Îmânın Lutfettiği Huzur ve Teselli

2005 – Eylul, Sayı: 235, Sayfa: 032

Cenâb-ı Hak, imtihân için gönderdiği bu cihân dershanesinde her insana birtakım imkânlar ve nîmetler verdiği gibi bazı mahrûmiyetler ve külfetler de yüklemiştir. Bu külfet ve musîbetler ne kadar ağır olursa olsun hakîkî bir mü’min, onları isyân etmeden sabır, tevekkül ve teslîmiyetle bertarâf etmenin gayreti içinde olmalıdır. Hem sıkıntı hem de rahatlık zamanlarında Cenâb-ı Hakk’a karşı “rızâ”, “tevekkül” ve “teslîmiyet” hâlinde bulunarak huzûr ve sükûn içinde bir kulluk ömrü sürmelidir.

İslâm, hayâtı olduğu gibi kabûl etmeyi, meşakkat ve iptilâları sabır ve rızâ ile, nîmetleri de şükür ile karşılamayı emreder. Meselâ doğuştan sakat veya büyük imkânsızlıklar içinde olan bir kimse, sırf akıl nokta-i nazarından nasıl tesellî edilebilir?

Eğer o sâdece nefsânî bir dünyâya râm olmuşsa gerçekten tesellî bulması imkânsızdır. Şayet o, dünyânın fânî, ölümden sonraki hayatın da dâimî olduğuna inanan bir mü’min ise, mahrûmiyetlerin âhiretteki mes’ûliyetini azaltacağını, hattâ sabrettiği takdirde mükâfâta nâil olacağını düşünerek, gönlü keder ve üzüntü yerine huzûrla dolar. Mahrûmiyetlerini sabır, tevekkül ve rızâ sâyesinde kendisi için bir kazanç kapısı hâline getirir. Elbette ki, kalbi bu kıvamdan mahrum olanlar, buhran ve ıztıraplardan kurtulamazlar.

Hakîkatte hiçbir şeye bizâtihi nîmet veya musîbet olarak bakılmamalıdır. Nasıl ki elektrik, alıcının husûsiyetine göre bazen ısıtmaya, bazen de soğutmaya yarıyorsa, alıcı cihaz mevkiindeki insan idrâki de karşılaştığı hâdiseleri lutuf veya kahıra kendisi çevirmektedir. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmemiş bir insan âdeta bozuk bir cihâz gibi Allâh’ın lutuflarını göz ardı ederek onları dahî kahıra dönüştürmekte, kendisine bahşedilen nîmetleri âhiret vebâli hâline getirmektedir. Bunun aksine kalb-i selîm ve ahlâk-ı hamîde sâhibi bir insan ise sabır, şükür, tevekkül ve teslîmiyeti sebebiyle kahır gibi görünen hâdiselerden bile kazançlı çıkarak onları kendisi için âhiret sermâyesi yapmaktadır.

Meselâ bir mü’min hastalandığında veya başına bir musîbet geldiğinde, “Yâ Rabbî, bu imtihan Sen’dendir, ben Sen’den râzıyım!” hâlet-i rûhiyesi içinde sabır ve tevekküle sığınırsa hadîs-i şerîf mûcibince sonbaharda yapraklarını döken ağaç gibi birçok günahlarından temizlenir. Lâkin, “Bu iptilâlar beni mi buldu?” diye isyânkâr bir tavır içinde olursa, çektiği sıkıntıya ilâveten isyânından da büyük bir zarar göreceği muhakkaktır.

Şu hâdise rızâ hâlindeki bir mü’min kimliğini ne güzel sergilemektedir: Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ- birgün Atâ bin Ebî Rebâh’a:

“–Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O:

“–Evet, göster.” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi:

“–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve: «Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ edebilir misiniz?» dedi. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

«–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.» buyurdu. Bunun üzerine kadın:

«–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de onun için Allâh’a niyâzda bulundu.” (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurur: “Mü’minin hâli gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir husûsiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Dünyâya bedenî bir ârıza ile gelen veya iptilâlara dûçâr olan bir kimse Allâh’a îmân sâyesinde pek çok tesellî imkânına sâhiptir. Zîrâ o, Rabbimizin kullarına lutfettiği nîmetlerin, -hâşa- O’nun üzerine bir borç olmadığını idrâk etmiştir. Ârif bir gönle sâhip olan bu mü’min, iptilâ ve mahrûmiyetleri sebebiyle alacağı mükâfâtı düşünerek tesellî bulur. Kaderin meçhûl olduğunu bildiği için ıztırap ve musîbetlerin hikmetini Allâh’a havâle ederek vicdânını rahatlatır. Her hâdisede bir hayır bulunduğu yolundaki dînî hikmete sarılır. Cenâb-ı Hakk’ın şu beyânını tefekkür eder:

