İnsan Fıtratındaki Hususiyetler -1- KUVVE-İ AKLİYYE

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Kasım Sayı: 45

İmam Gazâlî Hazretleri, insan fıtratında üç temel sâik tespit eder:

1. Kuvve-i akliyye,

2. Kuvve-i gadabiyye,

3. Kuvve-i şeheviyye.

HAYATA TESİR EDEN ÜÇ HUSUS

İnsan hayatına tesir eden birçok husus vardır. Bunlar, müsbet veya menfî/olumlu veya olumsuz bütün davranışlarda kendisini gösterir. Temel itibarıyla o hususlar üç noktada toplanır. Yani bütün amellerde, onların durumunu belirleyici üç hâl vardır:

a. İfrat: Ölçüyü aşmak, aşırılık.

b. Tefrit: Aşırılığın zıddı. Atâlet ve gevşeklik.

c. Îtidal: Aşırılık ve gevşekliğin ortası, denge.

Ömrümüz boyunca bize düşen, ifrat ve tefritten kaçınmak. Daima îtidal ve ideale ulaşabilmek. Çünkü;

İfrat da sakat, tefrit de sakat.

MESELÂ;

Bize emanet olarak verilen malı kullanırken israf ve savurganlık etmek, ifrattır ve Cenâb-ı Hak, böyleleri için; «Şeytanın arkadaşlarıdır.» buyurmaktadır. Çünkü israf da savurganlık da, netice itibarıyla ilâhî emanete ihanettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (İsrâ, 26-27)

Bunun tefriti ise, cimriliktir. Yani Allâh’ın malını, O’nun muhtaç kullarından esirgemek, bir bakıma kendi nefsi hesabına hapsetmektir. O geçici emanetin sırf kendine ait olduğunu zannederek pinti kesilmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yazıklar olsun diliyle çekiştirip alay eden kimseye ki mal toplayarak onu tekrar tekrar saymakta ve malının kendisini ölümsüz kılacağını sanmaktadır!” (Hümeze, 1-3)

Bu öyle bir hastalıktır ki, Mescid-i Nebevî’nin en müdavim cemaatinden olan Sâlebe’yi ve Tevrat’ın büyük âlimi olan Kārun’u helâk etmiştir.

Malı kullanmanın ideal noktasına yani îtidaline gelince, o da;

«اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ / Mülk, Allâh’ındır.» şuuru ve idrâki içinde hareket etmektir. Yani;

Malı emanet bilip yerli yerinde kullanmak.

Yani Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hudutlar içinde malı kullanabilmek sanatı.

Yani Allâh’ın verdiği malı Allah yolunda sarf ederek bu nimeti nefsânî hesaplardan uzaklaştırmak sûretiyle onu rûhânîleştirmek.

Yani malı, Allâh’a yaklaşmaya vesile edebilmek. Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanabilmek.

Çünkü kullukta ideal gaye; can, evlât, ve sâir nimetleri bu minval üzere tasarruf ederek Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilmekten ibaret.

Bu hususta âyet-i kerîmedeki;

“Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!” (Hucurât, 1)

talimatından hisse alabilmek mühim.

Malı değerlendirmek bakımından «Rasûlullâh’ın önüne geçmemek» demek, nimetleri O’nun gibi kullanabilmeyi öğrenebilmek ve tatbik edebilmek demektir.

Yani mesele; Allah Rasûlü, malı nasıl kullandı? Bunu bilmek ve ideal olarak alabilmek…

İşte;

«İfrat, tefrit ve îtidal»den ibaret üç mühim hususun ehemmiyeti, yansımaları ve hayatımızı şekillendiren neticeleri.

Velhâsıl;

MAKSAT, İDEAL NOKTA

Huzurlu bir şekilde hayatını tanzim etmek isteyen kimsenin, yukarıda bahsettiğimiz üç vasfı da en doğru şekilde idrak etmesi ve özellikle ifrat ile tefritten iç dünyasını koruması îcap eder.

Maksat, her nimeti ideal noktada kullanabilmek. İlâhî rızâya muvafık olan îtidali yakalayabilmek.

