İnsanoğlunun Nankörlüğü

Yıl: 2006 Ay: Ocak Sayı: 15

Hayat yollarının kıvrımları ve iniş-çıkışları döne dolaşa kabre varır. İnsanlar, yaşadıkları hakîkat ve niyetler üzere ölürler. Bu dünya hayatında vicdan huzûru içinde yaşamanın, îman ile son nefese kavuşabilmenin ve nihâyet ebedî âlemdeki ilâhî neş’e ve safâlara kavuşmanın en emin yolu, kulun “hamd”, “sabır”, “şükür” ve “zikir” hâlinde istikamet üzere bulunmasından geçer.

Zîrâ Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de yer ve gökteki herşeyi insanın emrine verdiğini beyân etmektedir:

“O göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (el-Casiye, 13)

“Görmüyor musunuz ki, Allâh göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş. Görünen görünmeyen bunca nimete sizi garketmiş?!..” (Lokman, 20)

Yine kullarına saymakla bitmeyecek nîmetleri lütfeden de O’dur:

“O, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Allâh’ın nîmetlerini saymaya çalışsanız, saya­mazsınız! Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

“Allah’ın nimetlerini teker teker saymaya kalksanız, mümkün değil sayamazsınız. Gerçekten Rabbin gafûrdur, rahîmdir.” (en-Nahl, 18)

İnsanoğlunun sahip olduğu bütün nîmetlerin kaynağı Allah Teâlâ’dır. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulur:

“Nîmet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır…” (en-Nahl, 53)

İnsana bu kadar çok ve muhtelif lutuflarda bulunan Yaratan’a ve nîmetlerine karşı teşekkür ahlâkı; mü’min için îman sermâyesinin yarısını teşkil eder. Şükrân-ı nîmetin, yani ulaşılan nîmetlere teşekkürün bu ehemmiyeti, hadîs-i şerîfte şöyle beyân buyrulmuştur:

“Şükür, îmânın yarısıdır…” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 107)

Şükür, kulun Rabbine karşı, ihsân ettiği nîmetler için çeşitli söz ve davranışlarla teşekkür etmesidir. Şükür, nîmeti lâyıkıyla idrâk edebilmenin ismidir.

Zîrâ nîmeti, nîmet olarak kavramak, îmânî bir şuur işi; nîmetlerin gerçek sahibine karşı minnettarlık, muhabbet ve saygı duymak, asil bir vicdan ürperişidir.

Nimetlerin gerçek sahibini, yâni Hak Teâlâ’yı kalben ve lisânen övmek demek olan şükran ve hamd u senâ ise mü’minler için büyük bir kulluk vazifesidir.

Bu mânâdan dolayı, İslâm ve îmâna, “şükür” ismi de verilmiştir. Bu sebeple şükür, cennet sermâyesi; küfür ve nankörlük ise cehenneme giriş vesîkasıdır. Şükürsüzlük hâli, küfrân-ı nîmettir, yâni ahmakça bir nankörlüktür.

Hadîs-i şerîfte şükür ve sabır ehli şöyle tavsîf edilmiştir:

“…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allâh’ın kendisine verdiği üstünlüğe hamdetmek… Böyle yapanları Allâh, şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)

* * *

İnsân, kendisine bir bardak su veya bir buket çiçek ik­râm eden kişiye bile en azından bir teşekkür borcu hisseder ki, bu, beşerî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde bulunmamız gerektiğini hatırlatır.

