İnsanlığı Kuşatan Rahmet

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2011 Ay: Haziran Sayı: 57

Efendim; Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin, İslâm’ın nûrunu gönüllere ulaştırmak için gösterdiği gayret ve hassâsiyet nasıldı? Oʼnun ümmeti olarak bugün İslâm’ı tebliğ ve temsil husûsunda sahip olmamız gereken mes’ûliyet duygusundan biraz bahseder misiniz?

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, İslâm’ı tebliğ vazifesini yüklendiği andan son nefesine kadar, bu mukaddes ve ulvî dîni gönüllere nakşetmek için, büyük bir azim, iştiyak ve candan fedâkârlıkla dolu bir ömür sürmüştür.

Nitekim O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yüklendiği bu ağır vazife ve mes’ûliyetten dolayı, gördüğü bin bir türlü eziyet ve sıkıntıya bir nebze olsun aldırmadan, fert fert, kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etmiş, taşlanmayı göze alarak Tâif’e gitmiştir. En ağır hakaretlere göğüs gerip, yarı vahşî câhiliye kavimlerine İslâm’ı anlatmıştır.

Müdrik el-Ezdî’nin naklettiği şu hâdise, Gönüller Sultânı Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’tan aldığı tebliğ vazifesini ne ulvî bir mes’ûliyet şuuru içerisinde îfâ ettiğini, çok mânidâr bir sûrette gözler önüne sermektedir:

“Babamla birlikte (câhiliye) haccı yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştım. Babama:

«–Bu cemaat ne için toplanmış?» diye sordum. Babam:

«–Kavminin dînini reddeden, putları inkâr eden şu kişi için.» dedi. İşaret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm:

«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllah deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu.

İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:

«–Yavrucuğum, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!» buyurdu.

Onun kim olduğunu sorduk; «Kızı Zeyneb!» dediler.” (Heysemî, VI, 21)

Câhiliye karanlıklarında nefislerinin esiri olma sefâletine dalmış bulunanların, kendilerini ebedî saâdete dâvet eden Peygamber Efendimiz’i gördüklerinde gösterdikleri alaycı tavırlar, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Senʼi gördükleri zaman: «Bu mu Allâh’ın peygamber olarak gönderdiği!» diyerek hep Senʼi alaya alıyorlar.” (el-Furkân, 41)

Lâkin O merhamet ummânı Efendimiz, gönüllerin hidâyet nûruyla aydınlanması için, bütün bu incitici ve rencide edici davranışlar karşısında bile büyük bir sabır ve metânetle teblîğine devam etmiştir. Hattâ insanlığın ebedî kurtuluşu uğruna öyle fedâkârâne bir gayret içerisinde olmuştur ki, kendisine bu kadar cefâ etmemesi için şu ilâhî îkazlar nâzil olmuştur:

“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)

(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3)

Yine şu hâdise de, Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı tebliğde gösterdiği gayret ve hassâsiyeti daha iyi idrâk edebilmemiz açısından dikkat çeken bir misaldir:

Kinde Kabilesiʼnin temsilcileri, hicrî 10. senede, altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıkmışlardı. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Allah beni hak dinle peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitap indirdi ki, ona bâtıl ne önünden ne de arkasından yaklaşamaz!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?” dediler.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz Sâffât Sûresiʼnin başından okumaya başladı:

“Saf saf dizilmiş duranlara, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.” (es-Sâffât, 1-5)

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:

“–Biz Sen’in ağladığını görüyoruz? Yoksa Senʼi gönderen Zât’tan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Beni korkutan ve ağlatan, Allâh’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem, helâk olurum!” buyurduktan sonra:

“Hakîkaten, Biz dilersek Sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda Sen de Bizʼe karşı hiçbir yardımcı ve koruyucu bulamazsın.” (el-İsrâ, 86) âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, III, 260)

Velhâsıl Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yüklendiği tebliğ mes’ûliyetinin idrâki içinde,  fiiliyle, kavliyle ve güzel ahlâkıyla bütün insanlığı kuşatan bir “Rahmet” olmuş, bu hususta hiç yorgunluk ve bezginlik göstermemiştir. Risâlet hayatı boyunca ulaşabildiği her insana tebliğde bulunmuş ve cihânın geri kalan kısmına İslâm dâvetini ulaştıracak, İslâm sancağını emin bir şekilde taşıyacak güzîde bir nesil yetiştirmiştir.

O sahâbe nesli ki, sözde sahâbî değil, amelde sahâbî idiler. Bu sebeple muhabbetlerini dâimâ amelleriyle ortaya koymuşlardır. Onlar için hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlar olmuştur. Nitekim müşrikler tarafından îdâm edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanınan sahâbî, o nasipsiz bedbahtlara teşekkür etmiş ve:

“−Demek ki size tebliğde bulunmak için üç dakikalık vaktim var.” diyerek nasıl bir tebliğ aşkı ve heyecânı taşıdığını göstermiştir.

Bugün, O Azîz Peygamberʼin ümmeti olarak bizlere düşen de, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in göstermiş olduğu bu gayret ve hassasiyetten istîdâdımız ölçüsünde nasip almaya çalışmaktır. Zira iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, tebliğde bulunmak, Allâh’ın adını yüceltme gayreti içinde olmak; bir mü’minin en mühim ictimâî vazifelerindendir. Bu vazife, nefsânî arzuların had safhalarda ve pervâsızca yaşandığı günümüzde çok daha büyük önem arz etmektedir. Zira bugün, televizyon, internet ve moda vâsıtasıyla ihtiraslar ve nefsânî arzular kamçılanmakta, insanımızın mânevî keyfiyeti, her gün daha kötü bir duruma düşmektedir. Bu sebeple, iletişim imkânlarının had safhaya ulaşarak âdeta Dünyaʼyı küçülttüğü günümüzde müʼminler olarak, en zor şartlar altında tebliğ vazîfesini îfâ eden Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve ashâb-ı kirâmı örnek almalı, imkân ve fırsatların ayağımıza gelmesini beklememeli ve dâimâ İslâm ile dirilecek gönüllerin arayışı içinde olmalıyız. Îman nîmetinin şükrünü, onu mahrumlara da ulaştırma gayretiyle ödemeye çalışmalıyız. Ulaşma imkânımız olup da ulaşmadığımız için İslâmʼın güzelliklerinden bî-haber kalanların mesʼûliyetini vicdanlarımızda hissetmeliyiz.

Zira Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de biz ümmet-i Muhammed’in husûsiyetlerinden birini şöyle beyan buyurmaktadır:

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

Cenâb-ı Hak, bizleri elinden, dilinden ve gönlünden insanların istifâde ettiği sâlih kullarından eylesin!

Âmîn…