İmtihanda Sabır Muvaffakiyette İstiğfar Lazımdır

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

İMTİHANDA SABIR, MUVAFFAKIYETTE İSTİĞFAR LÂZIMDIR

Rasûlullah Efendimiz en zor zamanlarda “esas hayat âhiret hayatıdır” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1) En böyle zafer anlarında da yine bir şımarma vs. gelmesin (diye), -Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak- “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu.

Yâkub -aleyhisselâm- çeşitli iptilâlar içindeydi. “Sabr-ı cemîl” buyurdu Cenâb-ı Hak. (Bkz. Yûsuf, 18; 83) Hiçbir îtirâzı olmadı. Yani Cenâb-ı Hakʼtan bizzat râzı ve hoşnud olan nefis. Ve bu nefiste kötü huylar tamamen yok olmuş, güzel huylar, ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Yani bunlar Hak dostları olmuş oluyor.

Demek ki Hak dostları kimler: Zâhirini ve bâtınını ikmâl etmiş, rûhî merhaleler katetmiş, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin zamana yayılan zirve (temsilci)leri olmuş oluyor.

Hattâ Mevlânâ da buyuruyor ki, bu Hak dostları karşısında şöyle bir ifadesi var Mevlânâ Hazretleri:

“Sen sus da, anlatılmayan, açıklanmayan sırları, onu yaşayan ve onu anlatan âriflerden duy.” diyor. Yani âriflerin meclisine git, orada o sırları işit ve duy, diyor. “Sen diyor, orada ağzını kapa diyor, sus.” diyor. “Sen orada haddini bil.” diyor. “İnsanlığın gerçek güneşi olan kâmil insana yönel.” buyuruyor. “Kitaba yazılmamış, kimseye söylenmemiş sözleri o sana söylesin, ondan öğren. Sen can kulağıyla dinle, o hakikatler sana ruh versin.” buyuruyor. Sonra çok güzel bir ifâde:

“Nûhʼun gemisi varken yüzmeyi bırak.” diyor. “Nûhʼun gemisi varken yüzmeyi bırak.” buyuruyor.

Bu, nefs-i mutmainne, râdıyye, merdıyye… Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği husûsiyet. Öyle ki bunlar, Yaratanʼdan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet, onlarda bir lezzet hâline gelmiştir. Yük değil, lezzet hâline gelmiştir.

Bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakkʼa teslim olmuştur. Artık hâdisâtı hakkaʼl-yakîn mertebesinden seyretmektedir. İşin içindedir. Rûhuna girmiştir. Allâhʼın izniyle bazı sırrî hâdiselere vâkıf olmuştur, gaybî, sırrî hâdiselere.

Hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Cenâb-ı Hak, rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -hadîs-i şerîfte, hadîs-i mütevâtirde buyrulduğu gibi- Cenâb-ı Hak bunların gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi, konuşan dili, tutan eli olmuştur. Buhârî hadîsi… (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

İşte Cenâb-ı Hak böyle kuluyla bir dost olan kullarının durumunu bize tavsif ediyor.

Yine İbrahim Edhem Hazretleri, -mâlum- bu, tâcını-tahtını terk eden İbrahim Edhem Hazretleri, bu ilâhî muhabbeti şöyle ifade ediyor:

“Bizim ilâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu bizden alabilmek için bütün hazinelerini de, krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Zâten Mûsâ -aleyhisselâm- bir tek tecellîde bayıldı kaldı.

Cenâb-ı Hak: لَنْ تَرٰینِى (“…Benʼi (dünyada) katʼiyyen göremezsin…” [el-A‘râf, 143]) buyurdu. O da ısrar etti. En ufak, zerre bir tecellîde bayıldı. Bunlar, yine âyet-i kerîmede:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) sırrını yaşayanlardır, buyruluyor. Yani devamlı ilâhî müşâhedenin altında her an… Her an bir teyakkuz hâlinde… Sanki bir mayın tarlasından geçen bir insan gibi.

Yine:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyuruyor. Dâimâ bir edep hâli içindeler. Çünkü Cenâb-ı Hak şah damarından daha yakın. İçinden geçen duyguları biliyor. Ve gaflete düşmemek için devamlı istiğfar hâlinde: Gaflette istiğfar, muvaffakıyette istiğfar, her zaman istiğfar. Çünkü her şeyi lûtfeden Cenâb-ı Hak.