Bilhassa;

Fıtratın temel hususiyetlerinde… Çünkü bu hususiyetler, insanın dünya imtihanının ebediyete yönelik kâr ve zararının şekillendiği noktalardır. Bunlara hassasiyetle dikkat çeken İmam Gazâlî Hazretleri, genel hatları içerisinde insan fıtratında üç temel sâik tespit eder:

1. Kuvve-i akliyye,

2. Kuvve-i gadabiyye,

3. Kuvve-i şeheviyye.

Bu üç kuvve, insanın bütün davranışlarında kendini müsbet veya menfî / olumlu veya olumsuz mutlaka gösterir. Dolayısıyla bu üç kuvvenin her birini özellikle de yukarıda bahsettiğimiz üç hâl çerçevesinde bilebilmek, tanıyabilmek ve kavrayabilmek, insanın kendisini tanıması ve hayatını ona göre şekillendirmesi bakımından son derecede mühimdir.

Üç kuvvenin ilki olan kuvve-i akliyye, ehemmiyet itibarıyla diğerlerinden önce gelir. Çünkü akıl ve irade, yerinde ve sağlam olmadan insanoğlu hiçbir değer ifade etmez. İnsan için her şey ancak akılla mümkündür, îman bile. Dolayısıyla en önce kavramamız gerek melekemiz;

1. KUVVE-İ AKLİYYE

Cenab-ı Hakk’ın, varlığın gözbebeği olarak yarattığı insanoğluna vermiş olduğu hususî bir kuvve/vasıf/güç/melekedir. İnsanlık vakar ve hususiyetinin temelini bu oluşturur. Öyle ki bunun ifrat ve tefriti; beşeri, yüce mertebelerden baş aşağı düşürürken îtidali ise insanlık şahsiyeti içerisinde yaşamaya ve yüce makamlara ulaşmaya muvaffak kılar.

Dolayısıyla;

Kuvve-i akliyyede ifrat ve tefriti oluşturan özellikler ile îtidali oluşturan özelliklere vâkıf olmak, her akıl sahibi insan için mühim bir zarûrettir.

A. KUVVE-İ AKLİYYEDE İFRAT:

En öz ifadesiyle akla aşırı bir değer atfetmektir, taşkınlıktır. Onu; gerçek sınırları ve kabiliyetleri, yani hakkı ve haddi içerisinde değerlendirmeyip putlaştırmaktır. Her şeyi akla ve aklın gücüne bağlamaya kalkışmaktır.

Oysa;

Akıl, bir âlettir. İki uçlu bıçak gibidir. Hayra da şerre de kullanılır. Her iki yöne de vasıtadır.

Dolayısıyla nefsâniyete râm olmuş  akla dayanarak hareket etmek; insanı şerrin, isyanın ve mâsivânın kucağına bırakıverir. En olmadık iddiaların peşinde helâk eder. Firavunlar, Nemrutlar ve Ebû Cehiller, bu gerçeğin en bariz ve ibretli misalleridir.

Onlar gibi kendi burnunun doğrultusunda giden her akıl, bir bakıma dalâlet ve isyan çukurlarında geziyor demektir. Bu itibarla Fuzûlî aklın bu ifrat zaafına dikkat çekerek der ki:

Ben aklımdan isterim delâlet

Aklım bana gösterir dalâlet!

“Ben aklımdan bana doğruya rehberlik etmesini isterim. Aklım da tam tersine beni dalâlete/sapmaya ve bâtıla yönlendirir.”

İnsanoğlunun tarihten beri yaşadığı bu hâl;

AKLIN ÇIKMAZI

Akla ait bin bir çıkmaz sokak, kuvve-i akliyyede ifrata düşüldüğünde kaçınılmazdır. En akıllı insanlar bile, bu hususta ifrata düştüklerinde ömür boyu bin bir takıntı içerisinde tıkanmaktadırlar.

