İlm-i Nafi -Faydalı İlim-

2001 – Agustos, Sayı: 186, Sayfa: 028

Bir nahiv (dilbilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif suâller sordu ve muhâtabından cevabını alınca da gemiciye karşı ilmiyle iftihâr etmek üzere:

“-Yazık! Ömrünün yarısını câhilliğin yüzünden hebâ ve ziyân etmişsin.” diyerek onunla istihzâ etti.

Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telaşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve:

“-Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.

Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeledi:

“-Hayır bilmem!..” dedi.

Bunun üzerinde gemici, mahzun bir edâ ile şu mukâbelede bulundu:

“-Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zîrâ gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci, bu deryâda nahivden ziyâde yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydunuz?..”

Bu kıssadaki nahiv ilminden murâd, bütün dünyevî ve zâhirî ilimlerdir. Faydalı ilim ise, ihtiyâca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyâcı, bedenle birlikte rûhun da ebedî seâdetini temin etmektir. Bu da, Allâh rızâsını kazanmaya bağlıdır. Allâh’ın rızâsı ise, kâmil îmânla birlikte sâlih amellerle elde edilebilir.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; bu fânî vücûd gemisi ölüm girdabında çırpınırken yâni dünyâya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyâca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfâna dönüşmeyen, rûhsuz, kuru ve sırf nefsin rahatına hitab eden bilgiler fâide vermeyecektir.

Öyleyse ecel gelmeden önce bütün bilgileri Allâh rızâsını kazanmaya medâr olabilecek bir vasfa dönüştürmek îcâb eder. Çünkü vücûd gemisi ölüm ile çatırdarken, sırf toprağa terk edilecek bedenin rahatına yarayan ilimlerden bir medet umulamaz. O anda “kalb-i selîm”e ihtiyaç vardır. Kalbinse ecel gelmeden önce, nefs engelini bertarâf etme netîcesinde bu vasfı kazanması gerekir. Bu merhaleye ulaşamayanlar, açıldıkları bu engin deryâda helâk olmaktan kurtulamazlar. Fakat nefsini ölmüş sayılabilecek derecede gurur, kibir ve heveslerden kurtaranı, deryâ misâli bu yeni âlem başı üzerinde taşır, onu helâk olmaktan kurtarır. Bu keyfiyeti îzâh için buyrulmuş olan:

 “Mûtû kable entemûtû”

yâni “ölmeden evvel ölünüz” nasîhatine gönül vererek iç dünyâmızdaki nefsânî temâyülleri en az seviyeye düşürebilmeye gayret etmelidir. Nefsânî arzuları bertarâf için insanın zaman zaman kendini murâkabe etmesi lâzım geldiği husûsundaki:

“Hâsibû kable entuhâsebû” 

yâni “İlâhî mahkemede hesâba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz.” îkâzını da hatırdan uzak tutmamalıdır.

***

Bilginin şahsîleşip, selîm bir idrâkin derinliklerine kök salmasına, “irfân” denir. Ârif ise, bildiklerinin derûnundaki sır, hikmet ve ilâhî tecellîlere vâkıf olmuş yâni irfân sâhibi kimse demektir. Bu olgunluğa erişememiş ilim sâhipleri hakkında; “Âlimdir, fakat ârif değildir.” denir. Böyle kimselerin bilgileri, kitaplardaki gibi sâbit ve mahfûzdur. Bu durum, tıpkı ambardaki tohuma benzer. O tohum, ancak toprağa kavuştuğunda neşv ü nemâ imkânı bularak inkişâf eder. Aksi hâlde böyle bilgiler, fikir îmâl etmeye ve zihinden kalbe inerek duyguları derinleştirmeye muvaffak olamaz. Bundan dolayı, böyle bilgilere kitâbî bilgi denir.

Yerinde ve doğru olarak kullanıldığı taktirde her ilmin bir fayda sağlayabileceği muhakkaktır. Ancak, insanın her iki cihân seâdet ve selâmeti için bu ilimlerin sırf zâhiren tahsîl edilmesi kâfî gelmez. Bu noksanlığın telâfîsi için de İslâm, ilimlerin doğru ve hayırlı yerlerde kullanılmasını sağlamak ve şerre âlet olmasına mânî olmak gâyesiyle “ilm-i nâfî” ile kalbî hayatı tezyîn eylemiştir.