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

(“Allâhʼın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit.” [en-Nasr, 1-2])

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimizʼe büyük bir (zafer) lûtfediyor; bir Mekke Fethiʼni ihsân ediyor. Orada; “Bölük bölük insanların hidâyete girdiğini görürsün.” buyuruyor. Fakat, lâkin, senden değil!

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ “Rabbini hamd ile tesbih et…” (en-Nasr, 3) buyuruyor.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak.

وَاسْتَغْفِرْهُ buyuruyor. “…Bir de istiğfâr et…” (en-Nasr, 3) buyuruyor. Birtakım orada gafletin oluyor, yanlışın olabilir, vs. olabilir. Bu, Allâhʼın lûtfunun mukâbilini veremezsin.

وَاسْتَغْفِرْهُ

Sonra Cenâb-ı Hak kendisinin de böyle bir kalbe bir “Tevvâb” olduğunu, çok tevbeleri kabul edici olduğunu bildiriyor. (Bkz. en-Nasr, 3)

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, bu itmiʼnânın son noktasına çıktı. Malıyla itmiʼnân oldu, huzur buldu, tamamen Allah yolunda infak etti. Severek infak etti.

Canıyla mutmain hâle geldi. Kendisini ateşe atmakta en ufak bir tereddüt gelmedi.

Oğlunu söz verdiği gibi kurban etmekte bir tereddüt gelmedi. Bütün mücâdelesi, o putperest kavimle, Nemrutʼla oldu. Cenâb-ı Hakʼla bir dost oldu. Cenâb-ı Hakkʼın tecellîlerine mazhar oldu. Hakkaʼl-yakîn hâlinde o tecellîlere mazhar oldu. Fakat ilâhî azamet karşısında yine bu kulluğunu az görerek; وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyuruyor. “Yâ Rabbi!” diyor, “İnsanları dirilteceğin gün beni mahcup etme.” (eş-Şuarâ, 87) “Yâ Rabbi!” diyor.

Velhâsıl kula düşen; acziyet, acziyet, acziyet!..

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

İnsan kendini / haddini bilirse “فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ” Cenâb-ı Hakkʼı bilmiş oluyor.

Yâkub -aleyhisselâm- üstüste gelen musibetler sebebiyle hâlini; “Bana düşen, ancak sabr-ı cemildir.” buyuruyor. (Bkz. Yûsuf, 18; 83) Hiç feryat yok. Gönül âleminde; “Yâ Rabbi! Senʼin tecellindir.” diyor.

Dayanılmaz hastalıklara, iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-… Eyyûb -aleyhisselâm-ʼın hanımı;

“–Sen peygambersin. Duâ et.” dedi. “Bu muzdarip hâlinden, bu ıztıraptan bir selâmete çık.” dedi.

O da dedi ki, Eyyûb -aleyhisselâm-:

“–Hak Teâlâ bana seksen sene bir sıhhat ömrü verdi hanım.” dedi. “Henüz ben o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim.” dedi. Hâlinden hiçbir zaman en ufak bir şikâyet etmedi. Mal gitti, evlât gitti, sıhhat gitti, her şey gitti. Tâ ki hastalığının, Hak yolundaki hizmetlerine kusur ve noksanlık verdiğini görünce:

“…Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (el-Enbiyâ, 83) dedi. Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etti. Rabbimiz, ona yerden çıkan soğuk bir su vesîlesiyle şifâ ihsân eyledi. Eski hâlini tekrar ihsân eyledi.