“…Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Hoşlanıp hoşlanmamak, şartlanmalara göre vücûda gelen bir histir. Sâdece bu hisse istinâden iyilik ve kötülük, fayda ve zarar tespit edilemez. Bir şeyin hayır veya şer olduğu ancak işlerin sonunu bilmekle anlaşılabilir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “İşlerin asıl kıymeti netîcelerine göre ölçülür.” buyrulmuştur. (Buhârî, Kader 5; Rikâk 33) Bunu bilmek ise ancak, bütün işlerin âkıbeti sonunda kendisine döndürülecek olan Allâh Teâlâ’ya mahsustur.

Bütün mahlûkâtın yaratıcısı olan ve her şeyi en iyi bilen Cenâb-ı Hak, kullarının seviye kazanıp cennete ve cemâlullâha nâil olabilmesi için emirler verir, kötülükten korunmalarını sağlayacak yasaklar koyar ve onları farklı şekillerde imtihân eder. Ancak birçok kimse gafleti sebebiyle hâdiselerin hikmetini çözemediği için türlü türlü zanlara kapılır. Yüce Rabbimiz, insanın bu hâlet-i rûhiyesini şöyle ifâde buyurur:

“Her ne zaman Rabbi, imtihân için insana ikrâm edip bol nîmet verse, «Rabbim bana ikrâm etti!» der. Ne zaman da imtihân edip rızkını daraltsa, «Rabbim bana değer vermedi!» der.” (el-Fecr, 15-16)

Nefsâniyete mağlup gâfil insan, imtihan hikmetini unutarak fânî nîmetler karşısında haz duyar ve sevinir. Bunlar sebebiyle mânevî felâketlere düşebileceğini yâni dünyânın fânî lezzetlerine aldanabileceğini, asıl ikrâmın ise âhirette olduğunu hatırına bile getirmez. Mes’ûliyetini hesâba katmadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesâda dalar, bu sebeple Rabbinin nimetlerine nankörlük ederek hüsrâna dûçâr olur.

Şâyet rızkı daraltılacak olsa, hikmete nazar ve tefekkür etmeden, “Rabbim bana değer vermedi!” diye gücenir. Hâlbuki her hâl gibi rızık da imtihân sebebi olduğundan şükrünün îfâsı gerekir. Hem sabrettiği takdirde büyük mükâfâtlara da nâil olacaktır. Belki, rızkı artmış olsaydı bu kendisi için bir felâket olacaktı. Dolayısıyla istikbâlin meçhûl ve rızâ hâlinde yaşamanın zarûrî olduğunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Diğer taraftan Rabbimiz bize farkına varmadığımız daha pek çok nîmetler bahşetmiştir. Bunları görebilmek için nazarları ten planının süflî zevklerinden ulvî fazîletlere çevirmek lâzımdır. Meselâ devâsız bir hastalığa tutulan bir kişiye: “Servetini verirsen şifâ bulursun!” dense hiç tereddüt etmeden verir, hatta borca girmeye bile râzı olur. Yine, dünyâya karşı çok ihtiraslı bir insana: “İki gözünü alalım, mukâbilinde sana dünyâyı verelim.” deseler, derhâl bu teklîfi reddeder. Maalesef bir çok kimse Allâh’ın kendisine lutfettiği ve sayılamayacak kadar çok olan nimetlerin gafleti içindedir. İnsanların bu derin gafleti sebebiyle Rabbimiz: “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe’, 13) buyurmaktadır.

Burada şunu da ifâde etmek lâzımdır ki insanın başına gelen her hâl imtihan olmakla birlikte umûmiyetle nîmetlerin imtihanı, mahrûmiyetlerin imtihanından daha ağırdır. Zîrâ nîmetlerin bolluğu karşısında nefsin azgınlaşmasına mâni olmak bir hayli zorken, mahrûmiyet hâllerinde bu daha kolaydır. Aynı şekilde hayâtın gençlik çağları da, nefsânî arzuların şiddeti sebebiyle hakka ve hayra yönelmenin zor olduğu bir mevsimdir. Dolayısıyla, varlık zamanlarında ve gençlik yıllarında hayır yollarına sülûk etmek ve istikâmet sâhibi olmak Hâk katında daha kıymetlidir.