Nitekim Merhum Mâhir İz Hocaefendi de kalbî derinlikten mahrûm bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertaraf etmenin yeğâne çâresinin de mânevî irşâd görmek olduğunu ifâdeyle şöyle der:

“İlmin kîl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla berâber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işâretle, irâde merdivenimi mârifet semâsına mîrâc için feyz-i Sâmî’ye rabteyledim.” (Yılların İzi, s. 396)

Hakîkaten mânevî terbiye netîcesinde kazanılan kalbî olgunluk, insan idrâkini zâhirî ilmin üstünde bir ufka taşır ki buna “mârifet” denir. Bu ise ancak bâzı tasavvufî temrinler sâyesinde elde edilebilir. İnsan, bu görüş ufkuna ulaştığı zaman, ne kadar büyük bir âlim de olsa, acziyetini idrâk ederek ilmine mağrûr olma hastalığından kurtulur. Sonsuz ve girift hakîkatler meşherine doğru açılan tefekkürü, hayret ve acz duygularıyla dolar. Akl-ı selîm ile düşününce de anlar ki bilmek sâdece zâhiri seyretmek değil; bir sırrı çözmektir. Bilmek, hakîkatte büyük nizâmın muammâsını çözmek ve ilâhî sırlara âgâh olabilmektir.

Nitekim iblis, bu mânevî ufuk ve dirâyetten mahrûm olduğu için aklına ve ilmine mağrûr olmuş ve Âdem -aleyhisselâm-‘a secde etmeyerek Allâh’a isyânda bulunmuştur. Mâlum olduğu üzere şeytan, meleklere hocalık edecek derecede ilim sâhibi bir cinnî idi. Onun felâketini hazırlayan bu tavrı, bize ilmin tek başına ebedî seâdeti temin için kâfî gelmediği ve buna ilâveten bir de kalb tasfiye edilmedikçe ilimden hayır yerine şer hâsıl olabileceği gerçeğini göstermektedir.

Âdem -aleyhisselâm- ise, Allâh Teâlâ’dan telâkkî ettiği bu ilimle, yâni ilm-i nâfî ile yücelmiş ve ardından gelen bütün peygamberler ve hattâ bütün Hak dostları, bu ilim sâyesinde insanlık semâsının parlak yıldızları olmuşlardır.

Rivâyete göre bir âlim şöyle anlatır:

Yüzlerinde nûr ve hayrın açıkça görüldüğü bir cemaat içinde İmâm Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki:

“-Ey İmâm! Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nin baş müderrisliği bundan daha iyi değil miydi?

Bana derin derin baktı ve dedi ki:

“-Seâdet dolunayı müridlik semâsına doğunca, akıl güneşi vuslat yolunu gösterdiği için böyle yaptım.” (Muhammed bin Abdullâh el-Hânî, Âdâb, s. 9)

Bu sebepledir ki insanı dünyâ ve âhırette seâdet ve selâmete ulaştırmakta en müessir ilim, Allâh’ı en güzel bir sûrette kalbde tanıyabilmek ve bu bilginin doğurduğu aklî, vicdânî ve kalbî bir mes’ûliyetle sâlih amelleri en mükemmel seviyede îfâ etmektir. Zîrâ bu duyuş, derinlik ve anlayış mevcûd olmadığı takdirde fayda hâsıl etmeye yarayan bütün ilimlerin maddî veya mânevî pek çok zararlı netîceleri bertaraf edilemez. Onun içindir ki ilm-i nâfî, hadd-i zâtında bir ufuk ve zihniyet meselesidir. Onsuz ilimlerdeki istifâde imkânları da kuvveden fiile çıkamaz. Aksine şerre âlet olurlar ki bu durumdan kurtulmanın yegâne çâresi, ilm-i nâfî dediğimiz kalbî olgunluk ve hasletlerin kazanılmasıdır.

Nitekim ilm-i nâfî olgunluğundan mahrûm bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellat; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. İlmî kâbiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrûm bir idâreci ise emri altındakilere yalnız zehir saçar. Böyle kimseler, bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zararın daha beterini, ilim sâyesinde kolaylıkla irtikâb edebilirler.

