Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Ocak, Sayı: 239
DOSTLUĞUN YOLU
Cenâb-ı Hak, insanı Zâtına kulluk etmesi için yaratmıştır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ٥٦
“Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)
Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’nun muhabbet ettiği velî kulları arasına girmek, ancak O’na hakkıyla kul olabilmek ile mümkündür. Kudsî hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
«…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz.
Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet;
- Ben onu severim. Kulumu sevince de;
- Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.
- Ben’den her ne isterse, onu mutlaka veririm;
- Bana sığınırsa, onu korurum…»” (Buhârî, Rikāk, 38. Ayrıca bkz. Ahmed, VI, 256; İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 58/347)
Bazı rivâyetlerde şu ilâve vardır:
“…Akleden kalbi ve konuşan dili olurum.” (Taberânî, Kebîr, VIII, 221/7880; Heysemî, II, 248)
«Mârifetullah»ta kalben mesafe alabilmenin bir yolu da ahlâkî meziyetlerle muttasıf olmaktır.
Âyet-i kerîmede geçen;
لِيَعْبُدُونِ
“Bana kulluk etsinler diye.” ifadesini İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-;
لِيَعْرِفُونِ
“Ben’i tanısınlar diye…” mânâsını da içine alacak şekilde tefsir etmiştir. Cenâb-ı Hak; insanı, Rabbini tanıyabilme istîdâdında yaratmıştır. Rûhundan insana üflemesi, bu hakikati remzeder.
Cenâb-ı Hak yüceler yücesidir. O’nu tanımak; evvelâ kalbi mâsivâdan tasfiye etmek, sonra da bu musaffâ gönlü, Rabbimiz’in; merhamet, affedicilik, sabır, hilm ve müsamaha gibi cemâlî sıfatlarıyla müzeyyen edebilmek ile mümkündür. Şairin dediği gibi:
Sâf kıldınsa gönül âyinesin âb gibi,
Görünür nûr-i ezel âbda mehtâb gibi.
“Gönül aynasını, su gibi sâfiyete, berraklığa, temizliğe eriştirirsen; orada ezelî ilâhî nurlar (cemâlî vasıflar), suda mehtabın, dolunay manzarasının seyredildiği gibi görünür hâle gelir.”
Bu girizgâhtan sonra, Hak dostlarının fârikalarını serdetmeye devam edelim:
FÂRİKALARIYLA HAK DOSTLARI
Cenâb-ı Hak ile dost olabilmenin iki temel hakikati olan, hakikî kulluk ve güzel ahlâk, şu düsturda birleşmiştir:
TÂZİM ve ŞEFKAT…
Hak dostları; hayatlarında dâimâ şu iki esası yaşarlar:
- Tâzîm li-emrillâh ve
- Şefkat alâ-halkillâh
Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ etmenin gayretinde olurlar.
Meselâ;
Hak dostları; namazı tam vaktinde, cemaat ile ve huşû içinde edâ ederler. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ittibâen, namaz vakti gelince, başka hiçbir meşgaleyle iştigal etmezler. Farzlara ilâveten nâfilelere de çok îtinâ gösterirler. Aldıkları abdestten, giydikleri kıyafete, namaza her türlü maddî ve mânevî hazırlıkları ihtimam içindedir. Secdelerle Allâh’a yaklaşırlar.
Bir misal:
İmâm-ı Rabbânî’nin torunu olan Şeyh Seyfeddin Hazretleri, bazı geceler iki rekâtta hatim indirir ve Rabbiyle o husûsî mülâkatta gark olduğu hazzın hiç bitmemesi iştiyâkıyla;
“Allâh’ım doyamıyorum, geceler ne kadar da kısa!..” diye ilticâ ederdi.
Hak dostları; orucu bütün uzuvlarına tuttururlar. En küçük bir gıybet kulaklarına gitse, oruçlarını mânen bozulmuş addederler. Ramazân-ı şerîfi, senenin kalbi olarak bilir, yılın yarısında ona hazırlanır ve diğer yarısında onun ecrini kaybetmeme endişesiyle hareket ederler.