Meselâ sırf kendi akıllarına istinat eden ve akıllarından başka gerçek tanımayan filozoflar… Nice ince fikirlerin içerisinde dolaştıkları hâlde hakikat kapısından geçemeyecek bir acziyet içerisinde olan filozoflar…

İfade etmeli ki;

Vahyin dışındaki akıllar, -filozofların aklı da olsa- kendilerini bile irşattan uzakta kalmışlardır. Çünkü onlar netice itibarıyla Allâh’ın verdiği aklı nerede kullanacaklarından âciz kalmışlardır. Akıllıyız derken dünyanın en ahmakça işlerini yapabilmişler ve milyonlarca insanı hakikatten uzaklaştırmışlardır. Meselâ meşhur Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kurallarının temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahiyden uzak olduğu için onun felsefesini, inanıp tatbik ederek saadete kavuşmuş bir kimse göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

İşte onların ve ârif kulların hâline temsil:

GÜVE İLE PERVANE

Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’in temsilî olarak dile getirdiği şu hakikat ne kadar mânidardır:

Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervaneye şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin faziletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”

Güvenin bu feryadına mukabil, pervane; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:

“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yani pervane; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:

“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

Çünkü hayattaki ilâhî tecellîleri kavramak başka türlü mümkün değildir. Nitekim yaratıldığından beri insanoğlunun idrakini zorlayan muammâların başında gelen;

DÖRT İLÂHÎ TECELLÎ:

1. Zâhiri de bâtını da hayır,

2. Zâhiri de bâtını da kahır,

3. Zâhiri hayır, bâtını kahır,

4. Zâhiri kahır, bâtını hayır.

Hiç şüphesiz ki hayat, bu dört ilâhî tecellî etrafında devam edip gitmektedir. Mühim olan, onlardaki sırrı kavrayabilmek. O zaman insanın aklî ve kalbî dengesi yerini bulur. Bilir ki, meselâ bir tüccar iflâs edebilir. Dıştan bakıldığında bu bir kahır hâlidir. Ancak içten bakıldığında yani hâdisenin bâtınında, bu işin büyük bir hayra vesile olması muhtemeldir. Çünkü bu sayede insan; bir yandan acziyetini kavrayacak, bir yandan çevresini tanıyacak, bir yandan tecrübe kazanacak, bir yandan sabır eşiğinde olgunlaşacaktır. Öyle ki, bazen böyle bir durum, kimisi için ahlâkını muhafaza etmeye ve îmanını kurtarmaya vesile olacaktır.

Lâkin bu gerçeği akıl gözü ile görebilmek ne mümkün! İllâ gönül gözü/basîret lâzımdır. Zira;

AKIL ÂCİZ VE NOKSANDIR

Unutmamalı ki aklın, hem derin hakikatleri idrak etmekte hem de makul davranışlar sergilemekte noksanlığı pek çoktur. Çünkü hapishanelerdeki yığınla mahkûmun hiçbiri akılsız değildir. Hepsi de akıllı hattâ kimisi pek zeki kimselerdir. Ancak bu durumları kendilerine bir fayda temin etmemiştir. Dolayısıyla;

Bütün kıymetine rağmen tek başına akıl, her zaman noksan ve kifayetsiz kalmaktadır. Mantık ilmi de felsefe de, aklın bu noksanlık ve kifayetsizliğini gidermeye muktedir olamamıştır.

Biraz dikkatle incelendiğinde görülecektir ki;

Filozofların buldukları şeyler, fikirler, düşünce ve inançlar, hiçbir zaman mükemmel değildir. Hattâ sadece kendi akıllarıyla Allâh’ı bulduklarını sanan filozoflar da gerçekte bulamamışlardır. Çünkü antropomorfik/şekilci, maddeci ve beşerî bir telâkkî içerisinde inanca yönelmişlerdir. Bu inancın içi de şirk doludur. Oysa;

ŞİRK; EN AĞIR SUÇ!

Cenâb-ı Hakk’ın zâtî ve sübûtî sıfatlarını vahiy olmadan sırf akıl yoluyla bulmak ve bilmek, asla mümkün değildir. Aynı şekilde haram ve helâlleri tespit edip de ona göre nezih bir dinî hayat yaşayabilmek hiç mümkün değildir. Böyle bir durumda bugünkü Hıristiyanlıkta olduğu gibi helâl ve haramsız kupkuru bir teslis inancı (üç ilâh inancı) etrafında yoğunlaşan ve gerçekten uzak bir Allah inancı ortaya çıkar ki, bunu en başta Allah reddeder. Zira tevhid inancının, ortaklığa tahammülü yoktur.