Yûnus Hazretleri ne güzel söyler:

İlim okumaktan murâd,
Kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!..

Bu itibarla her insan, dünya ve âhıret işlerinde muvaffak olup maddî-mânevî terakkî edebilmek için muhtelif ilimlerle meşgûl olurken her şeyden evvel ilm-i nâfî aydınlığına ve gönül derinliğine muhtaçtır.

Gerçekten, insanı gurur ve kibire sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zahiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakîkatte vebâlden başka nedir ki? Bunun için Allâh Rasûlü -sallallâhü aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’tan ilmi daimâ bu istikâmette talep etmiş ve:

“Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım!..” (Müslim, Zikir, 73) diye niyâz eylemiştir.

Bu mânâ çerçevesinde tasavvuf ilminin de özü sayılabilecek olan ilm-i nâfî, kulu zühd, takvâ ve ihsân ile tezyîn etme gayretidir.

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama, bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yani mîrâca çıkacak yolu göstermezler.”

“Allâh yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allâh yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”

İlm-i nâfîden yâni ilimdeki kalbî olgunluktan mahrûm kimseler, netîcede ne öğrenirlerse öğrensinler, en büyük hakîkat olan Hakk’a vuslattan mahrûm kalırlar. İlim, ancak kulak ve zihinden kalbe inip kalben de hazmedildiği takdirde, sâhibi için güzel tecellîler hâsıl eder. Ancak böyle bir ilim, sûretten sîrete yâni güzel ahlâk, amel-i sâlih ve Allâh korkusuna inkılâb eder.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

“(Rasûlüm) De ki: Rabbim! Beni ilim bakımından artır!..” (Tâhâ, 114)

Bu artış, kulun takvâ ve haşyet duygularının seviye kazanmasıdır. Zîrâ yine Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulduğu üzere:

“… Kulları içinde ancak âlimler Allâh’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“İçinizde Allâh’ı en çok bileniniz ve O’ndan en çok sakınanınız (en muttakî olanınız) benim.” (Buhârî, Edeb, 72) buyurmuştur.

Demek ki ilim, gönle ulaşmamış ve sâhibini Allâh sevgi ve korkusuna götürmemişse, sâhibine zâhiren âlim dense bile, Kur’ânî ifâdeyle o, kitap yüklü merkepten farksızdır.

İmâm Gazâlî -kuddise sirruh-, sırf dünyevî ilimlerle meşgûl olup, bunların “kîl ü kâl”iyle ömrünü tüketerek Rabbini unutan kimselere şöyle hitâb eder:

“-Ey oğul! Kelâm, mantık, belâgat, şiir, sarf, nahiv ve emsâli ilimleri irfâna geçirememişsen yazık sana! Allâh -celle celâlühû-‘nun, kendisine ibâdet edesin diye vermiş olduğu ömrü zâyi etmekten başka eline ne geçti.” (Ey Oğul, İmâm Gazâlî)

Gerçekten de kulu Hak katında hüsrâna uğratıp cennet ve cemâlullâha kavuşmaya faydası olmayacak bir ilim neye yarar? İnsanı sonunda iblîs, Bel’am bin Baura ve Kârun’a benzeten ve onların gurur, kibir, kendini beğenme, herkese tepeden bakma, nihayet Hakk’a isyân etme gibi kötü sıfatlarıyla dolduran bir ilme, ilim denilebilir mi? Aslâ! Bu bakımdan İslâm büyükleri ilim hakkında:

“İlim, idrâk etmektir. İdrâk gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrâk ise mârifetullâhtır. Kısaca bütün ilimlerin özü mârifetullâh, diğer bilgiler ise kabuk mesabesindedir. Öze bakmayıp kabukla iktifâ edenler, bir cevizin içi dururken kabuğunu yemeye kalkarak dişlerini kıran hamâkat sâhipleridir…” demişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama, iblisten ibret al da ona pek değer verme! Zîrâ ibliste de bilgi vardı. Ama o, Âdem’in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakîkatini göremedi.”