Hak dostları; zekât verirken, tasadduk ve infakta bulunurken de;
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «birr»e (hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) âyeti mûcibince Allâh’a yaklaşmanın sevincini duyarlar.
Hak dostları; hac ve umrede, âdetâ kefen ikliminde bir mahşer provasına girer, cidalden, refesten ve füsuktan uzak, asr-ı saâdet günlerindeymişçesine bir rûhâniyet içinde ibâdetlerini îfâ ederler.
Şefkat alâ halkillâh / Allâh’ın yarattıklarına şefkat. Hak dostları, Allâh’ın bütün mahlûkātına merhamet ve şefkat göstermeye çalışırlar. Mahlûkāta Hâlık’ın rahmet nazarıyla bakarlar.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiye buyurduğu; umûmî ve şâmil merhamet, onlarda kâmil bir misâlini bulur. Şu kıssalar bu şefkatin en güzel nümûneleridir:
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- bir gün develerine çok fazla yük vuran insanlara rastlamıştı. Deve, yükün ağırlığından ayağa kalkamıyordu. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- hemen müdahale etti. Devenin üzerindeki fazlalıkları atıp hayvanı ayağa kaldırdıktan sonra sahiplerini îkāz ederek şöyle dedi:
“–Eğer Allah Teâlâ, hayvanlara yaptığınız eziyetleri affederse, size büyük bir mağfirette bulunmuş olur!
Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Allah Teâlâ bu dilsiz hayvanlara iyi davranmanızı emrediyor!
- Verimli bir araziden geçiyorsanız hayvanların biraz otlamasına müsaade edin!
- Kurak bir yerden geçiyorsanız oradan çabuk geçin, bu tür yerlerde fazla oyalanarak hayvanlara sıkıntı ve zarar vermeyin!»” (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IX, 346/1978)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bu hâli kabullenemedi; karıncaların yanık yuvası, ona derin bir muammâ oldu ve büyük bir teessürle;
«–Kim yaktı bunu?» diye sordu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 112/2675, Edeb, 163-164/5268)
Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- anlatır:
“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle;
- Hayvanlara iyi baksınlar,
- Yemlerini güzelce versinler!
- Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyun sağan bir şahsa rastlamışlardı. Ona;
“–Ey filân! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak!” buyurdular. (Heysemî, VIII, 196)
Bâyezîd-i Bistâmî, bir yolculuk esnasında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devam etmişti.
Yolda torbaların üzerinde, dinlendiği yerden geçen birkaç karıncanın gezindiğini gördü. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayatı yaşatmamak için geri döndü. Dinlendiği yere geldi, karıncaları eski yerlerine bıraktı.
Bu kıssalar; mahlûkāta, Hâlık’ın nazarıyla bakmanın ne güzel misalleridir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlara dahî verdiği bir hukuktur.
Hak dostları için, bu hasletler; zaman zaman gelip geçen sıfatlar değil, ömürlerini tamamen ihâta etmiş husûsiyetlerdir:
VİCDÂNÎ MES’ÛLİYET
Hak dostlarının her hâl ve hareketi ibâdet vecdi içindedir.
- Onların her nefesi, birer tesbihtir.
- Beşerî münasebetleri; ekseriyetle bir müslümanın derdiyle dertlenmek veya hidâyetlere vesile olmak içindir. Kendilerini devrin akışından mes’ûl görürler.
Mes’ûliyet duygularının ne kadar yüksek olduğuna şu kıssa güzel bir misaldir:
Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında Abdullah bin Mübârek içli içli ağlamaya başladı. Bu hâle şaşıran dostları;
“–Neden ağlıyorsun? Seni böylesine mahzun eden nedir?” diye sorduklarında o büyük Hak dostu, bir iç çekti ve nemli gözlerle;
“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim. O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acaba benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şayet o, benden kaynaklanan bir hatadan dolayı istikamete gelmediyse, yarın hâlim nice olur!..” dedi ağlamaya devam etti.