Çünkü ortaklık, aczi ifade eder. Çünkü bir güç, yetersiz kaldığında ikinci bir güce ihtiyaç hisseder. Ortaklığa ihtiyacın sebebi budur. Cenâb-ı Hak ise ortaklığın her çeşidinden her bakımdan münezzehtir. Bu sebepledir ki İslâm’da en ağır suç, Cenâb-ı Hakk’a ortaklık izafe etmektir, yani şirktir.

Böyle bir dalâlet, hiçbir masum düşünce ve saf niyet ile telif edilemez. Görüntüsü ne olursa olsun şirk, günahtan da öte bir isyandır ve baştanbaşa küfürden ibarettir.

Cahiliye devrinde Arap müşrikleri, Allâh’ın varlığını kabul ediyorlar ve; «Yağmuru yağdıran, Allah’tır!» diyorlardı. Lâkin taş ve tahtadan yaptıkları putlara şefaatçi diye tapıyorlar ve böylece tevhid inancını tahrip ediyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tevhid dâvâsında merkez noktası, en başta şirk inancıyla mücadele etmek olmuştur. Dolayısıyla O’nun düstûrunda şirke asla;

MÜSAMAHA YOK!

Tâif’te oturan Sakîf kabilesi temsilcileri, Peygamberimiz ile kendi aralarında gerçekleşen anlaşmayla ilgili barış ve yazı işleri tamamlandığı zaman, orada bulunan Lât isimli putun üç sene müddetle yıkılmayıp bırakılmasını Hazret-i Peygamber Efendimiz’den talep ettiler. Fahr-i Kâinat Efendimiz, onların tevhîde aykırı olan bu dileklerini kabul etmeyince Sakîf temsilcileri:

“−İki sene tehir et.” dediler.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine kabul etmedi. Bunun üzerine;

“−Bir sene tehir et.” dediler.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine kabul etmedi. Bu defa;

“−Tâif’e vardıktan bir ay sonraya tehir et!” dediler.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Lât’ın yıkılması hususundaki erteleme tekliflerine hiçbir şekilde yanaşmadı.

Temsilcilerin yıkım işinin geri bırakılmasını böyle ısrarla istemeleri, Sakîf halkından bazı inatçı putperest kimselerden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini Müslüman oluncaya kadar Lât’ın yıkımıyla heyecana ve korkuya düşürmeyi uygun görmüyorlardı. Çaresiz kalınca, putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan muaf tutulmalarını istediler.

Allâh Rasûlü de:

“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi affediyoruz.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)

Zira O, tevhid için gönderilmişti. Bu sebeple şirke hiçbir şekilde müsaade ve müsamahası yoktu. Öyle ki Mekke fethi sırasında Hazret-i Ömer’e, önceden Kâbe’ye gidip oradaki bütün putları ortadan kaldırmasını emretmiş ve bunlardan temizlenmeden Beytullâh’a girmemiştir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 48)

Velhâsıl bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi bir îmandır.

BU SEBEPLE;

İslâm’da Allâh’ı zikrederken «Teâlâ» sıfatını, yani «Müteal» sıfatını ekleriz. Zira Rabbimiz kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir, akılla kavramanın ve beşerî idrakin ötesindedir. Böyle bir Allah telâkkîsini idrak de, vahyin dışında mümkün değildir. Çünkü aklın üretebileceği kısır mantık ile meselâ bir İhlâs Sûresi’nin îzah ettiği sonsuz tevhid hakikati arasında sonsuzluk kadar fark vardır.

Aklın işi ve değeri, o sonsuz hakikati, ilâhî olandan kavrayabilme yolundadır. Aksi hâlde kendi başına hareket eden bir akıl, ifrata sürüklenip rûhâniyeti idlâl eder (saptırır), muvazeneyi bozar. Ya da tefrite düşerek sefilleşir.

B. KUVVE-İ AKLİYYEDE TEFRİT:

Akılda tefrit, hamâkattir/ahmaklıktır. Böyle bir akıl, anlama kıtlığı içerisindedir. Bön bir akıldır. Tefrite düşmüş en zeki insan da en ahmak insan demektir.

