İlim, İbâdet ve İhlâs’ta «En Büyük İmam»; İMÂM-I ÂZAM EBÛ HANÎFE -rahmetullâhi aleyh-

Ebedî Fecre

-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-

Yıl: 2010 Ay: Mayıs Sayı: 63

TAKVÂYA SARIL!

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, sükûtunun uzunluğu ve derinliğiyle meşhurdu. Bu bakımdan yaptığı tavsiyeler, onun bu hâlinin yani uzun sükût ve derin tefekkürün bir yansımasıydı. Nitekim Ebû Hanîfe’nin şu tavsiyeleri, aynı zamanda onun iç dünyasının kelimelerle resmidir:

“Bilmiş ol ki, insanlarla iyi geçinmezsen onlar sana düşman kesilirler, velev ki anan-baban bile olsa senden hoşlanmazlar. Akrabandan olmayan bir cemâatle iyi geçinirsen sana ana-baba olurlar.”

“Hoş geçinmek gereken yerde müdârât / idare edici muamele yapmayan akıllı sayılmaz.”

“Basra’ya girdiğin zaman insanlar seni karşılar ve ziyaret ederler. Senin kadrini bilirler. Herkese mertebesine göre itibar et. Şeref ehline ikramda bulun. İlim ehlini büyük tanı. Üstadlara hürmet göster. Gençlerle gönül alıcı lâtife yap. Avamla yakından görüş. Fâcirlere müdârât /idare edici muamele göster. Hayırlı kimselerle arkadaşlık yap. İdarecilere lâkaytlık gösterme. Kimseyi hakir görme. Mürüvvette kusur etme, sırrını kimseye açma. Denemedikçe kimsenin dostluğuna güvenme. Alçak ve hasis kimselerle dost olma. Hoşa gitmeyen bir şeye alışma. Sefihlerle düşüp kalkma. Hoş geçin. Sabırlı ve mütehammil ol. Güzel ahlâklı, geniş yürekli, derya gönüllü ol. Kalbin gibi elbisen de temiz olsun ve bir de yeni olsun. Binek atın iyi olsun. Güzel kokular kullan…”

“Yemek yedirmekte çok cömert ol, herkesi doyur. Bil ki bahîl ve cimri kimse asla başa geçip efendi olamaz.”

“Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar ister kötülük, sen herkese, dâimâ iyilik yap. Her vakit iyilikte bulun. Affet, bazı şeylere göz yum. Sana eziyet veren şeyi terk et, hakkı yerine getirmeye çalış.”

 “İnsanlara, onların yapmaya alışık olmadıkları bir şeyi teklif etme. Onların beğendikleri şeyi sen de beğen. Onlara dâimâ iyi niyet göster. Doğruluk yap. Kibri bir yana bırak. Sana gadretseler de sen gadretme. Sana hıyânet etseler de sen emâneti yerine getir. Vefâdan ayrılma.

Takvâya sarıl.”

Bütün nasihatlerinin özünü; «takvâya sarılmak»ta noktalayan İmâm-ı Âzam’ın fevkalâde zekâsı, velûd muhayyilesi, inkârcılara ve bâtıl fikir ve inanışlara saplananları ilzâm eden tulûatları ve müthiş ifade kudreti, dâimâ takvâya sarılmanın gayret ve hizmetine âmâdeydi. Çünkü o, sahâbe terbiyesi almıştı.

SAHÂBE TERBİYESİ

Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bizzat terbiye etti ve O’nu en güzel bir edep ve terbiye ile müzeyyen kıldı. Sonra da O’nu, en büyük muallim ve mürebbî olarak insanlığa armağan etti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şirkin, cehlin ve zulmün karanlıklarındaki bir kavimden; îman, ibâdet ve ihlâs nûruyla yıldızlar gibi parıldayan bir sahâbe-i kiram yetiştirdi. Her biri birer îman, ilim, ihlâs, takvâ, zühd, kanâat, sadâkat… kahramanı olan bu büyük insanlar, Efendimiz’in terbiye edicilik vasfını da en güzel şekilde tahsil ettiler. Dünyanın dört bir yanına, hizmete, tebliğe, cihâda, tâlim ve terbiyeye koştular. Vardıkları yerlerde halkalar teşkil ettiler, kölelerini âzâd ederek hem onlardan hem başkalarından muhabbet dolu talebeler yetiştirdiler. Böylece tâbiîn, onlardan sonra da etbâ-i tâbiîn isimleriyle yâd edilen güzîde nesiller yetişti.