Hak dostundaki bu ulvî mes’ûliyet hissi, sahâbî gönlündeki şu endişenin sonraki nesillere yansımasının neticesidir:
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- buyurur:
“(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakikati) duyardık:
Kıyâmet gününde bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelip, yakasına yapışır. Adam şaşırarak;
«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.
Yakasına yapışan kişi ise;
«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkāz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”1
Demek ki;
Kendimiz dışındakilerden de mes’ûlüz. Mü’min; kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini asla unutmamalıdır.
Elbette bu tebliğ ve davet; ecmel / en güzel, ekmel / en mükemmel ve ahsen / en zarif sûrette olmalıdır:
EN GÜZEL ÜSLÛP İLE
Hak dostları, tatlı dille emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunurlar. İnsanları güzel ahlâka irşâd eder, yol gösterirler. Onların kalpleri, bir dergâh hâline gelmiştir. Orada gönülleri âdetâ rehabilite ederler.
O gönül sultanlarının, bütün insanlığı şefkatle kucaklayan;
بَازآ بازآ
“Gel, dön gel, ne olursan ol, yine gel!..” daveti, bu şuurun bir tezâhürüdür.
Onların sözlerini işitenler, kendilerinden mutlaka istifâde ederler. Zira sözleri; Kur’ân-ı Kerîm’e muvâfık ve hadîs-i şeriflere mutâbık olduğundan, mahzâ ilim ve hikmettir. Lisanları, hak ve hakikatin tercümanıdır.
Hak dostlarının lisânında kaba ifadeler asla yoktur.
Çünkü;
Hak dostları, bir kişinin kurtulmasıyla huzur bulan şahsiyetlerdir.
Elbette bu hususta da onların nümûne-i imtisal aldıkları şahsiyet Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Tâif’ten dönerken, Addâs adlı bir kölenin hidâyetine vesile olunca, o şehirde o gün yaşadığı nice ağır eziyetleri ve çirkin muâmeleleri unutuvermişti. O hidâyet, âdetâ çektiği çile ve cefâları telâfî edivermişti.
Kızı Zeyneb Vâlidemiz’i bineğinden düşürerek yaralayan ve vefâtına sebebiyet veren Hebbâr bin Esved’i, getirdiği kelime-i şahâdetin hatrına affetmişti.
Hasta yatağındaki bir yahudi çocuğunun şahâdet getirerek, cehennemden âzâd olmasına çok sevinmiş ve ashâbına bunu dile getirmişti.
Bu vicdânî mes’ûliyetin mühim bir neticesi de, elbette ümmet içinde istikbâlin inşâsıdır:
NESİL ENDİŞESİ
Hak dostlarının en çok ihtimam gösterdikleri hususlardan biri de, neslin İslâm şahsiyet ve karakteri içinde yetişmesine yönelik gayretlerdir.
Peygamberlerin maddî bir mîrasları yoktur. Onların gerçek mîrâsı yetiştirdikleri ümmettir.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Mekke’de Dâru’l-Erkam’ı, Medine’de mescidin suffasını, eğitim müessesesi olarak istihdâm etti.
Peygamberimiz, muhâcirleri de ensârı da severdi. Lâkin en çok ihtimâmı, ashâb-ı suffaya gösterirdi. Çünkü onlar İslâm’ın istikbâlini temsil ediyorlardı.
«Evliyâullâh»ın bütün gayretleri de, arkalarında İslâm’a hâdim olacak güzîde bir insan mîrâsı bırakabilmektir. Dergâhların, hankâhların ve tekkelerin birinci vazifesi bu olmuştur. Bu gayretler neticesinde;
- Tapduk Emreler, Yûnus Emreleri,
- Üftâdeler, Aziz Mahmud Hüdâyîleri,
- Şeyh Edebâliler, Osman Gazileri,
- Akşemseddinler, Fatihleri yetiştirdi.
