’ın bereketiyle “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” düsturunu beşeriyyet tarihine altın harflerle yazmışlardır. Zîrâ onlar, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle biliyorlardı ki:

“Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile âb-ı hayatı içer. Toprak döşeme atlasa döner ve altın sırma ile dokunmuş bir kumaş halini alır. Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, şeytan tabiatlı nice mel’unlar bile hurilerin de kıskanacakları bir güzel olur. Bütün bu yeryüzü yeşermeye başlar; kupkuru dal çiçek açar, meyve verir! Kurt kuzu ile bir sofrada yeyip içmeye başlar; ümitsizler hoş bir hale gelirler, izleri kutlu olur!”

Bu çerçevede Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, nice ölümü hak eden mücrimleri, hattâ amcasını öldüren Vahşî’yi dahî afvedip hilm ile muâmele buyurdu. Onun gönlünde ve huzurunda daima merhamet ve rahmet, gazabın önüne geçti. Beşeriyeti yakan nice gaflet ve dalâlet alevleri, onun hakîkat kevserinde söndü ve emsâlsiz goncaların yetiştiği bir gülistân hâlini aldı. Yaşadığı devrin gönülleri:

“Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi”şeklindeki bir vahşet ve cehâletten kurtuldu ve bir muharebe sonrası ölmekte olan susuz bir yaralının, kendisine getirilen suyu, diğer yaralı kardeşine yönlendirip:

“Suyu ona götürün!”diyerek son nefesinde bile başkasını düşünen diğergâm şahsiyetler yetişti.

İnsanlığı, işte böylesi kâ’bına varılmaz mânevî zirvelere götüren Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, oluşturduğu ilâhî kervânın dosta ve düşmana karşı daima en önünde idi. Nitekim geçen asrın ortalarında Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi de, dünyânın yüz büyük adamını tesbît etmiş ve hepsi hıristiyan olan seçiciler, koydukları temel ahlâkî ölçüler çerçevesinde bir numara olarak Hazret-i Peygamber’i tercih etmek zorunda kalmışlardır.

Yine câlib-i dikkat bir husustur ki, ashâb-ı kirâmın yüzde doksanı sırf Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in üsve-i hasene şeklinde ifade edilen örnek şahsiyet ve karakterine, yüce ahlâkına ve üstün vasıflarına hayrân ve meftûn olarak İslâm’ı tercih etmişlerdir. Ona düşmanlıkta en ileri gidenler bile kendisine hiçbir zaman “yalancısın” veya “zalimsin” gibi menfî sıfatlar kullanamamışlar ve onu kötülemek niyeti ile konuştuklarında dahî hakkında övgüden başka söz söyleyememişlerdir.

Dolayısıyla İslâm’a gönül verip ona hizmet etmek isteyenler, bu mukaddes dâvânın her şeyden önce insanın ihyâsı olduğunu bilmelidirler. Çünkü her insan karşısında, Allâh’ın, onları varlıkların en şereflisi olarak yarattığı ölçüsünden hareket ederek davranmanın gerektiğini idrâk edebilenler, bu dînin bereketli saflarında Allâh’ın rızâsına uygun hizmet edebilirler. Yâni İslâm ideali, insan idealidir. İnsan ideali ise ancak gönül ölçüleriyle ortaya çıkan güzellikleri yeşertebilmekten geçer.

Bunun için İslâm, doğuşundan itibaren insanı terbiyeyi esas almış ve müntesiplerini bütün insanlığın kendilerine hayran kaldığı şahsiyetler hâline getirmeyi başarmıştır. O, ömrü boyunca nefsine söz vererek onun kumandasında hayvânî bir hayat yaşayan nice gâfil insanı, melekî ölçülerle olgunlaştırarak göklerin gözlerini kamaştıran gönüller hâlinde yeryüzüne hediye etmiştir. Meselâ bir zamanlar kızını diri diri gömmüş bir kimse olan Ömer bin Hattâb, daha sonra bir karıncayı dahî incitmekten çekinen ulvî bir gönül ufkuna ulaşmıştır.

Bu itibarla İslâm, insanlara aşk ile yaklaşan bir rûhu temsîl eder. Onun sayesinde merhamet çekirdeğinden fışkıran mesuliyet, insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayatın sahibi kılar. Yâni Hülâgû olmaktan çıkarır, Yunus yapar.