Nîmet ve iyilikler karşılığında birbirimize yaptığımız teşekkürler, bizi Allah’a şükretmeye götüren bir ahlâk köprüsüdür. Bilinen bir hakikattir ki, mahlûka teşekkür etmeyen, Hâlık’a da şükretmez. Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, insanlara yapılacak teşekkürler ve minnettarlık, o iyilik ve nîmetin gerçek sâhibine, yâni Hâlık Teâlâ Hazretlerine de arz edilmelidir. Zîrâ Allâh, bu kâinâtı yaratırken, her hâdiseyi bir sebebe istinâd ettirmiştir. Bu yüzden sebeplerin arkasındaki “Müsebbibu’l-Esbab”ı, yâni ihsân ve ikrâmın hakîkî sahibi olan Allah Teâlâ’yı hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Aksi takdirde böyle bir hâl, kendisine çok kıymetli hediyeler gönderen bir zâtın şahsına değil de, sadece hediyeyi getiren postacıya teşekkür etmeye benzer ki, bu da son derece yersiz, gülünç ve acı bir aldanıştır. Aynı şekilde nîmetleri bize ulaştıran sebeplere bağlanıp Hakk’ı bırakmak veya rızkın peşine düşüp Razzâk’ı unutmak, bundan sonsuz derece büyük bir hamakat ve nankörlüktür. Çünkü kula, Allâh’ı unutmak kadar büyük bir ayıp ve kayıp tasavvur olunamaz. İnsanın, gerçek nîmet vereni görmeyip sebeplere bağlanması, zamanla kendisini kula kul olmaya götürür. Böyle bir basîret körlüğü ve idrâksizlik, kesinlikle müminlere yakışmaz.

* * *

Şükrün zıddı olan, nîmetlerin gerçek sahibini tanımamak ve ondan bîgâne kalmak nankörlüğünün neticesi pek acı bir hüsrandır. Nefsi terbiyeden geçmemiş, ham insandaki bu menfî husûsiyet hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Gerçekten insan, Rabbine karşı çok nankördür. Kendisi de buna şâhiddir.” (el-Âdiyât, 6-7)

“…Eğer şükrederseniz, nîmetlerimi daha da arttırırım; ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki, azâbım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)

“Eğer nankörlük edecek olursanız bilin ki, Allâh sizden müstağnîdir; hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur…” (ez-Zümer, 7)

Nankörlük veya küfrân-ı nîmet, kişinin kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmemesidir.

İnsanın en büyük nankörlüğü ise Rabbine karşıdır. Zîrâ o, dün­yâ­da Al­lâh’ın mül­künde yaşayıp nîmet­le­ri ile perverde olduğu hâl­de, bu nîmet­le­rin sâ­hi­bi­ni unutmakta, nefsine mahkûm olarak O’nun emir ve yasakları­nı çiğ­ne­mekte; hatta neredeyse Rabbine karşı cephe alıp meydan okumaktadır. Bu fânî dünyanın nîmet sofrasında yeyip içtikten sonra “vurdum duymazlık” gösterip sofranın sahibine nankörlükte bulunmak, insânî fazîlet ve meziyetlerin bittiği ândır. Cenâb-ı Hak, bu tip insanlar hak­kın­da âyet-i ke­rî­me­­de şöy­le bu­yu­rur:

“İn­san gör­mez mi ki, Biz onu bir nut­fe­den ya­rat­tık. Bir de ba­kı­yor­sun ki, (Rab­bi­ne) apa­çık bir düş­man (yaman bir hasım) ke­sil­miş.” (Yâ­sîn, 77)

Böyle nankör fertlerin oluşturdukları toplumlar ve onların hudud tanımaz azgınlıkları, tarihin ibret sayfalarını dolduran milletler enkazını meydana getirmiştir. Kendini tek başına her şeyin merkezi, sahibi ve fâili kabul eden nankör insanlar,  îmandan mahrûmiyetlerinin neticesi olarak, kendilerinin ve güçleri nisbetinde kavimlerinin helâkini hazırlamışlardır.