Ahmed Yesevî Hazretleri; Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına, Anadolu’ya ve Balkanlara kadar talebelerini irşâda gönderdi. Ufuklar o dervişler vesilesiyle hidâyete nâil oldu.
Bugün ise; âhirzaman fitnelerinden, kendi evlâtlarımızı muhafaza etmekte bile zorlanıyoruz.
Bugün anne-babaların en çok dikkat etmeleri gereken husus, evlâtlarını Kur’ân ve Sünnet ikliminde yetiştirmeleridir.
İslâm kültürü, basit bir kültür değildir. Yani evlâtları yazın üç-beş hafta camiye göndermekle, hafta sonları kısa bir yaygın eğitim faaliyetine yollamakla ikmâl edilecek bir tahsil değildir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu tahsili 23 senede tamamlamıştır.
Dünyevî tahsiller için nice yıllar, nice masraflar sarf edilirken; uhrevî tahsilin, hiçbir husûsî ihtimam olmadan kendi kendine hallolmasını beklemek, -Allah korusun- İslâmî eğitim muhtevâsını hafife almak olur.
Evlâtlarımızı İslâm kültürü ile yetiştirmek yolundaki gayret ve fedâkârlıklarımız ise, bizim Allâh’a ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan muhabbetimizin seviyesini göstermektedir.
Bu sebeple;
Hak dostlarının fârikalarından biri de;
KUR’ÂN İLE ÜLFET
Hak dostları, Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet verirler. Gönül aynalarını devamlı Kur’ân ile mücellâ hâle getirirler.
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de her vesile ile Kur’ân okurdu. O’nun kıraati; açık bir şekilde harf harf, tertîl üzere, tefekkür ve tedebbürle yapılan bir tilâvetti. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 23)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
- İnsanlara İslâm’ı tebliğ buyururken, hutbe verirken ve ashâbına sohbet ederken dâimâ Kur’ân okurdu.
- Bir meseleyi îzâh ederken mutlaka o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu.
- Gece ibâdetlerinde uzun uzun Kur’ân okurdu.
- Sefer esnasında Kur’ân-ı Kerim okuyarak yoluna devam ederdi. Nitekim hicret ederlerken onları arkalarından takip eden Sürâka, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Kur’ân tilâvetini işitecek kadar yanlarına yaklaştığını ifade etmiştir.2
- Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bilhassa Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’e daha fazla ehemmiyet verirdi.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyurur:
“(Şu kimseler) (تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ) asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler:
- Allâh’ın kitâbını okuyanlar,
- Namazı hakkıyla edâ edenler ve
- Kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler.” (Fâtır, 29)
Zamanımızda maalesef proje olmayan İmam hatip liselerinin dahî, akademik eğitime teksif olması sebebiyle; evlâtlarımızın Kur’ân eğitimi için, husûsî bir ihtimam göstermek lâzımdır. Evlâtlarımızı en az bir yıl Kur’ân Kursuna yahut güzel bir kıraat eğitimi veren Hâfızlık Proje İmam hatiplerine göndermeliyiz. Unutmamalıyız ki; en mühim ibâdetimiz olan namaz için, düzgün bir kıraat şarttır.
Elbette Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla okumak, onun muhtevâsıyla amel etmeyi de içine alır.
Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh-;
“–Kur’ân kendisiyle amel edilmek üzere inzâl buyuruldu. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!” demişti. Bunun üzerine ona;
“–Kur’ân ile amel nasıl olur?” diye soruldu.