Böylece;

İlim ve irfan yolunda, ihlâs ve takvâ ile yürüyen; Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta, insana ve Kur’ân’a koyduğu sır ve hikmetleri okuyabilen; ilmiyle âmil, irfân ile kâmil nice âlim ve ârifler yetişti. Muhaddisler, fakihler, müfessirler ve imamlar vasıtasıyla İslâmî ilimler tedvîn edildi, îtikadî ve fıkhî mezhepler kuruldu. Diyar diyar, şehir şehir ilim ve irfan ocakları teessüs etti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı Kerîm’in cem‘i/bir araya getirilmesi ve hilâfet meselelerinde olduğu gibi, bazı hususları yetiştirdiği ashâbın firâset ve dikkatine tevdî etmişti. Nebevî muhabbet ve basîret terbiyesiyle yetişen bu nesillerin elinde; İslâmiyet’in ilim, irfan ve tatbikat sahasında en güzel ölçüleri tespit edildi, en sağlam esasları teşkil edildi.

Bizler elhamdülillâh, o âlimlerin sunduğu ölçü ve prensiplerle tertemiz; sapasağlam îtikadî, fıkhî, ahlâkî esasları hazır vaziyette bulduk. Asırlardır ümmet-i Muhammed’in hayır duâları, güzel ve düzgün yaptıkları ibâdetlerinden hâsıl olan sevapları sadaka-i câriye olarak o büyük zâtların amel defterlerine kaydolunmakta…

NE BÜYÜK BİR KAZANÇ!

İşte o büyük kazanca nâil olanlardan biri de; Abdullah İbn-i Mes‘ûd Hazretleri oldu…

Câhiliyede bir deve çobanı iken, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyet dolu rahle-i tedrîsinden geçerek, Kur’ân’ın feyiz ve rûhâniyetli eğitimiyle yetişen ve mânevî kıvâm ile ilmin ve irfânın zirvesine ulaşan Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber’in vefâtından sonra tebliğ ve tâlim için yerleştiği Kûfe’de geleceğin en büyük fıkıh mekteplerinden birinin temelini attı.

Kûfe Mektebi, aynı zamanda ilim şehrinin kapısı Hazret-i Ali’nin de hilâfet merkezi olmuştu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbe-i kirâmın feyziyle, bu mektepte dünyanın en büyük hukukçusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe –rahmetullâhi aleyh- Hazretleri yetişti. Öyle yetişti ki, dünyaca meşhur hukukçular olarak tanınan Solon ve Hammurabi, Ebû Hanîfe’ye ancak çırak olabilirdi!

Kûfe’de doğup yetişen İmâm-ı Âzam –rahmetullâhi aleyh-; Hazret-i Ali ile görüşüp nesli için kendisinden duâ alan, ticaretle meşgul, müttakî bir baba olan Sâbit’in oğluydu. Erken yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle meşgul iken aynı zamanda Kûfe Mescidi’nde ilim halkalarına devam etti. Önce kelâm sonra fıkıh ilminde, derin bir vukûfiyet ve rüsûhiyet kesbetti.

Üstâdı Hammâd’ın vefâtından sonra onun kürsüsünde ömrünün sonuna kadar ders okuttu, talebe yetiştirdi; insanların problemlerini, meselelerini çözdü. Bir taraftan da emin ortağı vasıtasıyla sürdürdüğü ticarî faaliyetlerinden kazandıklarıyla, başta ilim talebeleri olmak üzere muhtaçlara cömertçe ikramlarda, tasadduklarda bulundu.