Cenâb-ı Hak bu hususlarda, nimetlere gark olduktan sonra azgınlaşan isyankâr Kârun’u ve ona imrenen gâfil insanları misâl vermektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Derken Kârun, ihtişâm içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayatını arzu edenler, «Keşke Kârûn’a verilenin bir misli bize de verilseydi. Hakîkaten o, büyük bir devlete sâhip!» dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler:

«–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih amel işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»

Nihâyet Biz Kârûn’u da, (gururlandığı ve kibirlendiği servetiyle beraber) sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de:

«–Vay bize! Demek ki Allâh, kullarından dilediğine rızkı bol da verebiliyor, az da! Şayet Allâh lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.” (el-Kasas, 79-82)

Âyet-i kerîmeden şu husûsu da anlamak mümkündür: Bir kimseye imtihân için verilen dünyâ malı, onun Allâh katındaki derecesini ve kıymetini göstermemektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Eğer dünyâ, Allâh katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sâhip olsaydı, Allâh hiçbir kâfire dünyâdan bir yudum su bile içirmezdi.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 13)

***

İslâm açıkça bildirir ki, bazı emir ve nehiylere uymak zor ve acıdır. Fakat Cenâb-ı Hak onların içerisine öyle hikmetler gizlemiştir ki, bu hikmetler onların zorluğunu önemsiz hâle getirir, acılığını tatlıya dönüştürür. Meselâ Hudeybiye Sulhü’nde alınan kararlar, zâhiren müslümanların aleyhine idi. Sanki gâlib ve güçlü iken mağlûbiyete râzı olmuşlardı. Bu sebeple ashâb-ı kirâm antlaşmayı kabul etmek istemiyordu. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu antlaşma, hakîkatte açık bir zafer ve fütûhât imiş… Şöyle ki:

Sulh döneminde İslâm teblîğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açıldı. Bu sâyede müslümanlar, müşriklerle bir araya gelmeye, onlara İslâm’ı tebliğ etmeye başladılar. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık îmânlarını rahatça îlân edebiliyorlardı. Mekkeliler, Peygamber Efendimiz’in hâl ve hareketleri, mûcizeleri, eşsiz ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında bilgi alıyor, neticede kalbleri yumuşayarak İslâm’a giriyorlardı. Bu iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar ge­çen on dokuz senede müslüman olanların sayısından kat kat fazla idi. Hudeybiye’ye bin dört yüz kişiyle çıkan İslâm ordusu, iki sene sonra Mekke’ye on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılanlarla birlikte on iki bin kişiyle girmişti. (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)

Mü’min, etrâfında cereyân eden birçok hâdiselere bu duyuş ve mantıkla baktığında, bâzı zâhirî tecellîler hakkındaki hükmün, zamânın ilerlemesiyle değiştiğini görür ve bundan ibret alır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da anlattığı Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-’ın kıssası, bu hakîkatin en canlı ve net bir misâlidir. Hızır -aleyhisselâm-’ın, kendilerini nehrin karşısına ücretsiz geçiren fakîre teşekkür edeceği yerde gemisini delmesi, zâhirde bir nankörlük olduğu hâlde, kısa bir müddet sonra bu, hayır olarak tecellî etmiştir. Zîrâ zâlim kral sağlam gemilere el koyuyordu. Hızır -aleyhisselâm- gemiyi kusurlu göstermek sûretiyle onu kralın gaspından kurtarmıştı. Geminin sâhipleri de daha sonra bu basit hasarı tâmir ederek maîşetlerini temine devâm etmişlerdi.