Hazret şu cevabı verdi:
“–Kur’ân ile amel;
- Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek,
- Emirlerine tâbî olmak,
- Nehiylerinden kaçınmak ve
- Hayranlık verici ifadeleri üzerinde durup (Allâh’ı tesbih etmek, o hususları iyice araştırmak ve tefekküre dalmakla) olur.” (Hâtîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-İlmi’l-Amele, s. 76)
Zamanımız, âhiretin unutturulmaya çalışıldığı bir âhirzaman câhiliyyesi…
Maalesef, müttakî anne-babaların evlâtlarında dahî; inançlar bozuluyor, şuurlarda kaymalar görülüyor. Hak dostları, her zaman asrın ihtiyacına göre gayretler sarf etmişlerdir:
EHL-İ SÜNNETİ MUHAFAZA
Hak dostları; insanların akāidlerini tashih ederek, şüphelerini giderirler. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolunu tatbik ederler:
İmâm-ı Gazâlî; sapık bir fırka olan Bâtınîliğin İslâm dünyasını hercümerç hâline getirdiği bir devirde, kalemiyle ve irşâdıyla ehl-i sünneti muhafazaya gayret etti. Kur’ân ve Sünnet istikametindeki tasavvufu ihyâ etti.
İmâm-ı Rabbânî; dinleri birleştirerek, iktidarını korumaya çalışan Ekber Şah’a karşı, sabır ve azimle halkı irşâd etti. Hapse atılsa da yolundan dönmedi. Feyizli gayretlerin neticesinde, Ekber Şah’ın torunu dahî ehl-i sünnetin muhafızı bir âlim oldu.
Ebû Hanîfe; halîfenin teklif ettiği hattâ zorladığı Bağdat kadılığını reddetti. Yeni kurulan ve pâyitaht olan Bağdat şehrinin kadılığı; o vakit, bir nevi şeyhülislâmlık seviyesindeydi. Ebû Hanîfe Hazretleri; bu vazifeyi kabul ettiği takdirde, Halîfe Mansur’un, keyfî uygulamalarını İmâm-ı Âzam tasdik ediyormuş gibi göstermeye çalışacağını, ilminin ve fetvâlarının istismâr edileceğini biliyordu. Zindana atılmayı, bu yüksek makama gelmeye tercih etti.
Mevlânâ Hazretleri; Moğolların katliâmlarda bulunduğu, İslâm ordularının dağıldığı, müslümanların yeis içinde perişan olduğu bir devirde, halkı şefkat ve müsamaha ile kuşattı. Mesnevî’siyle îman, rûhâniyet ve ümit aşıladı. O mâneviyatlı gayretler neticesinde bir Osmanlı devleti ve toplumu nasîb oldu.
Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri; medreselerin ve dergâhların kapatıldığı, «Allah!» demenin yasak olduğu bir devirde, bazen at arabaları üstünde, köy köy, nâhiye nâhiye dolaşarak, mânen buz tutmuş bir iklimi mâneviyat ile ısıttı, gönülleri yeşertti.
Bugün de gençliğin îmânına deizm, ateizm, sekülerlik, şahsiyeti yıkan modalar ve aldatıcı reklâmlarla büyük bir hücum var. Geçmişteki kılıçlarla taarruzların yerini, bugün internet ağları ve televizyon yayınları aldı.
Bunlara karşı yine îmânı koruyan bir gayret lâzımdır.
Bütün bu gayretlerde, Hak dostlarının en çok üzerinde durdukları husus, kimlerle arkadaşlık ve yoldaşlık edildiği olmuştur:
BERABERİNDEKİ KİŞİYE DİKKAT
Hak dostları sâdıklarla beraber olmaya çalışır ve bunu tavsiye ederler. Fâsıklarla beraberliğin kalbe zarar verdiğini hatırlatırlar.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Müzdelife ile Mina arasındaki Vâdi-i Muhassir mevkiinden hızlı olarak geçmişlerdi. Bu tavır karşısında ashab merakla;
“–Yâ Rasûlâllah! Ne hâl oldu ki burada süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Cenâb-ı Hak, bu mekânda zâlim Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurdu.
Benzerini Tebük’ten dönerken, Semûd harâbelerinde de sergilemişti.
Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruhû-, yârânına şöyle nasihat ederdi:
“–Ağyâr ve bîgânelerle sohbet etmek; kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir…”
Yine bir gün Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine;
“–Senden yabancılık kokusu geliyor. Galiba sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin.” dedi.