Büyük İmam; bütün bu ağır meşguliyet ve mes’ûliyetleri içerisinde, ibâdet noktasında tam bir âbid, mârifet deryasında da hakikî bir ârif olarak ömür sürüyordu.

Zâhirî ilimlerde zirveye ulaşmış, zekâ ve firâsette dehâ olan Ebû Hanîfe Hazretleri, mâneviyat sahasında da Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin sohbetinden tefeyyüz etmişti. Şu hâdise, onun mânâ ehline gösterdiği ihtirâmı ne güzel ifade eder:

Anlatıldığına göre, bir gün Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne uğradı. Ebû Hanîfe’nin etrafındakiler, İbrahim bin Edhem’e garipseyici ve küçümseyici şekilde baktılar. İmâm-ı Âzam –rahmetullâhi aleyh- bu hâli gördü ve İbrahim bin Edhem’e;

“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrahim bin Edhem, mahcup bir edâ ile selâm verip geçti. Etrafındakiler, İmâm-ı Âzam’a sordu:

“–Bu perişan adam, efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât, ona nasıl; «Efendimiz» der?”

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, şu mütevâzı cevâbı verdi:

“–O; dâimî bir sûrette Allah ile meşgul, biz ise işin zâhiriyle ve ifadesiyle meşgulüz…”

İmâm-ı Âzam; engin ilminin yanında;

İBÂDETİYLE DE İMÂM İDİ

Ömrü boyunca rivâyetlere göre kırk veya elli beş sefer hacca giden İmâm-ı Âzam, gecelerini neredeyse tamamen ibâdetle ihyâ ediyordu. Kur’ân-ı Kerim okumak konusunda da büyük bir iştiyâkı vardı. Bazı geceler iki rekâtte bir hatim indirdiği, Ramazân-ı şerifte defalarca Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiği rivâyet olunmuştur.

Kur’ân okurken yüksek sesle ağlardı. Bir gece, namazda;

فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَوَقٰينَا عَذَابَ السَّمُومِ

“Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.” (et-Tûr, 27) âyetine gelince, rikkate gelmiş ve müezzin sabah ezanını okuyana kadar, ağlaya ağlaya bu âyeti tekrarlamıştı.

Yine bir gece, namazda;

بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ
وَالسَّاعَةُ اَدْهٰى وَاَمَرُّ

“Bilâkis kıyâmet onlara va‘dedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha acıdır.” (el-Kamer, 46) âyetiyle aynı şekilde gözyaşlarıyla sabahlamıştı.

İbâdet onun için bir inşirah ve lezzet vesilesiydi. Fıkhî bir mesele düğümlendiğinde, nakil ve akıl kifâyet etmediğinde;

“Bu meselenin çözülememesi Ebû Hanîfe’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” der, hemen istiğfâr eder, kalkar abdestini tazeler, huşû ve huzur ile iki rekât namaz kılardı. Mesele çözülüverirdi.

İmâm-ı Âzam; halka fetvâ verirken, dînimizin kolaylık ve genişlik prensipleriyle hareket ederdi. Kendi nefsi için ise takvâyı tercih ediyordu. Onun takvâ ve verâ yani haramdan kaçınma konusunda sayısız menkıbesi bizlere ulaşmaktadır.

Bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlerken kendisini görenler sordular:

“–Yâ İmam! Verdiğiniz fetvâya göre şu ufacık leke namaza mânî bir kir değil; ne diye zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?”

Hazret-i İmam şöyle buyurdu:

“–O fetvâ, bu takvâ!..”

İmâm-ı Âzam –rahmetullâhi aleyh-, bunu hakikî ilim adamlığının bir îcâbı görerek şöyle diyordu:

“Âlim; kendisini, halka söylediğinden daha fazlasıyla mes’ul tutmaya muhtaçtır.”