Yine yolculuklarının devâmında Mûsâ -aleyhisselâm-ile Hızır -aleyhisselâm- bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır -aleyhisselâm- onu hemen öldürdü. Hazret-i Mûsâ: “…Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek fenâ bir iş yaptın!” dedi. (el-Kehf, 74) Buradaki hikmeti Hızır -aleyhisselâm- şöyle ifâde etti: “O çocuğun annesi ve babası mü’min kimselerdi, bu çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk!” (el-Kehf, 80)

Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’ya, zâhiren şer görünen bir işin bâtınen hayır olabileceğini îzâh ederek şöyle diyordu: Er­kek ço­cu­ğa ge­lin­ce; ya­rın âsî bi­ri ola­cak­tı. Onun ana-ba­ba­sı ise, sâ­lih kim­se­ler­di. Bu­nun için ço­cu­ğun on­la­rı az­gın­lık ve nan­kör­lü­ğe sürüklemesinden, on­la­ra ezi­yet et­me­sin­den endişe ettik. Böy­le­ce is­te­dik ki, Rab­le­ri onun ye­ri­ne ken­di­le­ri­ne, on­dan da­ha te­miz ve da­ha mer­ha­met­li­si­ni ver­sin.

Bu husustaki diğer bir tesellîyi de Fahr-i Kâinât

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz vermiş ve küçük yaşta evlâdı ölen ana-babaları cennetle müjdelemiştir. (Buhârî, İlim, 36; Müslim, Birr, 152) Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde Allâh Teâlâ meleklerine:

«–Kulumun çocuğunun rûhunu mu aldınız!» buyurur. Melekler:

«–Evet yâ Rabbî.» derler. Allâh Teâlâ:

«–Onun gönül meyvesini mi kopardınız?» buyurur. Melekler:

«–Evet yâ Rabbî.» derler. Hak Teâlâ hazretleri:

«–Peki kulum ne dedi?» buyurur. Melekler:

«–O Sana hamdetti ve: ‘…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.’ (el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticâ etti.» derler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

«–Kulum için cennette bir ev inşâ edin ve adını da Beytü’l-hamd (Hamd evi) koyun.»” (Tirmizî, Cenâiz, 36)

Belki, sırf dünyâ hayâtına inanan âhiret mahrûmu bir kimse için tesellî imkânı bulunamazken, mü’min için böyle îmânî tesellî ve telâfî noktaları pek çoktur. Meselâ gözlerini kaybeden bir insan, Rasûlullâh

-aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in şu mübârek müjdesiyle ferahlar:

“Allâh Teâlâ buyuruyor ki: Kulumu, iki gözünü âmâ etmek sûretiyle imtihan ettiğimde buna sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7)

İslâm, sabırla karşılanan ıztırapların ya günahlara keffâret veya mânevî derecelerin artmasına sebep olduğu yolundaki telkîni ile de paha biçilmez bir tesellî kaynağıdır. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allâh’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizi, Zühd, 57)

“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allâh ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089)

Bu sebeple Allâh dostları, belâ ve musîbetleri sabırla karşılamaya, yâni “zehirle pişmiş aş”ı lezzetle yemeye gayret göstermişlerdir. Bu lezzeti tadan Şâir Fuzûlî de:

Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!”

demiştir.

Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, ko­lay­lık­la söy­le­ne­bi­len bu tür hakîkatlerin, hayâta geçirilmesi gâ­yet zordur. An­cak “râ­dı­yye” ma­kâ­mın­da hakîkî mânâsıyla söylenebilen bu ve ben­ze­ri ifâdeleri, nef­iste bir var­lık veh­mi­ne ka­pı­la­rak ve­ya tak­lîd he­ve­siy­le, vak­tin­den ön­ce ve fü­tûr­suz­ca te­ren­nüm et­mek­ten sa­kın­mak gerekir. Zî­râ bu tak­dîr­de on­lar bi­rer id­diâ mâ­hi­ye­ti­ni ta­şır­lar ki, Ce­nâb-ı Hak ku­lu­nun söy­le­di­ği bu söz­de sa­mî­mî olup ol­ma­dı­ğı­nı im­ti­han eder­se, pek çok kimsenin bu yol­da ya­ya ka­la­ca­ğın­dan kor­ku­lur!

Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın ibret almamız için örnek gösterdiği sihirbazların îmân imtihânı ne müthiştir. Firavun, mûcizeler karşısında Allâh’a teslîm olan sihirbazlara:

“…And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve muhakkak sizi hurma dallarına asarak (azâbın en şiddetlisini tattıracağım.) Böylece, hangimizin azâbının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.” demişti. (Tâhâ, 71) Onlar da fânî hayatla bâkî hayatın kıyâsını yaparak Firavun’a: “Bize gelen bu apaçık mûcizelere ve bizi yaratan (Rabbimize) karşı asla seni tercih edemeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünyâ hayatına hükmedebilirsin!” (Tâhâ, 72) cevâbını verdiler. Firavun zulmünü icrâya başladı, sihirbazlar da îmânlarının zaafa uğramaması için:

“…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Allâh’ın, îmânla ölen kimselere va’dettiği mükâfât en büyük tesellîleri oldu. Başlarına gelen musîbeti sabırla karşılayarak onu ebedî âlemin sermâyesi hâline getirdiler.