Çünkü İslâm, insanın ihyâsıdır. Ve İslâm’ın yüce yapısının doğurduğu bütün duygular, gerçek mânâda en insânî duygulardır. İşte Yûnus bu duygular içinde:

Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim; dünyâ kimseye kalmaz!..
Ben gelmedim dâvâ için benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim…

beyitlerini söylemiştir.

Ve bu hissiyât, şanlı ecdâd ile o kadar bütünleşmiştir ki, bir muhârebe sonrası bize esir düşen bir düşman kumandanına:

“Ne zâlimsin ey merhamet; bana düşmanımı sevdiriyorsun!” dedirtmiştir.

Hâl böyleyken birkısım İslâm düşmanları ve materyalistler, insana rûhun değil de beden uzuvlarının dinini ve şeklini tanıtmaya çalışmakta ve yüce İslâm’ı günümüz fecâatlerinden biri olan terör kelimesiyle beraber kullanmaya kalkışmaktadır. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara aslâ ahlâk gibi ulvî hisler lâzım değildir.

İslâm ise, doğduğu günden itibaren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve daima kâfir olsun mü’min olsun her insanın hakkına riayeti esas edinmiştir.

Müslim bin Hâris anlatır:

Rasûlullâh bizi bir seriyye ile gazveye göndermişti. Ancak ben gazve mahalline yaklaşınca atımı hızlandırıp arkadaşlarımı geçtim ve bizimle karşılaşacak olan köy halkının hidâyetlerine vesîle oldum. Böylece muhârebe olmadı. Ancak bazı gâfil ve ham arkadaşlarım bu davranışım sebebiyle beni:

“Ganîmeti bize harâm ettin!” diyerek ayıpladılar ve Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yanına dönünce, yaptığımı ona haber verdiler. Fakat Âlemlerin Efendisi beni çağırttı ve yanına varınca davranışımdan dolayı takdir ederek şöyle buyurdu:

“Bilesin ki, Allâh senin için o kurtardığın insanlardan her birisi sebebiyle şu şu kadar sevap yazmıştır.”

Sonra Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bana:

“Sana kendimden sonra bir tavsiye yazacağım!” dedi ve yazıp, üzerini de mühürleyerek bana verdi. (Ebû Davud, Edeb 110)

İbret dolu başka bir tablo:

Bi’r-i Maune faciasında 70 İslâm mualliminin katledilmesi ve daha başka katliam ve suikastlerin yaşanması üzerine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kabilelere gönderdiği muallim heyetlerine onları muhafaza için bir miktar asker vermekteydi. Bu askerlere de muallimlerin hayatlarını korumak zarureti hâsıl olmadıkça silahlarını kesinlikle kullanmamalarını tenbih etmekteydi. Ancak bir defasında bu muhafızlardan Hâlid bin Velid, tenbih edilen ölçü dışında kılıcını kullandı. Bundan haberdar olan Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, büyük bir üzüntüyle kıbleye dönerek:

“Yâ Rabbî! Hâlid’in yaptığından berîyim; aslâ râzı değilim.” cümlesini üç defa tekrar etti.

Ardından hâdisenin yaşandığı yere Hazret-i Alî’yi gönderdi ve yalnız insanların değil, hayvanların, hattâ köpeklerin bile diyetini ödedi. (İslâm Târihi, c. I, s. 525-527)

Bu yüce ahlâkı kendilerine şiar edinen Osmanlılar da, hâkim olduğu yerlerdeki gayr-i müslimlere karşı dînde zorlama, ırkı yok etme ve kültür emperyalizmi gibi icrâat ve zulümlere aslâ meydan vermemiş, ülkelerindeki gayr-i müslimleri Allâh’ın kendilerine vedîası/emaneti kabul eden bir zihniyetle muâmelede bulunmuşlardır. Bu davranışın bereketiyledir ki Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…”sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Bu yönüyle Osmanlı, başka milletlerin tercih ettiği bir devlet hüviyetinde olmuştur. Nitekim Bizans asillerinden olan hıristiyan Grandük Notaras’ın, Fâtih’in askeri surları zorlarken Ayasofya’daki bir müzâkerede Papa’dan yardım taleb edilmesi teklîfine karşı sarfettiği şu ifâde de meşhurdur:

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!..”

Bugün husûsiyle Rabbin “Rahmân ve Rahîm” tecellîlerinden nasîb alarak Hâlık’dan ötürü mahlûka merhameti kâmil bir tarzda yaşayabilme mecbûriyetindeyiz. Bu hâl ise, Hakk’a yakın olabilmenin en büyük müessirlerinden biridir.