Bu hamâkat/ahmaklığın nişanı da dünyayı âhirete tercih etmektir. Yani âhireti bir tarafa bırakmış olan akıl, dünyada ne kadar zekice işler yapsa da hamâkat/ahmaklık içindedir. Onun bu fânî âlemde hangi girdapta boğulacağı belli değildir. İlle bir girdabın içinde perişan olacaktır, en nihayet de ölüm ve mahşer girdabında… Bunun sebebi, aklı kullanırken;

HADDİNİ BİLMEMEK

Hazret-i İsa, bir kimseyle arkadaş olmuştu. Bir gün bir kemik yığınına rastladılar. O şahıs, hemen Hazret-i İsa’dan şu talepte bulundu:

“–Yâ İsa, ne olur bana İsm-i Âzam’ı öğret de ben bu kemikleri dirilteyim.”

Hazret-i İsa îkaz etti:

“–Sen gücünden öteye gitme, haddini bil! Böyle taleplerden vazgeç!

Bu sefer adam:

“–Yâ İsa, o zaman sen oku da bari dirildiğini göreyim.” dedi.

Hazret-i İsa, ufak çocukların oyun oynamalarına benzeyen bu istek ve kendisindeki yüce mûcizeyle bağdaşmayan bu rastgele yersiz ısrardaki hamâkate/ahmaklığa hayret ederek şöyle mırıldandı:

“–Yâ Rabbî, bu nasıl iş ki; kendisi ölü olduğu hâlde kemikleri diriltmeye kalkıyor?!..”

Akılda tefrite düşüp kıt anlayışa/bönlüğe sürüklenenleri uyandırabilmek ve hamâkatten kurtarabilmek için çırpınan Hazret-i Mevlânâ, onları şöyle îkaz eder:

“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!”

Velhâsıl;

HAMÂKAT, EN BÜYÜK BELÂ

Aklı tefrite düşen bir insanın başına hiçbir belâ gelmese de içinde bulunduğu hamâkat, ona yeter de artar. Çünkü ondan hiçbir dengeli vasıf zuhur etmez.

Unutmamalı ki şu üç vasıftaki insan Allah dostu olamaz:

 

 Kibirli

 

 Cimri

 

 Ahmak

O hâlde tek çare, akılda îtidali yakalayabilmek.

C. KUVVE-İ AKLİYYEDE ÎTİDAL:

Aklın her türlü aşırılık ve gevşeklikten âzâde bir şekilde ilâhî bir denge içerisinde olmasıdır. Yani hikmet içerisinde bir kıvam elde edebilmesidir. Kâinata tercüman olabilecek bir incelik ve derinlikle hareket edebilmesidir.

İşte bunun için aklı vahyin içinde kullanmak şart. Nasıl gözün bir görme mesafesi ve kulağın da bir duyma mesafesi varsa, aklın da hiç şüphesiz ki bir idrak mesafesi vardır. Akıl, o mesafenin dışına taştığı veya gerisine düştüğü anda hiçbir işe yaramaz. Tıpkı atmosfer olmayan yerde insanın nefes alamayacağı gibi akıl da kendi alanının dışında aynı durumdadır. Hazret-i Mevlânâ’nın şu tespiti ne kadar mânidardır:

“Akıl insan için zarûrî ve gereklidir; ama insanda, aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar bir idrak olmalıdır.”

Filozofların düştüğü aklın cinnetinden bir mü’min kendini muhafaza etmelidir.

Dolayısıyla aklı, peygamberlerin irşadı ile vahyin içinde kullanmak şarttır. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın da dediği gibi:

“Hayvan, nasıl kabiliyeti ile değer kazanırsa; insan da aklını, kalbinin rûhâniyeti seviyesinde kullanmasıyla değer kazanır.”

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e birisi methedildiğinde, bu gerçeği kastederek:

“Aklı nasıldır?” diye sorardı.

Yine buyururdu ki:

“İnsanlara akıllarının seviyelerine göre hitap ediniz.”

Çünkü akılların seviyeleri yani bulundukları noktaya göre idrak gerçekleşir. Tefrit hâlindeki bir akla bir gerçeği idrak ettirmenin yolu ayrı, ifrat hâlindeki akla ayrı, îtidal hâlindeki akla tamamen ayrıdır.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Okuyan, aklı miktarınca anlar.”