Habîb-i Neccâr… Yâsînʼin ikinci sayfasında. En çok okuduğumuz Yâsîn. Orada, ikinci sayfada Habîb-i Neccâr, tevhîdi muhâfaza için, tevhîdi müdâfaa için, tevhîdi tevzî için taşlanırken, şehîd edilirken şikâyet etmedi. Kavmine de bedduâ etmedi. Aksine; “…Keşke kavmim Rabbimin bana bu tür ikramlarda bulunduğunu bilselerdi.” (Bkz. Yâsîn, 26) “Onlar da hidâyet nimetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda canlarını seve seve vermeye can atsalardı.” dedi. Yani kavmine acıyarak, büyük bir itmiʼnân-ı kalb ile… Kendisinin şehîd olmasından hiç müteessir değil. Fakat kavmine acıyor. Kendisini taşlayanlara acıyor. Nasıl bir “Rahmân” sıfatının bir tecellîsi… İtmiʼnâna ermiş bir kalp…

Firavun, sihirbazları Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa karşı mukâbil olarak çıkardı ki, kendi tanrılığı devam etsin. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm- onun tanrılığını zedeliyordu. Onun tanrılığını bertaraf edip tevhîdi ikāme ediyordu. Firavun da sihirbazları topladı. Sihirbazları Mûsâ -aleyhisselâm-ʼla müsabakaya dâvet etti. Musâbaka sonunda onlar:

“–Biz, dediler, Mûsâ ve Hârunʼun Rabbine secde ediyoruz.” dediler. Firavun kızdı:

“–Benden izin aldınız mı?” dedi. “Ben size Mısırʼın hazinelerini vaad etmiştim.” dedi. “Size azâbımın en çetinini tattıracağım.” dedi.

Onlar da dediler ki:

“–Biz bu hakikati gördükten sonra artık bu yoldan dönmeyiz.” dediler. “Sen, Firavun! Serbestsin fiilinde.” dediler. “Bu kestireceğin kollar, bacaklar dünyaya âittir.” dediler. “Nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz.” dediler. Firavun da kolları bacakları kestirmeye başladı. (Bkz. Tâhâ, 60-73)

Sihirbazlar da en ufak bir tâviz verip îmanlarının zedelenmesinden korktular, endişe ettiler. Bu itmiʼnânın bozulmasından endişe ettiler:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

“Yâ Rabbi, üzerimize bizim sabır dök.” Dediler. “Sabır yağdır.” dediler. Ne kadar bir acı ki, sabır yağdır, bir tâviz vermeyelim, “Müslüman olarak canımızı al yâ Rabbi!” dediler. (Bkz. el-A‘râf, 126)

Nedir bu: İşte itmiʼnân-ı kalp… İtmiʼnâna ermiş kalp…

Yine Cenâb-ı Hak bu hâlleri ne güzel ifade eder âyet-i kerîmede, A‘râf Sûresiʼnde, 43. âyet:

“Biz o müʼminlerin göğüslerinden diğer insanlara karşı kin, haset, sû-i zan nâmına ne varsa hepsini söküp çıkarırız…”

O itmiʼnâna gelmiş… İşte orada Habîb-i Neccâr, acıdı kendisini taşlayanlara. Aynı şekilde, âyet-i kerîmeyi bir daha okuyayım:

“Biz o müʼminlerin göğüslerinden diğer insanlara karşı kin, haset, sû-i zan nâmına ne varsa hepsini söküp atarız. Altlarından ırmaklar akar. Onlar; «Bizi buraya eriştiren Allâhʼa hamd olsun. Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık.» derler…” (el-A‘râf, 43)

Aynı şekilde, Hallâc-ı Mansurʼda birçok rûhî ihtilâçlar meydana geldi. Tabi bunları, kendine gelen bu rûhî hâlleri ifşâ etti. Nasıl, Ebû Hüreyre diyor:

“Allah Rasûlü bana iki tip ilim verdi. Birini ifşâ ederim. Öbürünü saklarım. Çünkü onu ifşâ etsem, halk onu idrâk edemez, beni katleder.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

Demek ki Hallâc-ı Mansurʼda da öyle bir hâl oldu, tutamadı, ifşâ etti o sırrî ilimleri, sırrî hikmetleri. Onu da halk, öldürmeye karar verdi; şerîati bozuyor diye. Ve taşlamaya başladılar Hallâc-ı Mansûrʼu. Hallâc-ı Mansur da taşlanırken dedi ki:

“Yâ Rabbi, dedi. Bunlar, Senʼin şerîatini korumak için beni taşlıyorlar. Bendeki tecellî eden sırrı bilmiyorlar. Bilseler taşlamazlardı. Yâ Rabbi, benden evvel, beni taşlayanları yâ Rabbi Sen affet.” buyurdu.