Bir mü’minin gönül ufkunu gösteren şu misâl ne ibretlidir:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yolculuğu esnasında mola verdiği bir ağaç altında yemek yemiş, sonra yoluna devam etmişti. Epey bir müddet sonra da torbasının üzerinde dolaşan bir karınca gördü ve üzülerek:

“-Bu hayvanı vatan cüdâ ettim!” dedi.

Derhal geri döndü ve yemek yediği mekâna varıp o karıncayı yerine bıraktı. Zîrâ o, “şefkat li-halkıllâh” (yaratandan ötürü yaratılana merhamet) şuûruyla bir karıncanın dahî hakkına riâyetin ehemmiyetini idrâk hâlindeydi.

İşte hayvanata karşı dahî insana böylesi bir incelik kazandıran İslâm, insanı azîz bir varlık olarak bilir ve bu kıymeti muhâfaza yolunda beşerin süfliyâta düşmeyip ulvîliklere doğru mesâfe alması için gayret sarfeder. Yâni insana kıymet yönü, onu hayvanlardan aşağı mertebelere düşüren nefsânî azgınlıkları tahrîk ve uyandırma değil, meleklerin bile gıpta edip imreneceği ulvîliklere nâil kılan gönül âlemini tezyîndir.

Bugün binbir zulüm ve anarşiye sahne olan dünyânın durumu, hiç şüphesiz insanların azgınlaşan nefsânî ihtiraslarına tâbî olarak aşk ve muhabbet gibi ferdi yükselten hasletlerden uzaklaşılmış olmaktandır. Bu durumda İslâm’ı iyi anlamak ve onun ilâhî sadâsına can ü gönülden kulak vermek ve hayatın bütün îcâb ve dekoruyla fânîliğini kavramak, binbir girdap ve sefâlette kıvranan insanlığa elbette pek büyük bir fayda sağlayacaktır. Zîrâ onun bereketli nefhası, kıyâmete kadar insanlığın muhtaç olduğu en feyizli bir kaynaktır. Yûnus Emre Hazretleri’nin gerçek aşk sebebiyle:

Nazar eyle ilerü, pazar eyle götürü,

Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü!

şeklinde bütün mahlûkâtı kucaklayan beyânı, dünyânın neresinde olursa olsun her zâlim ve anarşiste onu dünyâ ve âhıret planında kurtaracak bir can simidi değil midir?

Demek ki bugün, zulüm ve gaddarlıkta bulunanlar, Yûnus’un bahsettiği aşktan biraz nasîb alsalar, kurbanlarına revâ gördükleri eziyeti aslâ icrâ edemeyip onu kendi vicdan ve idrâklerinde hissedecekleri için adâlet ve merhametin bereketine nâil olurlar.

Burada sarâhaten ifâde etmelidir ki, dîn birtakım siyasî hadiselere âlet edilemez. Dolayısıyla dinî hakîkatlerle siyasî hâdise ve davranışlar birbirinden ayırt edilmelidir. Meselâ hâricîler, yaptıklarını İslâm adına yapıyorlardı, fakat gerçekte hareketleri tamamen İslâm dışı bir siyasetin îcâbı ve anarşikti. Diğer taraftan insanların huzurlarını kendi menfaatleri çerçevesinde bozmak ve bundan kazanç elde etmek isteyen şahıs veya zümreler, hatta bazen de devletler, tarih boyu böyle siyasi manevralar yapmışlardır. Böyle mihraklar haksız kavgalarını haklı gösterebilmek ve karşısındakilere tahakküm edebilmek için cemiyette meşru addedilen unsurları, bilhassa dini kullanmış ve ardından da bütün dindarları karalama kampanyaları başlatmışlardır. Bu meyânda müslümanların birbirlerini kırdıkları Cemel vak’asına zemin hazırlayan Yahudî İbn-i Sebe’nin, yandaşlarına söylediği ve kendisinin yanısıra daha sonraki bütün fitne ve fesat ehlinin ölçüsünü ortaya koyan şu ifadeler pek ibretlidir:

“Ey kavim! Sizin hayat ve şerefiniz insanların birbirine düşmesine bağlıdır. Öyle ise onları birbirine düşürün. Yarın bunlar karşılaştıkları vakit harbi kızıştırın. Onları başka şeylerle meşgul olmaya bırakmayın. Bunun için kendileriyle beraber olduğunuz kimseler, sizin istemediğiniz şeyden, yâni barış ve sulhtan yüz çevirmenin ve Allâh’ın, Ali’yi, Zübeyr’i ve Talha’yı ve onlar gibi düşünenleri birbiriyle savaştırarak meşgul etmesinin gerekli olduğunu bilsinler…”(İ.Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, c. 13, s. 526)

Bu sinsi emelleri farkederek bilmelidir ki, yol kenarında birikmiş çamurlu bir suyun yoldan geçen bir arabanın camına sıçramasıyla olaşan leke, arabanın ve şoförün kusuru değildir. Bunun gibi ferdî ve şahsî bazı yanlışları İslâm’ın üzerine sıçratmaya çalışmak doğru olmadığı gibi her nasılsa sıçramış olan üç beş damlayı da İslâm’a mâl etmek bir görüş hatâsından ziyâde sinsi bir maksadın eseridir. Böyle yapanlara hitâben Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ey dünyada diken tohumu eken kişi, kendine gel. Sakın ektiğin dikeni bülbüllerin şakıdığı gül bahçesinde arama, kendi kusurunu gülistana yükleme.”

“Sen hangi akılla ayın yüzünde leke ve kusur görmeye, cennette diken toplamaya kalkışıyorsun. Ey gül değil de diken arayan kişi! Sen cennete girebilsen, orada kendinden başka diken bulamazsın!..”

Hazret-i Mevlânâ, devamla böyle müfsitlere karşı gönülleri îkâz eder:

“Kimiler vardır, insan yiyen canavar gibidir. Onların selam vermeleri ve ağızlarından dökülen «lâ-havle» sözleri, hep bulanıktır. Çünkü gönülleri şeytan yatağıdır. Kendileri de insan şeytanıdır.”

“Kimileri de dostunun postunu yüzmek isteyen kasaplara benzer. Bir yandan «canım, dostum» der, diğer yandan bıçağını hazırlar. Hâsılı derini yüzmek için seni kandırır, yüzüne güler, tatlı okşayıcı sözler söyler. Hâl böyleyken düşmanların sunduğu afyonu yutanın vay haline.”

Bu durumdaki her insan, yücelikten habersiz kaldığı, ilâhî aşkı tatmadığı ve merhamet dünyâsından da nasip almadığından dolayı, insanlığını kendisine sadece bir maske olarak kullanır. Böyleleri fikir olsa, hakîkati öldürür; şair olsa ruhları çürütür; ahlâk savunucusu kesilse, ahlâkı mahveder. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Böyleleri, eline bir gül bile alsa, o gül başkalarına diken olur. Bir dostun yanına gitse, onu yılan gibi sokar.

Bunlar, kısaca birer gönül kâtilidirler. Öyle ki, herkesi süflî hazlar içinde körleştirmek, sağırlaştırmak ve sarhoşlaştırmak isterler. Bundan sonra da âlemin en mükemmel ve kıymetli varlığı olan insanı zâlim bir hayvan haline getirmeye çalışırlar. Mantık, iz’an ve basiret yerine durmadan iptidaî ve saldırıcı hisleri kırbaçlar, şuurun bu sahasında yangın çıkarmak için didinirler. Nitekim tarih boyu, insanların en berbat düşmanları bunlar olmuşlardır. Cenâb-ı Hak, bu gâfillerin hâlini şöyle beyân buyurur:

“Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman: «Biz ancak ıslâh edicileriz.» derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların tâ kendileridir, lâkin anlamazlar.” (el-Bakara, 11-12)

O hâlde kişinin kendi nefsânî karar, istek ve hırsları değil, Allâh’ın arzu ve murâdı önemlidir. Hiç kimse terör hareketinin ve ardından sökün eden masum ve sivillerin öldürülmesinin dînî olduğunu söyleyemez. O hâlde dînî motif ve prensipleri kullanarak kendi menfur emellerini gerçekleştirmek isteyenler, aslında o emellerden münezzeh olan Allâh’ın rızâsını kaybedenlerdir. Nitekim yeryüzünde bozgun çıkarmış ve hattâ peygamberlerini dahî öldürmüş bir topluluğa ve onlar gibi davranacak olanlara Allâh Teâlâ buyurur:

“İsrâiloğulları’na: «Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.» hükmünü yazdık (farz kıldık). Şüphesiz ki onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (el-Mâide, 32)