Bu dengeyi kavramak, akılları eğitmek yolunda mühim bir düsturdur. Maksat, ifrat ve tefritten kurtarılmış ideal bir akıl ve idrake ulaşabilmektir. Bunu da Hazret-i Mevlânâ şöyle tarif eder:

“İdeal akıl, sonradan ah çekmek için değil; düşünüp tedbir almak içindir.”

Sonradan ah çekmemeye bağlı olarak Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- da, ideal aklı takvâya göre değerlendirir:

“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zalim (nefsinin esiri) olandır.”

Bir irfan ehli de, bu ölçüde hareket eden akıllı insanların özelliğini şöyle vurgular:

“Akıllı, seçkin ve sâlih mü’minler; mütevâzı olurlar. Tıpkı meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi.”

Yani onlar; merhamet, vicdan, ikram ve ihsan sahibi olurlar. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahim esmâsından nasib almışlardır. Artık Kutadgu Bilig’de de denildiği gibi öylesi;

“Akıllı insanın sözü, akılsız için gözdür.”

Fakat bazen akıl, vahyin içinde de kifayetsiz hâle gelir. Çünkü orada da bir idrak sınırı içerisindedir. O sınırdan ötesini kavraması mümkün değildir. İşte o sınırda vahiy, bize teslimiyeti tavsiye eder. Bu bakımdan ehl-i tasavvuf, aklın bittiği yerde teslimiyetle yolculuğa devam etmişlerdir. Çünkü;

TESLİMİYET ŞART

Filozoflar, sadece akılla gidiyorlar, netice idlâle çıkıyor.

Kelâmcılar, vahyin içinde akılla gidiyorlar, fakat onlar da bir noktada kalıyorlar.

İşte bu sebeple;

Tasavvuf ehli, aklın gücünün bittiği yerde teslimiyetle kulluğun kemaline eriyor. Zira İslâm, teslimiyet ile müsemmâdır. Bu açıdan ehl-i tasavvuf, Allâh’a, Peygamber’e ve Kitabullâh’a teslimiyetle yola devam ettiklerinden dolayı Allah ile cidâle girmiyor. Allah ile cidâle, ilk olarak şeytan girdi ve helâk oldu. O, aklının kifayetsizliğini göremedi. Aklının yetersizliğini fark edemedi, Allah ile cidâle girişti: «Ben, Âdem’den üstünüm.» dedi. Hâlbuki Allah ona: «Sen mi üstünsün, Âdem mi?» diye sormadı. Sadece: «İtaat et!» buyurdu.

Bugün de aynı şekilde Allâh’ın emirlerinden taviz vererek;

“Bu zamanda başka türlü olmaz. Bana göre böyle olması lâzım. Bugün peygamber gelseydi, o da böyle yapardı.” demek, ucu küfre varan akıl çıkmazlarıdır.

Böyle çıkmazlarda gezen akıllar, ifrat ve tefritte boğulurlar. İdeale ve doğruya ulaşamazlar. Çünkü ideal akıl, Kur’ân ve sünnetin teslimiyeti içinde kullanılan bir akıldır. Akıl bu ölçünün dışına çıktığı zaman girdaba düşer. Eğer böyle olmasaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Çünkü;

Peygamberlere ihtiyaç, aklın kifayetsizliğindendir. Aklın nasıl kullanılacağını öğretenler, peygamberlerdir.

Yoksa akıl, bu dünyada bin bir pusuya düşer. İşte;

İLİM, HÂL VE MALIN ÂFETİ

Şeytan, Allâh’ın verdiği ilmi aklına istinat etti ve ona güvendi; neticede huzûr-i ilâhîden de cennetten de tardedildi. Kārun da, Allâh’ın verdiği büyük zenginliği aklına istinat etti; neticede o putperesti olduğu hazineleri ile yere gömüldü. Bel’am da, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği rûhânî hayatına nefsâniyet karıştırdı; o da neticede ahmaklaştı ve dili soluyan bir kelp hâline geldi. Asr-ı saadet gibi bir toplum içinde yaşadığı hâlde Sâlebe de, aklına istinat edince yoldan çıktı ve helâk oldu.

