İnsan Ol! İnsan!

1995 – Ocak, Sayı: 107, Sayfa: 034

Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe, kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı.

Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Ve baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ (derileri terbiye eden) adamı tanımışta. Kalabalığa seslendi:

“- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim…” diyerek uzaklaştı. Bir vîraneye girdi. Avucuna bir parça gübre aldı. Attarlar sokağına gelerek, gizlice, gübreyi bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti.

Bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı.

MESNEVİ:

– Mayıs böceği daima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilacı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur.

Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavî etmek isterler.

Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.

Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!…” (Beyit: 278-281)

Sabah meltemi; gül, karanfil ve nadîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını estiği yerlere alır götürür.

Gönül erleri, salihler ve arifler de kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrarın nuru cemaate akseder. İn’ikas ve insibağ (boyanma) neticesinde kabiliyyet ve istidada göre gönüller feyz ve hakikatin nuru ile dolar.

Eshab-ı Kehf’in Kıtmîr’i bir köpek olduğu halde, sadıklarla beraberliğinin ve onlara mağara kapısında sadakatle bekçilik etmesinin bereketi ile cennete girecektir.

Mevlana -kuddise sirruh- bu vakıayı şöyle anlatır:

“Eshab-ı Kehf’in köpeği ki, o cezbe (feyz-i ilahî) sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Ve padişahların sofrasının başına oturdu.”

“O köpek Eshab-ı Kehf’in sohbetini ihtiyar eylemiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilahiyye suyunu arifler gibi içti.”

Teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.

Kulluk lezzetinden mahrum fasıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hal olurlar. Kasvetlerinin yarenliği ile lezzetlenirler.

Mevlana -kuddise sirruh- bir beyitinde:

“- Mezarlığa git de orada bir müddet sessizce otur!. Orada susmuş söyleyenleri dinle!” buyurur.

Nasıl bir fareyi gül bahçesinde barındırmak mümkün değilse, zıddı olan bir bal arasını da alıştığı alemin dışında yaşatmak mümkün değildir. Zîra onun gıdası, teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki alemdir. Onu da bunun dışındaki bir mekanda yaşatmak mümkün değildir. Her varlık, hayatını ancak kendi tab’ına uygun bir mekanda idame ettirebilir.

İnsan da bu kaidenin dışında değildir!

Yüksek ruhlar hakikat-ı Muhammedîyye’den in’ikas eden füyuzatla gıdalandıkları gibi, habîs ve fasık ruhlar da habasetle tatmin olur.

Hz. Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Rasulullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in sîmasına bakar; “Amnan ne kadar güzel!” diye hayret ederdi. Ebû Cehil de o mübarek yüzden tam tersi bir intiba alır ve ondan nefret ederdi. Bu farklılığın sebebi; her ikisinin de ayine-i Muhemmedî’de kendi hakikatlerini görmeleriydi.

Vereset’ül Enbiya (Evliyaullah) hazeratı:

“Biz cilalı ayna gibiyiz, herkes bizde suretini görür!” buyurmuşlardır.

Hiç bir ayna hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, güzeli de çirkin olarak göstermez! Kendisine akseden şey her ne ise görüntüsü de ondan ibarettir. Evliyaullah da, tecellî-i ilahi karşısında olsun, eşya muvacehesinde olsun, birer ayna gibidir. Onlara bakan kendisini görür.

Şeyh Niyazîi Mısrî -kuddise sirruh-:

“Halk içre ayineyim. Herkes bakar bir an görür.

Her ne görür, kendini görür; ger yahşî (güzel), ger yaman (çirkin) görür.” beytinde gönüllerinin bir ayna olduğunu ne güzel belirtir.

Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:

“- Bir kimse incinecek, yahud bir şahıs utanacak diye ayna ve terazî doğruyu söylemekten çekinirler mi?

Ayna da terazî de yüksek birer mihenk taşıdır. “Hatırım için doğruyu gizle, fazla göster eksik gösterme diye yalvarsan, onlar sana cevap verirler ki: “Herkesi güldürme. Ayna ve terazî karşısında hîlekârlık olur mu?

Hasta ve yaralı kimse nasıl kendini tedavî edemeyip bir doktor veya operatör arar ise ahlak hastası ve manen yaralı kimseler de tasfiye-i ahlak hekiminin yani bir mürşidi kamilin tedavisi altına girmek mecburiyetindedir.

Olgunluğa eriştiğini zanneden bazı kişiler sureta mahviyyet göstermeğe çalışırlar. Aczlerinden ve noksanlarından bahsederler. Lakin bu halleri ciddi değildir. Gösteriş içindir. Biraz deşilip üzerine gidildiğinde ucub ve gurur ile dolu bir kalb bataklığı ortaya çıkar.

Mevlana -kuddise sirruh-:

“Bu benlik ve gurur bataklığının temizlenmesi için bir mürşidi kamilin himmet ve feyzi zarurîdir.” buyurur.

Bazı kimseler vardır ki, onlar, sırf kitap okumakla nefslerini ıslah edeceklerini, ucub, gurur ve kibirden sıyrılacaklarını zannederler.

Böyle bir hareket bir kanser hastasının tıp kitabı okuyup kendisini tedavî etmesine benzer. Doktorlar bile hastalanınca başka bir doktorun tedavîsi altına girerler. Çünkü bir insan kendi hastalığını bizzat teşhis edemez Bu bir enfusî hadisesidir. Hiç bir hakim de kendisine aid meselede bir hüküm veremez. Diğer bir hakimin huzuruna çıkması elzemdir.