“Nice ilim, nice akıl, nice anlayış vardır ki, hakîkat yolcusuna gulyabâni kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozofların şerlerinden korunabilmiş saf ve ehl-i kalb kimselerdir. Ey gâfil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın.”

Hiçbir insan, sırf aklıyla hakîkate ulaşamaz. Zîrâ kâinât, akılla tahlîl edildiğinde sayısız muammâ ile karşılaşılır. Akıl, dünya işlerini görmekte faydalıdır ama ilâhî vahiyden feyizlenmediği takdîrde hakîkat yolunda kifâyetsizdir. Hakîkate ulaşmak, akla ilâveten bir îman ve aşk işidir. Vahiyle terbiye edilmiş selîm bir muhâkeme, hakîkat arayışında kulu bir noktaya ulaştırabilir. Onun ötesindeki sır ve hikmetlerin idrâkindeyse ancak gönül kanatları ile mesâfe alınabilir.

Hakîkatler ve sırlar âlemine açılmada aklın rolü, dar bir kapı gibidir. Buna rağmen onsuz, irfâna ulaşmak mümkün olmadığı gibi, hiçbir akılsız da “ârif” olamaz. Lâkin sırf akıl da sâhibini “irfân”a nâil kılamaz. Aklın sathında kalarak dîni kâmil mânâsıyla idrâk etmek, mümkün değildir. Zîrâ akıl, bir basamaktır. Ondan aşka sıçrayış olmalıdır. Hazret-i Mevlânâ, bu merhaleleri kat edebilmek için:

“Mustafâ’nın önünde aklı kurbân et” buyurmuştur.

Hakk’a giden yolda, aklın nihâyetinden sonra gönül vecdine ihtiyaç vardır.

Cümle ehlullâh, bu varlık denizinden aşk ile geçtiklerini ifâde ederler. Nitekim onlarda hakîkate vuslatın vecdinden fışkıran aşk nağmelerini bol bol duyarız. Onların nazarında bu vîrân dünyanın kıymeti yok olmuştur. İstiğrak hâlindeki aşkın neşvesi onları sarmıştır. Bu sebeple dâimâ asıl gâyeye yönelirler. Allâh’ın velî kulları; birer ahlâk âbidesi olan peygamberlerin nefisleri terbiye etme vazîfelerini, insanlık içinde bizzat kendilerinde yaşamak ve ardındakilere misâl teşkîl etmek sûretiyle tamamlayan, rûh dünyâsının zirve şahsiyetleridir.

Kalp gözü açılan mü’min, her yerde Rabbin ilâhî tecellîlerini müşâhede eder. Bu hâl, bir kerâmet değil, irfan ve mârifete dönüşmüş bir ilimdir. Gönüldeki hakîkî aşkın mahsûlüdür. Hak dostları ilâhî aşkın verdiği bu görüş dirâyetiyle âlemi ilâhî kudret tecellîleri içinde müşâhede ederler. İnsanı, eşyâyı ve kâinâtı, kendi sır ve hakîkati ile görürler.

Hakîkaten bilgi, kalbe saplanan diken olursa, onun gâyesi olan gülden ne râyiha duyulabilir?! Rüzgarların, ırmakların, dağların dilinden anlamayan; güllerden, ağaçlardan, çiçeklerden, kurtlardan, kuşlardan ibret almayanlar için hayatın ne tadı olabilir?! Onların telkîn ettiği ilâhî sanatı hissedememek kalbin yokluğuna alâmettir.

Sâdî-i Şîrâzî gönülleri hikmete yönlendirip, ilm-i nâfîye şöyle dâvet eder:

“Ayık kişiler nazarında ağaçların yeşil yaprakları bile bir dîvândır. Her zerre Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sanatını ifşâ etmiyor mu?”

Kâinât, ilâhî neşvenin menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen meçhûl muammâ, ilâhî neşvenin kâmil bir tecellîsidir. İnsanoğlunu dünyâda kâmilleştiren, ulvî neşveler taşıran bir yürek sâhibi olmasıdır. Hallâc, taşlanırken dahî bir kalb aradı. Gül atana esef etti. Öylece gitti.