Nitekim; şiddetli güneş altında olduğu hâlde, kendisine borcu olan bir şahsın duvarının gölgesi altına girmemiş, alacaklısının evinin duvarından istifâde etmeyi bir nevî fâiz olarak telâkki etmişti. Hâlbuki, böyle yapmayı fıkhen vâcib görmüyordu.

Yine Kûfe’nin koyunları arasına gasp edilmiş bir koyunun karıştığını öğrenince, bir koyunun ömrü olan yedi yıl boyunca koyun eti yemedi. O, bu titizliğini vasiyetiyle bile sürdürdü. Gasp edilerek mezarlık yapılan Hayzuran Kabristanı’na değil; onun olan tarafına yanı helâl toprağa defnedilmesini vasiyet etti.

O; bu hassâsiyeti, samimî bir şekilde taşıyor ve yaşıyordu. Bu hâlisâne titizlik tavrı, aynı zamanda, hayran bırakan, mükemmel bir mü’min şahsiyetinin ivazsız-garazsız tevzîi demekti. Şu kıssa bunun en güzel nümûnelerindendir:

MECÛSÎYİ HAYRAN BIRAKAN HASSÂSİYET

Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına geldiği sırada, ayakkabısına bir pislik bulaştı, onu gidermek için, ayakkabısını silkeledi. Fakat pislik, gidip mecûsînin duvarına yapıştı. İmam, ne yapacağını bilemedi. Çünkü eğer kiri gidermek için kazısa, duvarın sıvasına zarar gelecekti. Bıraksa, duvarını kirlettiği için kul hakkına girmiş olacaktı. Ne yapacağını, duvarın sahibi olan mecûsîye sormaya karar verdi, kapıyı çaldı. Kapıyı açan hizmetçiye;

 “–Efendine, Ebû Hanîfe kapıda bekliyor, diye haber ver!” dedi.

Adam kapıya çıktı ve malını isteyeceğini zannederek Ebû Hanîfe Hazretleri’nden özür dilemeye başladı.

İmâm-ı Âzam –rahmetullâhi aleyh- ise;

“−Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlatarak sordu:

“−Söyle, bu duvarı nasıl temizleyebilirim?”

Bu ulvî hassâsiyet ve âlicenaplık karşısında duygulanan mecûsî;

“–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu.

Şahsî hayatında böyle yüksek bir azîmet ve takvâ hayatı yaşayan Ebû Hanîfe –rahmetullâhi aleyh-; fetvâ verme, imam olma yani önden gitme mes’ûliyetini de hakkıyla müdrik idi. Bu hususta onun, hassâsiyetini daha da alevlendiren şu hâdise ne kadar ibretlidir:

YA SEN SÜRÇERSEN!

Bir gün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek;

“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Çocuk da, zekâ ve basîret ile parıldayan gözleriyle İmâm’a döndü ve bir çocuktan beklenmeyecek şu ibretli cevabı verdi:

“–Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Çünkü eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup ardınızdan gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.”

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine şu ihtarda bulundu:

“Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar…”

Devlet ricâlinin verdiği hediyeleri de vazifeleri de kabul etmeyen Ebû Hanîfe Hazretleri; baba mesleği olan ticareti, zaman zaman fiilen, çoğu zaman da ortağı vasıtasıyla sürdürüyor, alışverişte de çok hassas ölçülerle hareket ediyordu. Hem ilimde hem de hayatta;

DÜRÜSTLÜK,
AYRILMAZ VASFI

Nitekim bir gün bir kadıncağız, İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne satmak için ipekli bir elbise getirmişti. İmâm-ı Âzam kaça sattığını sordu. Kadın;

“–Yüz dirhem!” dedi.

Ebû Hanîfe –rahmetullâhi aleyh- buna îtiraz etti:

“–Hayır, bu daha fazla eder.” dedi.

Büyük müçtehidi fazla tanımayan kadın şaşırdı. Yüz dirhem daha artırdı. İmâm-ı Âzam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha…

Ebû Hanîfe Hazretleri yine;

“–Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız hayretle;

“–Yâ İmam! Siz bana şaka mı yapıyorsunuz?” demekten kendini alamadı.