Bu sebeple Hâtim-i Esamm -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi.

İbadet ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zira sahip olduğu bunca kerâmete rağmen, Allah -celle celâlühû-’nun kendisine İsm-i Âzam’ı öğrettiği Bel’am bin Baûrâ’nın başına gelen hazin âkıbet1, ne kadar ibretlidir.

Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?!. Nefis ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!

Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Sâlebe, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan dolayı fecî bir âkıbete uğradı.

Yine;

Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının davetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa dûçâr oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Neticede, helâk edilenlerden oldu.

Yine Hazret-i Nûh’un karısı ve Hazret-i Lût’un karısı2, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanı başındaki hidayet nûrundan nasipsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı. Kuru bir beraberlik hiçbir şey ifade etmedi.

Hülâsa; akıl, ilim, amel, mal, evlât ve dost gibi ne kadar dayanak ve barınak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma.”

Bu güvenlere sebep olan hususları da fark edip ona göre kendimizi tanıyarak nefsimizi ve aklımızı eğitmek mecburiyetindeyiz.

Bizden önce yaşananlara bakıp mutlaka;

İBRET ALMALIYIZ!

Âdem -aleyhisselâm-’ın nefsi, cennette ebedî kalmak istedi. Bu yüzden yasak meyveye yaklaştı. Neticede murâd-ı ilâhî îcabı, dünyaya indirilmekle cezalandırıldı. Ancak tevbe ve istiğfarı neticesinde affedildi.

Fakat Kārun gibi Sâlebe de, ilâhî takdire râzı olmayarak haddini aştı ve ısrarla aşırı bir dünya malına sahip olmak istedi. Hazret-i Peygamber de ona, zaman zaman aklını rûhâniyetle kullanmasını tavsiye etti:

“Sâlebe, benim hâlim sana misal değil mi? Şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu.

Lâkin Sâlebe, bu buyruğu dinlemedi ve kendisine çokça verilen malın putperesti olarak helâk oldu. İçinde bulunduğu toplumun nûrâniyeti ona yansımadı. Zira kuru kuruya beraberlik hiçbir netice vermez.

Hazret-i Nuh, isyankâr oğlunun, -aradaki kan bağına istinaden- helâk olmasını istemeyerek; «O benim ehlimdendir (ailemdendir) demişti. Bunun üzerine o, Cenâb-ı Hakk’ın:

“–Ey Nuh, o senin ehlinden değildir.” îkazına muhatap oldu.

Ayrıca Cenâb-ı Hak, inançsız bir kan ve biyoloji beraberliğinin fayda vermeyeceğine vurgu yaparak:

“–Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim! (Hûd, 45-47) buyurdu.

Bu ince düsturları ihtiva eden îtidali yakalayabilmek hususunda kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hile ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde bizlere şöyle buyurmaktadır:

“İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım.” (A’raf, 16)

(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Hicr, 39)

Şeytanın bu hücumundan kurtuluşun yolu, ifrat ve tefriti terk ederek ideal ölçüler içerisinde yaşamaktır. Bunun da yolu, hiç şüphesiz ki;

HAZRET-İ PEYGAMBER’E TÂBÎ OLMAK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Peygamber’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz Sen’i onlara bekçi göndermedik.” (Nisa, 80)

Bu demektir ki, sünnet-i seniyyeye uymak da, farz! Çünkü hayatın iki dünyaya yönelik güzel amellerle müzeyyen olması buna bağlıdır. Aksi hâlde insanın davranışlarını olgun bir kıvama getirebilmek imkânsız olur.

Cenâb-ı Hak; aklı, vahiy ikliminde teslimiyetle yoğurarak Hazret-i Peygamber’in izinden giden sâlihlerden eylesin! Şeytanın ve nefsin iğvâlarından muhafaza buyursun! Niyet ve duygularımızı kendi rızâsıyla te’lif eylesin. Dünya imtihanını ebedî kazanca dönüştüren ehl-i basîretten eylesin!

Âmîn!..

Dipnotlar:

1 Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (A‘râf, 176)

2 Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah; inkâr edenlere, Nûh’un karısıyla Lût’un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: «Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!» dendi.” (Tahrîm, 10)