* * *

Kullara nîmet ve musîbetlerin gerçek vechesini gösterecek olan, ancak dînin beyânlarıdır. Nitekim bazen nîmet ve lütuf gibi görünen şeyler, hakîkatte şer ve kötülük; buna mukâbil kötülük ve musîbet gibi görünenler de hayır olabilir. Bazı nîmetler, kimi insanın Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasına vesîle olurken, diğer taraftan nefsine râm olan kimileri içinse hazîn bir âkıbetin kötü bir vâsıtası olabilir. Meselâ zekâtı, sadakası verilmeyen bir mal, aslında bir nimet olmaktan çıkmış, sahibi için bir musîbet ve hatta bir belâ kaynağı hâline gelmiştir. Aynı şekilde türlü israf çılgınlığı ve günahlarla çevrilmiş bir zenginlik, nefsine râm olan sahibi için zâhirde bir nîmet iken, hakîkatte ebediyet nâmına tam mânâsıyla bir âfettir.

Bunun aksi gibi görünen mahrûmiyet, sıkıntı ve musîbetler de bazen hayırlı olabilir. Tıpkı tabiatında azgınlık ve kibir olan bir kimsenin yoksulluğunun, bu temâyüllerin zuhûruna mâni olarak hem kendisi ve hem de çevresi için bir nîmet olması gibi…

Nîmet ve sıkıntılar, şahısların mânevî hâllerine göre de değişiklik arz eder. Mesela bir hayır sahibinin hastalığı, fakir-fukarâ açısından mahrûmiyet ve musîbet iken, buna mukabil bir câninin hastalığı da insanlar kendisinin şerrinden emin olduğu için nîmet ve rahmettir. Bir âlimin vefâtı kendisi için belki bir rahmet ve nîmet, lâkin ümmet-i Muhammed için büyük bir musîbet teşkil eder.

* * *

Büyük mütefekkir ve Allâh dostu Mevlânâ Hazretleri, Nemrud’un şahsında insanoğlunun fıtratındaki menfî vasıflarından biri olan nankörlüğü, temsilî bir hikâye ile şöyle anlatmaktadır:

“Hak Teâlâ Azrâîl’e:

“-Ey üstün melek!” diye buyurdu. “Sen; bu kederli, dertli insanlardan canlarını alırken en çok kime acırsın?”

Azrâîl:

“-Canlarını aldığım insanların hepsine acırım! Fakat, Allâh’ın emrini ihmâl etmekten çok korkarım! Hattâ, canını almak istediğim gence o kadar acırım da; «Keşke Allâh, onun ye­rine beni kurban etseydi!» dediğim bile olur.

Bir gün bir gemi, coşup köpüren, kuduran dalgalar arasında bocalarken emir aldım, gemiyi paramparça ettim. Allâh’ım! O gün Sen bana:

“-Gemidekilerin hepsinin canlarını al!” diye buyurdun. “Yalnız, yolcular arasında bulunan bir kadınla bir çocuğun canlarını alma; onları bırak!” dedin!

Her ikisi de, bir tahta parçasının üstünde âciz bir hâlde kalmışlardı. Azgın ve kızgın dalgalar, o tahtayı sürüp götürmede idi.

Derken:

“-Anasının da canını al!” diye emrettin. “«Kün: Ol!» emrine uy da, çocuğu yapayalnız bırak!” buyurdun.

Çocuğu anasından ayırdım; ama Allâh’ım, Sen de bilirsin ki, bu bana pek acı geldi!

Vazîfe gereği ben, çok acı yasların feryatları, âhları içinde kalmışımdır! Fakat, o çocuğun acısı, o çocuğun kalbimi yakışı hiç aklımdan çıkmadı!”

Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

“-Ben, o çocuğa lutufta bulundum da, dalgaya, onu ağaçlık bir yere götürüp bırakmasını emrettim! Reyhanlarla, güllerle, tatlı ve yenmesine doyulmaz meyve ağaçları ile dolu bir bahçede… Berrak, tatlı sular fışkıran kaynaklarla dolu, ağaçlıklı bir yerde o ço­cuğu yüzlerce nazla, nîmetle besledim! Orada, o bahçede yüzbinlerce güzel sesli kuşlar ötüşmede idi. Ona güllerden döşek yaptım; onu fitnelerin, musîbetlerin tesirinden korudum! Güneşe; «Harâretinle onu yakma, incitme!» dedim. Rüzgâra da; «Onun üstünden eserken yavaş es; onu hırpalama!» diye tenbih ettim! Buluta; «Onun üstüne yağmur yağdırma; onu ıslatma!»; şimşeğe de; «Birdenbire çakarak onun gözünü alma, kamaştırma!» emrini verdim! «Ey kış; o bahçeye uğrama, bu çayırı çimeni sakın soldurma! Ey yaz; sen de, bu bahçeye el atıp orayı kasıp kavurma!» dedim! Ölümden kurtulan çocuğun ulaştığı bahçe, âriflerin bağı gibi, kasırgadan, öldürücü sam rüzgarlarından emîn idi. Onu pek çok ihsân ve ikrâmlarımla besleyip büyüttüm. Sonra bir periye; ona konuşma ve adâletle hükmetmeyi öğretmesini emrettim! Böylece, o anasız kalan çocuğa, yüzlerce inâyette bulundum! Vâsıtasız olarak, Benim iyiliklerimi görsün, bilsin diye, ona yüzlerce lutuflarda, ihsânlarda bulundum! Benim lutuflarımı görsün de, sebepler yüzünden zihni karışmasın, çekişmelere düşmesin, her yardımı yalnız Ben’den beklesin.”

Ancak o sayısız lutuflara, ihsanlara nâil olan, bunlara karşılık şükür borcu bulunan çocuk, bir anda Nemrud kesildi, Halil İbrâhîm’i yakmaya kal­kıştı! Öyle bir Nemrud ki; bilgisizliğinden, körlüğünden ötürü, Cenab-ı Hakk’ın lutuflarını, ihsanlarını ayağının altına almıştı! Böylece, kendisine yapılan iyilikleri inkâr etti; gurura kapıldı, yol vu­rucu oldu. İşi azıttı da, Allâhlık dâvâsına kalkıştı! Üç akbaba ile sonsuz göklere yükseldi, benimle savaşa girişti.

Hazret-i İbrâhîm’i bulup öldürmek arzusuyla, yüzbinlerce suçsuz çocuğu öldürttü. Çünkü, müneccim yılın tâlihine bakmış:

“-Bu sene, seninle savaşacak bir çocuk doğacak! Aklını başına al da, sana düşman olacak çocuğu ortadan kaldır!” de­mişti.

Bu kötü nasihate uyan Nemrud, o sene kim doğuyorsa, acımadan onları öldürtüyordu.” (Mesnevî, c: 6, beyt: 4797-4853)

* * *

Mevlânâ Hazretleri’nin yukarıdaki hikâyesinde de zikrettiği üzere geminin batmasından başlayarak binbir türlü bâdireden Allâh’ın yardımıyla kurtulan bu çocuk, büyüyüp eline güç-kuvvet geçtiğinde, fânî makam ve mevkiine güvenerek kibirlendi. Tanrılık iddiâsında bulundu. Fakat gördüğü bir rüya üzerine, rahatı kaçtı ve Hazret-i İbrâhîm’in doğmasına mânî olmaya çalıştı. Bu bahâneyle yüzbinlerce mâsum çocuğu katletti. O, nefsinin esiri hâline geldiğinden, nâil olduğu nîmetlerin gerçek sahibini unuttu. Yeryüzünde kibir, isyan ve nankörlük dolu bir hayatla ömrünü ziyan etti.

İbret alanlar için insanlık târihi, îman ve ahlâk yolundan çıkan bu gibi azgınlara tatbîk olunan ilâhî azâb, gazab ve intikam tecellîleriyle doludur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli ve zâlim insanları; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk olan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrûd; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan ahlâksız Lût kavmi ve birçok benzerleri nankörlük, zulüm, rezâlet ve isyanlarına bürünerek dünyadan gelip geçtiler.