Bunun üzerine İmam, işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, fiyatı beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı Âzam onu bu fiyattan satın aldı. (İbn-i Hacer Heytemî, Hayrâtu’l-Hisân, s. 44)

İmâm-ı Âzam; kuru ve insafsız bir bakışla; «Kendi söylediği fiyattan aldım. Müşteriden ne koparabilirsem kârdır.» demeyip, İslâm ahlâkının îcâbı olan «kul hakkı» hassâsiyetini ne güzel sergilemiştir.

Ebû Hanîfe Hazretleri, vekîli vasıtasıyla devam eden ticaretinin de helâl dâiresi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir keresinde ortağı Hafs bin Abdurrahmân’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona;

“–Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.

Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış; ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs bin Abdurrahmân’a;

“–Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.

Hafs; müşteriyi hatırlayamayınca, Ebû Hanîfe Hazretleri, helâl kazancının lekeleneceği endişesiyle, satılan maldan elde edilen kazancın tamamını sadaka olarak dağıttı. Onun bu takvâsı, maddî-mânevî ticaretine ziyâdesiyle bereket oldu.

Dürüstlüğü böyle dillere destan olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, müşterisi; fakir veya ahbâbı olursa, onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancının bir kısmını müşteriye bağışladığı bile olurdu. Kazancıyla ilim ehline infakta bulunur, geceleri fakirlerin evlerine yardımlar yollardı.

O sadece maddî sefâletlere değil, mânevî perişanlıklara da çare olmaya kendisini mes’ul görüyordu.   Gönlünü, onlara bir dergâh hâline getirmişti. Komşularından ayyaş bir gencin şu hikâyesi buna ne güzel bir misaldir:

ASIL SEN, HAKKINI
HELÂL ET!

Bu genç, sabahtan akşama kadar içer; geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp, küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.

Bir gece gencin attığı nâralar kesildi. İmam, emsalsiz bir merhametle; «Acaba gencin başına bir hâl mi geldi?» diyerek arkasını sordu. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını rica etti. Memurlar, ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince; İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.

Hâdiseyi öğrenen genç; derhâl İmâm’ın yanına koştu, nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmam, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle;

“Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.

Günaha karşı beslenmesi gereken nefreti, günahkâra duyulması gereken kurtarıcı şefkat ve merhamete karıştırmamanın ne güzel bir misâli!

İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin bu şuurunu en güzel şekilde kavrayarak hayatımıza tatbîk etmeye ne kadar muhtacız! Sokakların insâfına terk edilmiş tinerci çocukları, uyuşturucu kullanan gençleri ve yetimhânelerdeki kimsesizleri, ziyân ettiğimiz yavrularımız olarak görebilsek, cemiyetimizin hâli bambaşka olmaz mı?

Bunun için bize lâzım olan;

KALBÎ KIVÂM İŞTE!

İmâm-ı Âzam’ın müstesnâ edebini Dâvud-i Tâî şöyle anlatmıştır:

“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim, ne yalnızken, ne de yanında birileri varken istirahat maksadıyla ayaklarını uzattığını hiç görmedim. Kendisine;

«–Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var?» dedim.

Bana;

«–Cenâb-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”

Sâdât-ı kirâm ile sohbeti, ihlâslı ibâdet hayatı, hassas takvâ ve ulvî edep ölçüleri; ez-cümle ilmiyle ameli sayesinde İmâm-ı Âzam’ın ulaştığı kalp kıvâmını şu hâdise ne güzel ifade eder:

Ebû Hanîfe –rahmetullâhi aleyh-, abdest alan bir genç gördü ve ona mahcup etmeyecek bir gizlilik içinde;

“–Evlâdım, şu şu hataları yapma!” dedi.

Genç, hayretler içinde;

“–Yâ İmam! Bu hataları işlediğimi nereden bildiniz?” diye sordu. Ebû Hanîfe Hazretleri de;

“–Abdest âzâlarından dökülen sulardan!” buyurdu.