İşte Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Onların kalplerinde, kin, sû-i zan, ne varsa kasvet, bunları Biz söküp atarız…” (el-A‘râf, 43) buyuruyor.

İşte bunlar ne olacak: Râdıye, merdıyye, kâmile makamları olmuş oluyor. Bu o kadar mühim ki; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rahmeten liʼl-Âlemîn… Efendimiz buyuruyor ki:

“…İşlerinizde orta yolu (şerîat yolunu) tutun.” diyor. “Dosdoğru olun.” diyor. Bilin ki hiçbiriniz ameli sâyesine kurtulaşa eremez.” diyor. Yani ebedî kurtuluşun sadece amelle kazanılmayacağı hakîkati ashâb-ı kirâmı o kadar hayrete düşürdü ki bunda Peygamber Efendimizʼin bir istisnâ teşkil edip etmediğini merak etti. Rasûlullah Efendimiz:

“Hiçbiriniz kendi ameliyle kendini kurtaramaz.” dedi. Yani hayret etti ashâb-ı kirâm. Acabâ Peygamber Efendimiz bundan istisnâ mı dedi. Peygamber Efendimizʼe:

“–Siz de mi kurtulamazsınız ey Allâhʼın Rasûlü?” diye sordular. Efendimiz:

“–Evet! Ben de kurtulamam. Şu var ki Allah rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa o başka.” (Bkz. Müslim, Münâfikîn 76, 78. Bkz. Buhârî, Rikâk 18, Merdâ 19)

Hâlid-i Bağdâdî de aynı şekilde. O da, “andolsun” dedi bir talebesine yazdığı mektupta:

“Oğlum!” dedi. “Bugüne kadar yaptığım hiçbir amelime güvenmiyorum.” buyurdu. Kabul edilip edilmeme, duâlarımız gibi Cenâb-ı Hakkʼın indinde… “Rabbimin mağfiretine, rahmetine sığınarak gidiyorum. Aman benim hüsn-i hâtimem için duâ edin.” buyurdu, talebesine yazdığı mektupta.

Yine sahâbî ne kadar, nasıl kalbî bir itmiʼnân içinde:

Câbir -radıyallâhu anh-, babası Uhudʼa giderken, şehâdet şerbetini içmek için düğüne gider gibi gidiyordu Uhudʼa. Hattâ oğluna dedi ki:

“‒Oğlum!” dedi. “Câbir!” dedi. “Senin de savaşa gidip…” Abdullah: “‒Oğlum!” dedi. “Senin de savaşa gidip şehîd olmanı çok arzu ederim. Fakat geride himâyeye muhtaç kızlar var.” dedi. “Biraz borçlarım var.” dedi. “Onları öde, onları kapat.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 78)

Yani itmiʼnân her şeyde; malda, mülkte, canda vs. Böyle seve seve Allah uğrunda verebilme…

Cenâb-ı Hak:

“Allah müʼminlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.

Yine ayrı bir şey; nitekim Sa‘d bin Hayseme vardı. Bu da Bedir günü -baba oğul bunlar- Sa‘d ve Hayseme, Bedir günü kimin gazveye gideceği hususunda kura çektiler. Yani babayla oğul, birinden biri gidecekti. Kura, Sa‘dʼa çıktı, oğluna çıktı. Babası da:

“‒Yavrucuğum!” dedi. “Bugün îsarda bulun.” dedi. Yani “Bu Bedirʼe gitme hakkını bana ver.” dedi. “Beni kendine tercih et.” dedi. “Senin yerine gazveye ben gideyim.” dedi. Sa‘d da:

“‒Babacığım!” dedi. “Bunun sonunda Allah rızâsı var.” dedi. “Cennet var.” dedi. “Başka bir şey olsaydı sana seve seve ben yapardım.” dedi. Ve nihâyet Sa‘d Bedirʼe çıktı, orada şehîd oldu.

Babası Hayseme de aynı heyecan… O da Uhudʼa girdi, Uhudʼda şehîd oldu.

İşte; “Ey itmiʼnâna ermiş nefis!” (el-Fecr, 27)