Kibir gurur ve övünme duyguları insanın içine çuvaldız gibi saplıdır. Kişinin kibirlenmesi kendisinden gördüğü üstünlüklerden ileri gelir. Ancak bir kimse hak bir yola intisab ettiği takdirde bütün bu fazilet ve üstünlüklerin, kesinlikle ve gerçek olarak ALLAH -celle celâlühû- da bulunduğunu anlar Kendisindeki her şeyin, ALLAH -celle celâlühû- tarafından ona emanet olarak verildiğini görür.

Zeyd b. Harise -radıyallâhu anh- Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ in sohbetlerinde, vecd ile dolar ve istiğrak halinde yaşardı.

Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

İmanın hakîkati nedir?” diye sorduğu vakit, Harise -radıyallâhu anh-:

Dünyadan el etek çekince gündüzlerim susuz gecelerim uykusuz hale geldi. Rabbımın arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerlerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim! demişti.

Yine Harise -radıyallâhu anh-:

Dünya lezzetlerinden el etek çekince ALLAH -celle celâlühû- kalbimi nurlandırdı da daha evvel bana gaib olan hususlar gözle görülür gibi bir vazıyete geldi diye durumunu haber vermiştir.

Mevlana -kuddise sirruh- Harise’nin bu istiğrak halini, beyitlerinde şu şekilde anlatır.

Harise -radıyallâhu anh-:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘a gördüklerimi anlatayım mı?” diyerek izin ister ve anlatmaya başlar “Ahirette şakilerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak tabi ve koşun sesini de duyurayım.

Coşkun ve taşkın bir halde bulunan kevser havzini göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!

Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim!.Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!.

“Cennetlikler seviçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musafaha ediyorlar .”

Cehennemliklerin de ah-vah âvâzeleri ile inleyip feryad etmeleri adeta kulağımı sağır edecek!.”

“Bunlar derinden söylediğim bir takım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ in azarlamasından korkuyorum!.” dedi.

Sekr-i maneviyyeye mustağrak olarak böyle söylüyordu.

Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

“Kendini topla! Sus!” diye onun yakasını çekti.

Bazen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de öyle manevî zevk ve feyz ile dolardı ki bu hale devamlı olarak tahammülü mümkün olmazdı. Hassaten vahyin nüzulü esnasında fevkalade ızdırab çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Bazen de bu istiğrak had safhaya vardığında:

Ya Aişe, rûhaniyet beni istila etti Gel biraz bana söz söyle!.” diyerek beşerî iklime rucu ederdi.

Aksine dünya galip gelince de:

“Ya Bilal” Bir ezan oku!” buyurarak beşer hayatı için zarurî olan dengeyi kurardı.

Aksi halde, insana emsal olan o mübarek varlığın, arkasındaki kafile ile beraberliği sağlanamazdı.

Sohbet-i Nebeviyye iklimindeki feyze en çok mustağrak olan Hz. Ebûbekr -radıyallâhu anh- idi. Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile bazen öyle hususî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttali olamazdı. Bakınız Hz. Ömer -radıyallâhu anh- bu manzarayı nasıl anlatıyor:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in huzuruna girdim. Hz. Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile ilm-i tevhid hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiç bir şey anlamadım.

“Bu hal neyin nesidir? Siz Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz? diye sordum Hz. Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“Evet bazen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile baş başa iken böyle sohbet ederiz ” buyurdu.

Bir Hadîs i Şerifte Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Biz peygamberler cemaatı insanların seviyesine inmeye ve onların akıllarının alacağı tarzda söylemeye me’muruz.” buyurmuştur.

Diğer bir Hadîs- Şerif’de:

İnsanlara kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin!” emri verilmiştir.

Dünyanın darü’l-gurur yani aldatıcı bir alem olduğuna dair bir Hadis-i Şerif olduğu gibi onun sahhare (çok sihirleyici) ve gaddare (çok acımasız) olduğunu beyan eden Hadîs-i Şerifler de vardır. Dünyanın geçici bir alem, bir gölge olduğunu, en bariz hakikatin ölüm olduğunu hepimiz bilidiğimiz, hatta en yakınlarımızın olup gittiğini bir çok kereler gördüğümüz halde yine o vefasız bekasız dünyaya aldanmaktan ekseriya kendimizi kurtaramayız.

Bu hal, Hadîs-i Şerif de buyurulduğu gibi, dünyanın sahhare (çok sihirleyici) olmasındandır işte bu gafletimiz de onun bu sihrinin eseridir.

Mevlana -kuddise sirruh- dünyanın sihrini ve sihirbazlığını aşağıdaki beyitlerde şöyle ifade eder

“O sihirbaz, ay ışığında alelacele beş yüz arşın kumaş ölçer”

“O senin gümüş akçe gibi olan ömrünü alınca ömür gümüşü gitmiş hayalî kumaş ortadan kaybolmuş sermayen ise, boşalmış olur.

Ey dünya sihrine sürüklenen kimse, sana (Kul Eüzü)’yü okumak;

Ya Rabbî’ Lütfet, beni bu üfürüklerden ve nefsanî dünya lezzetlerinden koru'” diye dua gerektir.