Bu basîret ve firâset, O’nun dünyaya sırt dönmesinin bir bereketiydi. O, bu basîret ve firâsetle, bir ömür; ilmin ve irfânın vakarını koruyan bir şahsiyet oldu. Hiçbir şekilde;

İLMİ, ZULME ÂLET ETMEDİ…

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri; hâricîlik, râfızîlik gibi birçok bâtıl cereyânın kol gezdiği bir coğrafyada, Emevî Devleti’nin inkirâz ettiği ve Abbâsî Devleti’nin kurulduğu nâzik bir devirde yaşamıştı. İktidarlarını, ilim adamlarının nüfûzuyla pekiştirmek isteyen, zâlimâne icraatlarına mûteber âlimlerin fetvâsını kalkan olarak kullanmayı kuran bir takım riyâset ehli, ona önce büyük hediyeler ve ihsanlar gönderdi. İmâm-ı Âzam, reddetti. Çünkü biliyordu ki, fetvaları yamultulacaktı.

DEHŞET VERİCİ BİR DRAM

İmâm-ı Âzam –rahmetullâhi aleyh- reddettikçe Halife Ebû Câfer Mansur, ısrar etti. Bütün ısrarlara rağmen Ebû Hanife;

“–Ben, sana kadılık yapamam.” dedi.

Ebû Câfer Mansur;

“–Yaparsın…” dedi.

Ebû Hanîfe Hazretleri yine;

“–Yapamam!” dedi.

Ebû Câfer Mansur, bu defa;

“–Yalan söylüyorsun!” diye ithamda bulundu.

O zaman Ebû Hanîfe –rahmetullâhi aleyh- şu cevabı verdi:

“–Ben, yapamam dediğimde eğer bana itimat ediyorsan bil ki; yapamam. Yok eğer bana itimat etmiyorsan, yani ben yalan söylüyorsam; bu durumda zaten yalan söyleyen bir kimseden kadı olmaz. Hâsılı; her iki durumda da kadılık yapamam. Üçüncü bir ihtimal ise zaten yok.”

Bunun üzerine Ebû Câfer Mansur, Ebû Hanîfe Hazretleri’ni zindana attırdı. Her gün kırbaçlattırdı. Bir yandan da Ebu Hanife’nin itibarından istifade etmek için onu tekrar tekrar Bağdat kadılığına davet ediyor, haber gönderiyordu:

“–Bağdat kadılığını kabul ederse, gelsin; kadılık tahtına otursun.”

İmam-ı Âzam’ın cevabı da şu oluyordu:

“–Ben; Ebû Câfer Mansur’a bir içtihadda bulunmaktan, zindanda kalmayı tercih ederim.”

O sıralar yaşı yetmişe gelmişti. Ebu Câfer Mansur, ne yapsa netice alamayınca onu zindandan çıkarıp ev hapsinde tuttu. Bir müddet sonra büyük imam, rahmet-i Rahmân’a kavuştu.

Rivâyetlere göre cenazesine o günün şartlarında bir milyondan fazla insan katıldı. Mübârek na‘şı, kendi vasiyeti üzere, Ebû Câfer Mansur’un gasp ederek kurduğu mezarlık hududunun dışına gömüldü.

Ebû Câfer bu vasiyeti duyduğunda;

“–Hayatında ve vefatında Ebû Hanîfe hakkında beni kim mazur görür?” dedi.

Kalabalık cemaatin definden sonra tamamen dağılmasını bekledi. Kimse kalmayınca sessizce İmam-ı Âzam’ın kabri başına gitti. Yaptıklarından pişman, mahcup ve mükedder hâlde bir müddet mezarı başında özür dilercesine sükût etti.