Onların arkasından semâlar ağlamadı. Gözler yaşarmadı. Gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlûmların âhları ve bedduâları ile onlar, târihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

Bu bakımdan müsbet veya menfî hâtıralar meşheri olan geçmiş nesiller ve tarih, arkalarından gelen yeni nesillere bir vaaz ve irşâd vesîlesidirler. Üstümüzdeki semâ, Allâh’sızlara ızdırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki güneş, Firavun, Hâmân ve Nemrûd gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını da aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine doğan aynı güneştir. Hâdiseleri kalb gözü ile seyredebilenler için zamanlar ve mekânlar, hep ilâhî azamet tecellîleri ve ibret akışları ile doludur.

* * *

Mesnevî’deki bu ibretli hikâye, hepimiz üzerimizdeki ilâhî nimetleri tefekkür etmeye dâvet etmektedir.

Meselâ îmân nîmetinin bedelini ve onun şükür borcunun büyüklüğünü tahayyül etmemiz, acaba mümkün müdür?

İslâm topluluğu içinde bulunmamız ne büyük bir lutuftur!.. Müslüman bir âilede dünyaya gelmiş olmamız ne büyük bir saâdettir. Halbuki bunun aksine dünyanın diğer bir ucunda, bir domuz çiftliğinde de doğabilirdik.

Vücudumuzun her uzvu da ayrı ayrı birer nîmettir. Bunlardan herhangi birini kaybettiğimizi düşünsek, ona sahipken farketmediğimiz değeri ortaya çıkar. Meselâ bir gün boyunca günlük işlerimizde baş parmağımızı yok farz edip kullanmasak, işlerimiz ne kadar aksayacaktır!.. Diğer bütün uzuvlarımız, hatta uzuvlarımızın küçücük parçaları bile hep bu mesâbededir. Yokluklarında çekebileceğimiz sıkıntılar miktarınca, varlıklarında şükretmeliyiz. Zîrâ âhiret gününde, bu dünyada bize bahşedilen bütün nîmetlerden hesâba çekileceğimiz, âyet-i kerîmeyle haber verilmiştir:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden muhakkak hesâba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)

Öyleyse gerçek şükür, bütün aklî ve rûhî meleke ve kâbiliyetlerimizle birlikte bedenî güç ve imkânlarımızı, Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği istikamette kullanabilmekle olur. Bu hedeften uzaklaşmak ise şükürsüzlük, yâni nankörlüktür.

* * *

Âhiretsiz bir dünya refâhı elde etmek için, dünya süs ve yaldızlarına aldanan ve fânî lezzetlerde ömrünün son gününe kadar yorulan kimselerin hâli; ne hazin bir nankörlük aldanışıdır.

Beşikle teneşir arasındaki münâsebeti kavrayamadan, bir imtihan dershânesi içinde olduğunun farkına varamadan ve mezara varan bu yolculuğun hikmet ve ibretini idrâk edemeden yaşanan bir ömür, ebedî saâdet sermâyesi olan hayat nîmetini gaflet mezbeleliğinde ziyan etmekten başka nedir?!…

Âyet-i kerîmelerde insan hayatının böyle beyhûde tüketilişi hakkındaki ikazlar ne kadar dehşetlidir:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“İnsan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)

Şunu unutmamak îcab eder ki, gönül bahçelerinin letâfet dolu bahârı; şükür bulutları ve hamd ü senâ parıltıları ile meydana gelir.

* * *

Rabbimiz bizlere üzerimizdeki nimetlerin kadrini bilip îman şuuru ile şükredebilmeyi nasîb eylesin. Gafletimiz dolayısıyla her ân bizi kuşatabilecek olan azâbından da muhâfaza buyursun. Âmin.