Diğer taraftan, iptilâlara mâruz kalan bir insan, Kur’ân’da kıssaları nakledilen peygamberlerin çektiği sıkıntıları düşünerek tesellî bulmalıdır. Meşakkatlerin en fazlasına ve en büyüğüne ise, ümmete nümûne olarak Âlemlerin Efendisi’nin mâruz kaldığını tefekkür etmelidir. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz!” dedim.

“–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıztırap çekmekteyim.” buyurdu.

“–Bu herhâlde iki kat sevap kazanmanız içindir.” dedim:

“–Evet, öyledir. Allâh, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45)

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, iptilâların en büyüğüne Allâh’a daha yakın insanlar mâruz kalmaktadır. Ebû Saîd -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti de bu husûsu teyid etmektedir:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?” diye sordum.

“–Peygamberler!” buyurdu.

“–Sonra kimler?” diye sordum:

“–Sonra sâlihler!” buyurdu… (İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Belâ ve mûsibetlerin daha ziyâde peygamberlere, sonra da derece derece diğer insanlara verilmesinin bir hikmeti şudur: Mânen yüksek seviyedeki insanların vazîfeleri ağır olduğundan, bunu lâyıkıyla îfâ edebilmeleri için gerekli olgunluğu kazanmaları lâzımdır. Sıkıntı ve meşakkatler ise insanlık cevherini olgunlaştırmakta kuvvetli bir tesire sâhiptir. Yâni belâ ve musîbetler, sabreden yüksek rûhlu insanları bir taraftan olgunlaştırırken bir taraftan da mânen derecelerini yükselterek vuslata nâil etmektedir. Zîrâ elde edilen bir netîcenin şerefi ona ulaşmak için katlanılan meşakkatler nisbetindedir.

Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâbın mâruz kaldığı büyük mahrûmiyetlere ve onların bu meşakkatler karşısında sergilediği dâsitânî sabır ve metânete ne muhteşem bir misâldir:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bâzıları açlığın verdiği tâkatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: «Bunlar deli!» derlerdi. Allâh Rasûlü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:

«Allâh Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

Netîce itibarıyla Allâh Teâlâ, kullarını muhtelif sebep ve vâsıtalarla imtihân etmektedir. Âyet-i kerîmede bu husus şöyle beyân buyrulur:

“Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık, yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, imtihâna tâbî tuttuğu kullarını yardımsız bırakmayarak onlara şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Ey îmân edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak Allâh’tan yardım dileyiniz. Muhakkak ki Allâh sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)

Nitekim Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve diğer peygamberler, zor durumda kaldıklarında Allâh’tan yardım ve sabır istemek için hemen namaza koşmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Tatavvû, 22; Cihâd, 162; Ahmed, IV, 333) Ashâb-ı kirâm da bir yakınlarını kaybettiklerinde veya herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde namazda tesellî bulmuş ve namazla Allâh’tan sabır istemişlerdir. (Hâkim, II, 296/3066)

Hâsılı bir müslüman, ne elde edemediği nîmet ve imkânlar için çok üzülmeli, ne de nâil olduğu dünyâlıklar sebebiyle çok sevinip şımarmalıdır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Senin iç dünyân bir misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlar, senin için sevinç ve neş’e hazırlamaktadır. Ey Hak yolunun yolcusu! Gönle gelen üzüntüleri tebessümle karşıla ve şöyle duâ et:

«Ey benim Rabbim! Sen beni belânın şerrinden muhâfaza et, fakat onun vâsıtasıyla gelecek lutuf ve ihsândan da mahrûm bırakma! Rabbim, lutfet de belâlara şükredeyim. Geçip gidince neden şükretmedim diye hasret çekmeyeyim.»”

Allâh’ım! Bizleri, sabır, tevekkül ve teslîmiyet sâhibi olan ve her hâl u kârda “Yâ Rabbî, Sen’den râzıyım!” buyuran sâlih kullarının zümresine ilhâk eyle!..

Âmîn!..