Zîrâ kâinâtta her zerre her an bize ilâhî neşveden tâze bir haber ve selâm veriyor. Kundaktaki yavrunun gülüşünden bir kelebeğin kanat çırpışına, bülbüllerin feryâdından, bahârın renk ve râyiha cümbüşüne kadar her şey ilâhî neşvenin binbir tecellîsi değil de nedir? İşte ilm-i nâfînin en ihtişâmlı tezâhürü, kâinât kitâbını gönül gözüyle okumaktır. Âlemin hikmet, ibret ve ilâhî tecellîlerden ibâret olduğunun idrâkine varmaktır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38)

“Sizi abes yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) buyurmaktadır.

Buna göre her ilim, insanı yaratılış gâyesi mûcibince ibret ve hikmete götürmeli, kâinâttaki ilâhî ihtişâmı temâşa edip mutlak sanatkâra ulaştırmalıdır. Cenâb-ı Hak, tabiatı, rûha ferah râyihalar sunan rengârenk çiçeklerle tezyîn etmiştir. En abus bir surat bile bunları seyrederken rûhuna bir in’ikâs olur, yüzünde tebessümler açar. İşte nebâtâtı mevzu edinen bir botanik ilminde bile, nâfî ilim olgunluğuna ermiş bir mü’minin kalbi, bütün beşeriyyetin yüzünde tebessüm uyandıran bir çiçek bahçesi hâline gelir.

İlâhî sanatın teşhîr edildiği diğer bir sırlar hazînesi de insan vücûdudur. Bu hazîneyi keşfederek ilmini nâfî hâle getiren bir doktor, ilâhî kudret karşısında duyacağı hayranlıkla, hastasına yaratıcısından ötürü tevâzû, şefkat ve hürmetle nazar edebilme fazîletine erer.

Diğer taraftan bu ufka ulaşamayan bir insan, ilim ve dünyevî mevkîlerde zirve noktada bile olsa yine de noksandır. Zîrâ bir ilmin kıymeti, dünyâ ve âhirette faydası olacak kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere ilm-i nâfînin yolu bâzı mânevî hasletlerin gönülde yer etmesinden geçmektedir. Yâni nefsin, riyâ, kibir, tamah, fahır, hubb-i riyâset vs. gibi bütün kötü sıfatlardan temizlenmesi; bunun netîcesinde de gönlün, takvâ, huşû, merhamet, sabır, şükür, tevâzû, kanaat, zühd, verâ, Hakk’a tevekkül gibi ahlâk-ı Muhammediyye ile muttasıf olması zarûrîdir.

İlm-i nâfînin yeşerdiği iklim ve çerçeveyi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kısaca şöyle beyân buyurur:

“Ey dîn kardeşlerimiz! Hepimizin üzerine en önce gereken şey, îtikadımızı Kitab ve Sünnet’e göre doğrultmaktır. Bid’at ve dalâlet ehli, kendi bâtıl hüküm ve îtikadlarını Kitab ve Sünnet’e uygun zannederler. Hâlbuki onların îtikadları hak ve hakîkatten fersah fersah uzaktır.”

Bundan sonra da dînin hükümlerini, helâl ve haramı, farz, vacib ve sünnetleri bilmek ve bunları amel-i sâlihler sûretinde tatbik etmek lâzımdır. Ancak bütün bunların kâmil mânâda gerçekleşmesi için de her dâim kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmek zarûrîdir. Zîrâ itikad düzgün olmadığı takdirde dinî hükümleri bilmenin; dinî hükümler bilinmediği takdirde amel işlemenin; amel işlenmediği takdirde kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyenin; tasfiye ve tezkiye gerçekleşmediği takdirde de îtikad, amel ve ilmin hiçbir faydası olmaz…

İşte ancak bu temel esasların oluşturduğu bir zeminde yeşerecek olan ilim ve davranışlar, ilm-i nâfî dairesine girmiş olur.

Ey Rabbimiz! Bizleri dâimâ ilm-i nâfî ile rızıklandırmanı niyâz eyler, faydası olmayan her türlü ilimden sana sığınırız!.. Bizleri sırtı kitap yüklü varlıklardan eyleme; ancak ilmi irfân kanatlarına yükleyip mârifetullâh semâlarına yükselerek mi’râcına vâsıl olan bahtiyarlardan eyle!..

Âmîn!..