O kimse hayretle;
“–Evet öyle.” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.
Bu menkıbelerin bize vereceği asıl ders şudur:
Fâsıktan yayılan menfî tesir; kendisi orada yokken dahî, kullandığı eşyada ve bulunduğu mekânda böylesine hissedilir bir şekilde kalıyorsa, bizzat kendisinden gelecek zararı bir hesap etmek gerekir!.. Bir fâsığın eşyasından bu derecede uzak durmak gerekiyorsa, kendisiyle dostluk ve muhabbetten ne kadar kaçınmak îcâb eder, bir düşünmelidir.
Bütün bu menkıbeler ve hâtıralar gösteriyor ki;
Hak dostları; dâimâ, sâir insanlar gibi görünseler de ulvî bir hassâsiyet içinde, müstesnâ bir iklimde yaşarlar.
SIRLAR İÇİNDE
Hak dostlarında;
“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım…” (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, I, 48) ilhâmı ile ilâhî sır ve hikmet tecellîleri yoğunlaşmıştır.
İnsandaki rûhânî istîdatlar inkişaf ettirilebildiğinde, kulun önünde ufuklar açılır. Bu sırlı âlemdeki ilim ve irfan, kesbî olmaktan ziyade vehbî ve ledünnîdir. Ancak Allah Teâlâ’nın seçtiği kullarına nasîb olur.
Hak dostlarının zirvesi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“…Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız; (yemezdiniz, içmezdiniz) sahrâlara düşerdiniz…” (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girdim. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile tevhîd-i ilâhî hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. Ebûbekir’e;
“–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Evet, bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile baş başa iken böyle sohbet ederiz.” buyurdu.3
Hak dostlarının bu sırlar âlemindeki yalnızlığını, bu sırlara nâ-ehil kişilere açamazken, ehil olan muhataplar da bulamamaktaki ızdıraplarını Ferîdüddin Attâr Hazretleri ne güzel ifade eder:
“Ben bir kuş idim ki, âlem-i râzdan (sır âleminden) uçtum. Tâ ki aşağıdan yukarı bir av alıp götüreyim (sırrımdan anlayan bir dost bulayım). Lâkin mahrem-i râz (sırra mahrem olacak) kimseyi bulamadım. Geldiğim kapıdan çıktım ve gittim.”
Hazret-i Mevlânâ da anlattığı bir kıssanın muhtevâsında şöyle der:
“–Adam arıyorum! Bulamasam da onu aramak bana bir lezzet oldu. Hasret ve iştiyâk ile o dostu aramaya devam ediyorum!”
Mütefekkir hocamız Nureddin TOPÇU’nun şu satırları da, bu sırlar denizi hakkındadır:
“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz.
Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”
O Mevlânâ ki mânevî yolculuğunda katettiği kalbî üç safhayı şöyle anlatır:
- Selçuklu medresesinin dersiâmı olduğu, bütün ilimlerin zihninde bir arşiv mâhiyetinde mevcut bulunduğu safhayı; «Hamdım!..» diye tarif eder.
- Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra, zihnindeki bilgilerin kalp âlemine in‘ikâs ettiği devreyi; «Piştim!..» diye anlatır.
- Bu in‘ikâsın neticesinde, gönül penceresinde açılan sır ve hikmetlerle hemhâl olduğu merhaleyi; «Yandım!..» ifadesiyle dile getirir.
Cenâb-ı Hak, Hak dostlarının birbirinden güzel haslet ve meziyetlerinden bizlere de behreler ve nasipler lutfeylesin.
Mahşer yerinde başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Hak dostlarının şefaatlerinden istifâde etmeyi, nasip ve müyesser kılsın.
Âmîn!..
(Devamı gelecek sayıda.)
Dipnotlar:
1 Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506.
2 Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Ahmed, IV, 176; İbn-i Hişâm, II, 103; Hâkim, III, 7.
3 Bilgi için bkz. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâzu’n-Nadra, II, 52.