Çünkü haksız yere birini öldüren kâtil, yaşama hakkı tanımamış, kanların haramlığına, nefislerin masumluğuna saldırmış, adam öldürmeye yol açmış, başkalarına da cesaret vermiş olur. Şu halde bir kimseyi öldüren herkesi öldürmüş gibi, Allâh’ın gazabını ve büyük azabını hak etmiş olur. Her kim de bir nefse hayat verir, yâni afvetmek veya öldürülmesine engel olmak veya herhangi bir yok olma sebebinden kurtarmak suretiyle hayatının devam etmesine sebep olursa âdeta insanların hepsine hayat vermiş, birine yaptığını -kendisi de dahil olduğu halde- hepsine yapmış gibi olur.

Bu ölçüler ışığında İslâm’ı bir âb-ı hayâta, yâni ebedîlik veren bir suya benzeten Hazret-i Mevlânâ:

“Âb-ı hayatın kıyısında kimse ölmez.”  diyerek bu ilâhî dînin hassâsiyetini yansıtır.

Diyebiliriz ki, İslâm’ın bütün prensip ve umdeleri hep böylesi hassasiyet etrafında halkalanır. Bu itibarla İslâm, her vesileyle insanları, önce doğru bir inanç, sonra en güzel davranışlar ve bunlara bağlı olarak da rahmet, merhamet, hizmet, ilim, hikmet, mantık, nezâket, letâfet, zerâfet, hak, hukuk ve yüce bir ahlâk gibi hususlarla yoğurur. Kıymetli ibadetler, mübârek gün ve geceler, mâlî ameller, vs. hep gönlü olgunlaştırarak Rabbe yaklaştıran ve insanı ihyâ eden ilâhî iksîrler gibidir.

Bilhassa gölgesi üzerimize düşen Ramazan-ı Şerîf, ihtivâ ettiği oruç, teravih, sadaka, fitre ve diğer ibadetleriyle kulları her yıl farklı bir iklîmde yaşatır. Oruç, diğer zamanlarda merhametsizlikten tıkanmış olan gönül damarlarını açar. Yürekleri ötelerdeki muzdarip ve yalnızların civârına sevk eder.

Orucun bize öğrettiği ve bizi içerisinde yaşattığı merhamet âlemi öyle ilâhi bir rahmettir ki, onda nice âlemler semâ halindedir. Günümüzde müslümanı bir iman vecdi içerisinde yaşatacak, nefsinin tasallutundan kurtararak rûhunu derinleştirecek ve zarifleştirecek saik ancak merhamettir. Merhametin meyveleri ise, cömertlik, tevâzu, hizmet, afvedebilme ve hasedden kurtulmadır. Ramâzan-ı Şerif’te derinleşen ruhlarımız bize hizmeti kolaylaştırır. Zira hizmet, ruh olarak nefsinden taşıp insanlara ve mahlûkata yayılmak sûretiyle Allâh’ı aramaktır. Nefsânî menfaatten uzak her samîmî hizmet, davranışlarımızla vuslatın, yâni Allâh’ın aranmasıdır. Ancak mahlûkata hizmetle kalbimizdeki ümit kapıları açılabilir ve vuslata yaklaşabilme imkânı artar. Aksi halde davranışlarımızda görülen bunca nefsânî meyiller ve sıfatlar, dünyaya gelişimizin temel mantığını ve mânâsını yok edebilecek kadar hazindir.

Hâsılı İslâm dîninin seâdet parolası, îmân ve güzel davranışlar manzumesinden ibarettir. Bunun için sâlih mü’minler; aklını Hakk’a, kalbini hayra, âzâlarını da güzel ve faydalı işlere tahsîs ederek amel-i sâlih ömrü yaşarlar. Bütün bunlardan sonra Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Ne mutlu o çirkine ki güzeller güzeline râm olur. Vay o gül yüzlüye ki, kış gibi soğuk bir kimseye dost olmuştur.”

Allâh’ım! İki dünyâmızı da İslâm’ın güzellikleriyle azîz eyle! Devlet ve milletimizle birlikte âlem-i İslâm’ı ve bütün insanlığı her türlü fitne ve felâketlerden muhâfaza kıl! Rahmet ve bereketinin taştığı Ramazan-ı Şerîf’in bütün güzelliklerinden nasiplendirerek hakîkî bayramlara nâil eyle!

Âmîn!