O büyük imamın vefâtı da ayrı bir şahsiyet dersi olmuştu. Zaten her hâli öyleydi. Hapishânedeyken bile o, içinde bulunduğu hâlin derdinden ziyade yüce prensip ve hukukun derdindeydi. Öyle ki bu durumunun anne yüreğinde açacağı yarayı bile hesap edip demişti ki:

“Zindanın ağırlığı beni incitmez. Buradaki kırbaçlara da dayanırım. Fakat sakın annem bu hâlimi duymasın. Onun üzülmesine asla tahammül edemem.”

Bu cümleler, çok mânidar. Bilhassa;

HANIMLARIN DİKKATİNE!

İmâm-ı Âzam’ın bu ifadeleri gösteriyor ki, onu yetiştiren en müessir eğitimci, annedir. Anne, onun arkasındaki en büyük kuvve-i mâneviye olmuştur. Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh-, bir bakıma ilim ve irfanda ulaştığı erişilmez zirvelere;

«Cennet, annelerin ayakları altındadır.» (Nesâî, Cihâd, 6) hadîs-i şerîfinin muhtevasında bir mübârek annenin evlâdı olması bereketiyle ulaşmıştır.

Zaten;

Tarihe baktığımızda büyük insanların ve cihangirlerin arkasında dâimâ sâliha bir hanım vardır. Nitekim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de Hazret-i Hatice Annemiz böyle olmuştur. Bu sebeple Hatice Vâlidemiz’in vefât ettiği seneye Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hüzün senesi…” buyurmuştur.

Ayrıca buyurmuştur ki:

“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, gözümün nûru namaz ve sâliha kadın.” (Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Çünkü kadınların sâliha olması, bütün insanlığın sâlih ve sâliha olmasına vesiledir.

İmam-ı Âzam’ın da nitekim üstün şahsiyetini işte böyle sâliha bir anne inşa etmiştir.

Onun için vefâkâr İmam, hayırlı bir evlâd olarak, annesinin üzülmemesi için zor şartlarda bile kanadı kırık bir kuş gibi çırpınmıştır.

Yani;

Onun imamlıkta aldığı «Âzam» sıfatı, sadece ilmî rüchâniyet ve rüsûhu değil, bu denli yüce fazîlet ve ahlâkı sebebiyledir.

Onun içindir ki;

Onun rahle-i tedrîsinde böyle yüce fazîlet ve ahlâk ile yoğrula yoğrula yetişen talebeleri, dünyanın dört bir yanına yayılarak bütün İslâm âleminde onu temsil ettiler. Onun nefesini her tarafa ulaştırdılar. Yani Cenâb-ı Hak, yüce nûrunu tamamlamada İmam-ı Âzam’ı da müstesnâ mahiyette bir vesile eyledi.

Hâsılı;

Onun ihlâsı, samimiyeti, takvâsı neticesinde, açtığı güzel yoldan binlerce âlim yetişti; onun talebeleri tarafından tesis edilen Hanefî Mezhebi, bugün en çok müntesibi bulunan fıkıh okullarından biri oldu.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe; hülâsa etmeye çalıştığımız bunca güzel hasletine rağmen, mânevî ilmin yanında, zâhirî ilmin hiçliğini ifade sadedinde şöyle demişti:

HELÂK OLURDUM!

Ebû Hanîfe Hazretleri; ömrünün son iki yılında Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin sâdık bir talebesi ve müridi oldu. Bu yıllar için;

“Son iki yılım olmasaydı Nûman helâk olmuştu.” diyerek Hak dostlarının sohbetinin ehemmiyetini dile getirmiştir.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi ilmiyle takvâ ölçülerinde âmil, bütün imkânlarıyla hizmetlere müdâvim, gecesini ibâdetle, gündüzünü ilim ve hizmetle değerlendiren kullarından eylesin.

İlmin zâhir ve bâtın kanatlarını birleştirerek, Kur’ân ve hadîs-i şerifleri murâd-ı ilâhîye muvâfık bir şekilde fehmederek, vahiy ve sünnet muhtevâsında bir ömür süren kullarının zümresine cümlemizi ilhâk eylesin.

Âmîn!..